1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Kiriakos Yeorgiu Kufteros yazdı: “Nazire Nene’nin kabrini ziyaret ederken...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Kiriakos Yeorgiu Kufteros yazdı: “Nazire Nene’nin kabrini ziyaret ederken...”

A+A-

Çok değerli arkadaşımız, okurumuz, bize her daim araştırmalarımızda yardımcı olan iyi yürekli insan Kiriakos Yeorgiu Kufteros, geçtiğimiz haftalarda HAS-DER’de restorasyonu tamamlanan Ayyanni’den ailesine iade etmiş olduğu dolabı görmeye geldiği zaman bizden onu Ayyorgudi’den Nazire Nene’nin kabrine götürmemizi istemişti... Bu konuda Ayyanni Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Cemal Dermuş gönüllü olarak onu bu kabri ziyaret etmeye götürmüştü... Ardından Kiriakos arkadaşımız, duygularını kaleme aldı...

Nazire Sadık Çelebi, Kıbrıs’ın en yaşlı “kayıp” şahsı idi – torunu Nazım Cemil Kızılbora ile birlikte Kayıplar Komitesi yetkililerine, onun gömülmüş olduğu yeri göstermiştik: Nazire Nene, 1964’ten beridir Dillirga’nın Ayyorgudi köyünde, kendi evinin yıkıntıları altında yatıyordu, yatağında... Dillirga’da çatışmalar başladığında, çok yaşlı ve yatalak olan Nazire Nene evde kalmış, evlatları ve torunları birkaç saatliğine gidip geri döneceklerini sanarak Goççina’ya (Erenköy) gitmişlerdi. Ama geri dönememişlerdi. Grivas önderliğindeki Kıbrıslırum askerleri bu bölgeyi bombaladığı zaman bu evin üstüne de bir bomba düşmüş, evin çatısı çöküp yanmıştı... Nazire Nene, bu yıkıntıların altında tam 48 yıl kalmıştı... Ta ki torunu Nazım Cemil Kızılbora bizi arasın, bu konuda yardım istesin ve birlikte Kayıplar Komitesi’nin o günkü yetkilileri Ksenofon Kallis ve Murat Soysal’la birlikte, Nazım Bey’i de yanımıza alarak 11 Ocak 2012’de Ayyorgudi’ye gitmiştik... Nazire Hanım’ın yıkıntılar içindeki evini göstermiştik... Ardından Kayıplar Komitesi bu en yaşlı “kayıp” için kazı başlatmış ve ondan geride kalanlara ulaşılmış, DNA testleriyle kimliklendirme yapılarak ondan geride kalanlar defnedilmek üzere ailesine iade edilmişti... 25 Mart 2016’da onun cenaze töreni yapılmış ve biz de bu cenaze törenine katılarak Nazire Hanım’ın mezarına çiçek koymuştuk...

Çok değerli arkadaşımız Kiriakos Yeorgiu Kufteros, Nazire Sadık Çelebi’nin Lefkoşa Şehitliği’ndeki kabrini ziyaret ederek mezarına bir demet pembe gül koydu... Ardından ondan duygularını kaleme almasını istedik. O da neler hissettiğini, neler düşündüğünü kaleme aldı... Biz de onun İngilizce olarak kaleme aldığı yazısını okurlarımız için Türkçe’ye çevirdik... Kiriakos Yeorgiu Kufteros, bu ziyaretle ilgili olarak şöyle yazdı:

s1-308.jpg

NAZİRE NENE’Yİ MEZARLIKTA ZİYARET...

“İşte burada, en yaşlı “kayıp” kadın olan Dillirga’nın Ayyorgudi köyünden Nazire Çelebi, sonsuz uykusunda yatıyor... 1964 yılının Aüustos ayında 110 yaşındaydı, Dillirga çatışmaları esnasında evine saldırı yapılmış ve burada öldürülmüştü. Onun küçük evi onu kaplamıştı ve bedeni 2012 yılına kadar orada kalmıştı, sonra orada kazı yapılarak kemikleri bulunmuş ve Lefkoşa’da bir mezarlığa götürülüp defnedilmişti... Orduya mensup alçak bir adamın “temizlik harekatı” süreci denen bir süreçte bir kurşunla onun 110 senelik hayatını sona erdirdiği ve kendi evinin de bu çatışmalar nedeniyle çöktüğü ve Nazire Nene’nin kendi evinin yıkıntıları altında kaldığı anlatılmaktaydı...

110 yaşındaki bu yaşlı kadın yalnızca keçiler ve onlardan sağdığı süt hakkında bilgi sahibiydi... Hiçbir zaman köyünden ayrılmamıştı... Burası, Kıbrıs’ın en romantik yer adlarından birini taşıyordu: “Perilerin attan indiği yer”di bu isim... Bir zamanlar Nazire de bir peri kızı gibiydi, genç ve güzel bir gelindi... Onun torun çocukları hayattadır ve onun öyküsünü hatırlıyorlar... Onun adının anlamı “muzaffer” demektir, ölümü yenmiştir... Hatırası sonsuza kadar yaşasın...

Onun kabrini ziyaret ettiğim gün, Nazire Nene’nin kabrindan çok da uzakta olmayan bir grup insan ağlıyor, sızlıyor ve defin öncesi sevdiklerinin cenaze töreninde yas tutuyorlardı. Bir kez acılarını hissettiğiniz, kendi insanlarına ağlayan insanları gördüğünüzde, onları bir savaşta nasıl öldürebilirsiniz ki? Hepimiz bu Dünya’ya aitiz, hepmiz Cennet’e aitiz...

“Temizlik” harekatı esnasında Yunanlı veya Kıbrıslırumlar Nazire Nene’yi vurup öldürmüşlerdi. “Ekkatharisi” denen bu sözcük askeri bir terim ve “temizlik” manasına geliyor, böyle çeviriyorum bu sözcüğü... Bir bölge taranıyor ve “tehlikeli” noktalar var mı yani silahla ve patlayıcılarla insanlar oralarda saklı mı diye bakılıyor, bundan emin olunmak isteniyor... “Ekatharisan tous” deyimi de çatışmalar ve savaşlarda yaygın biçimde kullanılan “Onları temizlediler” yani “onları öldürdüler” anlamında kullanılıyor.

“Perilerin Attan İndiği Yer” manasına gelen “Pezeman ton Nyffon”a gelince, bunu da yazmak istiyorum: Henüz motorlu araçlar ortaya çıkmadan önce, her Ekim ayında “Tembellerin Kısa Yazı”nda güneşli günler yaşanırken, şimdilerde yıkıntılar içerisinde bulunan Livadi köyünden yeni evli olan gelinler (henüz evlenmiş olanlar) Lefke’ye giderlerdi ve yeni eşler ve yeni evsahipleri olarak evleri için Lefke’den öte beri satın alırlardı... O zamanlar düğünler yılın bu dönemi yapılırdı çünkü yaz sezonu sona ermiş olurdu, daha az iş vardı, insanlar ürettiklerini satmış ve harcayacak paraları olurdu... Yeni gelinler eşekler ve bazan da katırlar üzerinde yol alırlardı... Lefke’den dönerken de bu noktada dağın tepesinde eşeklerinden inerlerdi... Burada dinlenirler veya yemek yerlerdi... İşte o nedenle buraya “Meleklerin Attan İndiği Yer” (Pezeman ton Nymphon) denmekteydi – fakat fantaziler mitolojiden gerçek meleklere kadar uzanıyor, doğru olsun veya olmasın... Şairimiz Vasilis Mihalidis de dağlarımızda su kaynakları arasındaki meleklerimiz hakkında şiirler yazmıştır... Yaşlı insanlar bu tür doğal su kaynaklarına “nero” diyorlardı – “Orada su var” dediklerinde, bir derecik, bir su kaynağı var demekti – Türkçe’de de dere sözcüğü kullanılıyor... Böylesi yerleri Baf’ta ve Cikko ormanlarında görebiliriz, dev ağaçlar, sık çalılıklar arasında yoğun gölgeler arasından akıp giden derecikler ve su kaynakları vardır... Mitolojiye göre her bir su kaynağının kendi meleği vardır... Eğer Livadi köyünü görseydiniz, hiç kuşkusuz burası Melekler’in yeriydi... Şaire göre bir dereciğin aktığı yerde ince uzun bir kadın görmüştü... “Tepeleri ve vadileri ve çiçekler ve dikenler içerisindeki tepeleri birlikte aştık... göğün tepesindeki dağa vardık... Orada birlikte ağladık, mis kokulu dağda birlikte güldük...”

s2-269.jpg

“Birlikte ağladık, birlikte güldük...” Kıbrıs halkının önünde duran yapılması gereken esas şey, birleşmek ve bir bütün olarak hissetmektir... Nazire Nene’nin kabrinden 50 metre uzaklıkta insanların ağladığını duyunca, ölüleri için söylediklerini işitince, bunun trajik bir şey olmasına karşın birbirimizin cenazelerine gitmenin, birleşmemize yardımcı olacağını düşündüm... Trajiktir bu ancak biz bunu yaşadık ve çevremizde olup biten şeyler trajik değil midir? Bu zor gibi görünebilir ancak insan ölümün hayata doğru akıp gittiğini de düşünmelidir. Her iki din de sonsuz hayata inanıyor... Ölümden sonra da ruhlar yaşamaya devam ediyor!

Genç erkekler Lorovunos’taki tepenin üstünde hayatlarını verdiler... Ve başka bazıları da bombalama esnasında diri diri yandılar... Eminim hiç kimse de büyük nenenin yaşadıklarını yaşamak istemezdi...

Bir “yiayia”, bir “stede”, bir nene Ayyorgudi’de kendi evinde öldü... Yaşadığı yerden denizi görebiliyordu, aşağılardaki “kumsal”ı görebiliyordu, kendi dillerinde konuşan keçilerinin seslerini duyabiliyordu ve eminim bu dili de anlayabiliyordu... Her bir keçisine bir isim vermişti, sevgiyle ve mizah duygusuyla... Karşılarda Beşparmak dağlarını görebiliyordu... Evlatlarını Ayyorgudi’de yetiştirmişti... Fakir bir toprakta, badem ağaçlarının arasında yaşıyordu... Bir düşünün ilkbaharda bu bölgede tüm badem ağaçları çiçeğe durduğunda nasıl olurdu... Aradan 57 sene geçmiş olsa dahi, ben onun ölümü karşısında sessiz kalabilir miyim? Benim büyük nenelerim de tıpkı Nazire Nene gibi, burasının devamı olan dağlarda yaşamışlardı... Çam ağaçları altında, ormanda, keçileriyle birlikte... Süt çıkarıyorlardı, helik üretiyorlardı, nor üretiyorlardı... Kekik topluyorlardı, defne ve mersin... Ormandaki bütün bitkilerin tüm sırlarını biliyorlardı... Ormandaki her bir adımı ve yollarındaki tüm hayvanları tanıyorlardı...

Geçmişimizi unutmamalıyız... Nazire, Pembe, Maritsa, Kalomoira, Yorgis, Yannis... Tümü de nur içinde yatsın...”

 

 

NELER YAZMIŞTIK?

12 Ocak 2012’de bu sayfalarda en yaşlı “kayıp” şahıs olan Nazire Sadık Çelebi’yle ilgili kaleme aldığımız yazıda şöyle demiştik:

“Dillirga’da, Ayyorgudi’de yıkıntılar içinde bir ev...

Dün sabah (11 Ocak 2012, Çarşamba) saat 08.30’da Kayıplar Komitesi Kıbrıslırum Üye Yardımcısı Ksenofon Kallis ve Kayıplar Komitesi Kazılar Koordinatörü Okan Oktay’la birlikte Dillirga’ya doğru yola koyuluyoruz... Yanımızda Dillirga’nın Ayyorgudi köyünde doğup büyümüş olan Nazım Cemil Kızılbora da var... Kayıplar Komitesi arkeologları ve kazıda çalışacak işçiler de bir başka araçla yola çıkıyorlar...

Limnidi kapısından geçip Pirgo’ya varıyoruz... Pirgo’dan sonra Mansur, sonra Koçina (Erenköy) var... Bu civardaki köyler arasında Bozdağ, Ay Thedoros, Sellain Tapi (Selçuklu), Halevga (Alevkaya), Piyenya, Başiyammo ve Pomo var...

Yolda giderken Erenköy’deki (Koçina) Kıbrıslıtürk mevzilerini, Birleşmiş Milletler’in mevzilerini, Kıbrıslırum mevzilerini görüyoruz...

Bölge olağanüstü güzellikte, el değmemiş ve yemyeşil... Bu bölge kekikleriyle ünlüymüş, samarellalarıyla ve mantarlarıyla...

Bizim gideceğimiz yer Ayyorgudi diye miniminnacık bir köy... Aslında artık böyle bir köy yok, 1964’ten bu yana artık var olmayan bir köycük... Bu köycüğün nüfusu 30 civarında imiş ve Sellain Tapi’ye bağlıymış... Sellain Tapi yani Selçuklu, bundan daha büyücek bir köyceğizmiş...

Sellain Tapi adını, rahmetli eniştem, gazeteci-yazar Kutlu Adalı’nın Dağarcık adlı kitabından hatırlıyorum... Adalı 1960’lı yıllarda köyleri dolaşarak Cemaat Meclisi için önce “Köy Raporları”nı yayımlamış, ardından “Dağarcık” adlı araştırma kitabı yayımlanmıştı... Adalı o günlerde bu bölgeyi de ziyaret etmişti...

Ayyorgudi’ye gelmemizin nedeni, Nazım Cemil Kızılbora’nın büyüknenesinden geride kalanları bulmak...

Birkaç ay önce Nazım Bey beni aramış ve “kayıp” nenesinin bulunması için neler yapabileceğimizi sormuştu...

1964 yılında 6 Ağustos’ta Grivas güçleri Dillirga’da Kıbrıslıtürk köylere karşı saldırıya geçtiği zaman, Nazım Bey’in evi de, dayısı Lisani İslam’ın evi de bombardıman altında kalmıştı...

Nazım Bey’in büyüknenesi Nazire Sadık Çelebi, 100 yaşın üzerindeydi – 110 yaşlarında olduğu da söyleniyordu... Yatalaktı... Grivas’ın saldırıları esnasında Nazım Bey’in babası Cemil Hüseyin, annesi Remziye Cemil yanlarında altı-yedi tane çocuklarıyla birlikte Ayyorgudi’den gece vakti kaçarak Koççina’ya (Erenköy) gitmişlerdi... Remziye hanımın yanında 4-5 yaşlarındaki Gülsen, 5-6 yaşlarındaki Sevim ve 10 yaşlarındaki Türkan vardı... Köyden kaçarken, geceyi geçirmek üzere Koççina’ya gitmişlerdi, sabaha köye geri döneceklerini hesaplıyorlardı... Oysa bir daha asla Ayyorgudi’ye dönemediler... Mağaralarda, çadırlarda göçmenlik yaşamları başlayacaktı ve Ayyorgudi diye bir köy de haritadan silinecekti...

Nazire Sadık Çelebi yani Nazım Bey’in yatalak büyüknenesi o gece evde yalnız kalmıştı... Nazım Bey’in dayısı Lisani İslam, eşi ve 6-7 çocuğu da Koççina’ya sığınmıştı... Dedesi İslam Sadık ve nenesi Zühre İslam da...

Grivas’ın güçleri Ayyorgudi’yi bombaladıklarında, 100 yaşın üstündeki Nazire Hanım yatacığında yatmaktaydı... Taş bir evdi bu ama damı kerpiçtendi ve bombardımanda dam çökerek kocakarıcık çöken damın altında can vermişti... Ağustos 1964’ten beri yıkıntılar altında yatıyordu... Henüz o günlerde bölgeden Kıbrıslırumlar tepelerden Kıbrıslıtürkler’e seslenerek “Lisani’nin oğlu evde karısıyla yıkıntıların altında kaldı” diyorlarmış... Lisani’nin oğlu dedikleri Nazım Bey’in dayısı ve eşi, Koççina’ya sığındığı için, Kıbrıslırumlar’ın bilmediği yıkıntıların altında kalanın Nazım Bey’in büyüknenesi olduğuymuş...

Nazım Bey birkaç ay önce beni aradığında aslında ailemizi çok iyi tanıdığını söylemişti... Üstelik rahmetli babacığımı da hatırlıyordu... Mahallemiz Çağlayan’da, Necmi Avkıran Sokak’ta mücahitliğini yaptığı için tanıyordu babamı... Annemi de, ablamı da, abimi de, beni de hatırlıyordu...

Nazım Bey’e “Zaten neneniz konusunda Kayıplar Komitesi Kıbrıslırum üye yardımcısı Ksenofon Kallis, yıllar önce çok araştırma yaptı, Poli’ye ya da Baf’a gittiğimizde bize hep ‘Ayyorgi’deki kocakarıcık için da kazı yapmamız lazım’ diye söyler” demiştim.

Gerçekten de Kallis, henüz 1990 yılında Nazire Sadık Çelebi’nin gömü yerini bulmuştu... Türk tarafı henüz bu “kayıp” için herhangi bir resmi girişim yapmadan önce Kallis bölgeye giderek, bu bölgenin “kayıp” Kıbrıslıtürkler’i hakkında araştırma yürütmüştü... Aynı şekilde Lütfi Celül Karabardak ve Saydam Hüsnü hakkında da araştırma yürütmüştü... Baf’ta, Hulu’da veya Pomo’da herhangi bir gömü yerine gittiğimiz zaman Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk üye yardımcısı Murat Soysal’a, Kazılar Koordinatörü Okan Oktay’a ve bana da hep “Ayyorgi’deki kocakarıcık”tan bahsederdi – bombardımanda evin damının çöktüğünü ve kocakarıcığın yıkıntılar altında kalarak vefat ettiğini, burasının da mutlaka en erken zamanda kazılması gerektiğini söylerdi... “Hulu kazısı biter bitmez, arkeologlarımızı Ayyorgi’ye götürelim çünkü buradaki kazı kolay olacak, elle kazılacak, yıkıntıları kaldırıp kocakarıcıktan geride kalanları orada bulacaklar” diyordu...

Böylece Murat Soysal’a ve Kallis’e, Nazım Bey’den gelen telefondan söz edince, Hulu kazısı biter bitmez Nazım Bey’i de yanımıza alıp Ayyorgi’ye gitmeyi kararlaştırmıştık... Kısmet dünmüş...

Ayyorgudi’ye varıyoruz... Tepeler arasında bir vadiciğin içinde iki yıkık ev görünüyor... Bunlardan birisi Nazım Bey’in evi, yanında bir zeytin ağacı var... Hemen onun yanında da Nazım Bey’in dayısı Lisani İslam’ın evinin yıkıntıları var – yanında iki tane badem ağacı... İşte kazı yapılacak ev, bu ev...

Arkeologlar Ali ve Yiannis ile kazıda çalışacak işçiler, Kallis, Okan ve Nazım Bey’le birlikte yıkıntılara gidiyorlar... Nazım Bey, yıkıntılar arasında büyüknenesinin yatağının nerede durmuş olduğunu gösteriyor... Ve kazı başlıyor...

Uzaklarda bir tepede bir mandra var, kendi yemini de üretiyormuş... Bir keçi sürüsünden yükselen melemeyi duyuyorum, sonra keçicikler yamaçtan aşağıya iniyorlar ve aşağıda akan derenin kenarında gözden yitip gidiyorlar... Tek başlarına mandradan çıkıp otlanıyorlar, sonra akşam üzeri mandralarına kendi başlarına dönüyorlar...

Durduğum yerin yakınına bir başka keçi sürüsü geliyor: Otlanıyorlar ve az sonra koşarak gözden yitip gidiyorlar...

Gökyüzünde bulutlar kimi zaman güneşi gizliyor, kimi zaman uzaklaşıyor ve güneş bizi ısıtıyor... Mis gibi toprak ve yeşillik kokuyor... Manzara o kadar güzel ki, hiçbir fotoğraf makinesi bu güzelliği resmedemez diye düşünüyorum, bu yüzden fotoğraf çekmeye girişmiyorum...

Az sonra arkeologlara ve işçilere veda edip buradan ayrılıyoruz ve geri dönüyoruz... Biz henüz Lefkoşa’ya dönmeden Okan Oktay’ın telefonu çalıyor, arayan arkeolog Ali...

Nazire Sadık Çelebi’den geriye kalanları bulmaya başlamışlar...

Hepimiz bu habere seviniyoruz... Şimdi kazı hızla devam edecek ve Nazire Hanım’dan geride kalanlar 48 yıl aradan sonra bulunduğu yerden alınarak yakınlarına iade süreci başlayacak...

Bir aile daha atasını alıp toprağa verebilecek...

Nazım Bey’e de, bu araştırmayı yürüten Ksenofon Kallis’e de, bu kazıya onayını veren Murat Soysal’a da, Okan Oktay’a da sonsuz teşekkürler... Arkeologlarımıza ve işçilerimize de kazıda “kolay gelsin” diyoruz...”

(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler – Sevgül Uludağ – 12.1.2012)

Bu yazı toplam 1642 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar