1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Kıbrıs’ta ‘unut/unutma’ kapışması…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Kıbrıs’ta ‘unut/unutma’ kapışması…”

A+A-

Cemal YILDIRIM

(Çok değerli arkadaşımız, Kıbrıslı film yönetmeni Cemal Yıldırım, Kıbrıs’taki ‘unut/unutma’ kapışmasını kaleme aldı… Değerli yazısını teşekkürlerimizle paylaşıyoruz… S.U.)

80’li yıllarda, Denktaş bir köy kahvesine gitmiş. Köylülerle sohbet ederken, bir köylü Denktaş'a,

“Güneyde galan köyümüze ne zaman geri döneceyig yahu Denktaş biyi, ne gadar daha süreceg bu ayrılıg?" demiş.

Bunun üzerine Denktaş öfkelenmiş… "Dönmek mönmek yok. Size yeni bir vatan armağan ettik. Sizin vatanınız artık burası. Güneydeki köyünüzü, hayatınızı  UNUTUN" demiş.

Bugün, kuzeyde kurulan idari mekanizma, adına ne istersek diyelim,  büyük çoğunluğu, Kıbrıslırumların elinden silah zoru ile alınan topraklar üstüne kurulan zorlama bir idaredir.

Ve bunun propagandası için de, Denktaş'ın o köy kahvesinde öfkeyle söylediği

"Güneydeki köyünüzü unutun, sizin vatanınız artık kuzey kıbrıs" denmiştir.

Ve hemen unutmamakla ilgili bir slogan devreye girmiştir "Katliamları Unutma"… Yani ille de birşeyleri unutmak istemiyorsan, en azından katliamları unutma ey Kıbrıslıtürk ve kuzeye sahip çık denmeye başlanmıştır.

Hic aklımdan çıkmaz ,

1990’lı yılların başına kadar,

Lefkoşada, GG spor klübünün üst başında 6. Bölüğe geçilen barikat duvarında bulunan, topraktan dışarı çıkan  bir el resmi ve yanında yazan "Katliamları Unutma" yazısı.

 

“SAVAŞ BİTTİ, EVİMİZE GERİ DÖNELİM YAHU…”

Kıbrıs sorunu bir bakıma "unutma" ile  "unut" un kapışmasıdır da.

KKTC’nin ilanına kadar, güneyden göç edenlerin çoğu, özellikle yaşlılar, "savaş bitti, ortalık yatıştı, artık evimize geri dönelim yahu" şikayetlerini sık sık dile getiriyordu.

Bu sebeple oturdukları Rum evlerine tek bir çivi çakmadılar. Cünkü her türlü propagandaya rağmen, güneydeki köylerini unutamıyorlardı… Her an geri dönebiliriz diye tetikteydiler.

Kolay mıydı ata topraklarını, doğdukları yerleri unutmak?

Ancak KKTC kurulduktan sonra, artık geri dönülemiyeceği anlaşılmıştı.

 

GÜNEYDE “UNUTMUYORUM” SLOGANI…

1974 ten sonra kuzeyde hakim olan zihniyet,  "güneydeki hayatınızı unutun" şeklinde seyrederken,  güneyde durum tam aksiydi.

Kuzeyden göç eden Kıbrıslırumların "yurt hasreti", her geçen gün devleşiyordu.

Toplum vicdanı ile resmi propaganda bu konuda uyuşuyordu.

Zorlama yoktu bu duygusallıkta.

Bu sebeple, hala daha kullanılan UNUTMUYORUM (“Δεν ξεχνώ”, ‘Then sehno’) sloganı, propagandanın en tepesine oturdu. 

İkokullarda bu öğretildi.

Sınıflarda “Unutmuyorum” köşesi yapıldı.

Askeri kışlalarda askerler,  bu sloganla eğitildi.

Bu slogana, sağcısı ile solcusu ile toplu sahipleniş, devleşen yurt hasretinin bir yansımasıydı…

Ve insani değerler bakımından haklıydı.

Bu slogana sahipleniş, saldırganlıktan çok,  yitip giden ata topraklarına duyulan özlemi ve acıyı barındırıyordu.

Nesiller böyle yetişti güneyde.

Bir bakıma 1974’ten sonra doğan yeni neslin de, atalarının köylerine, hiç gidip görmeseler de sahiplenmeleri sağlandı.

 

“BAF’I UNUTUN, LARNAKA’YI UNUTUN, LİMASOL’U UNUTUN…”

Peki biz ne yaptık?

UUNUDUN BEEEE dedik..

“Baf’ı unutun, Larnaka’yı unutun, Limasol’u unutun!

Bakın size yeni vatan yaptık.”

Bol ganimetli bir vatan.

Peki unuttuk mu?

Güneyden göç edenlerin çoğu unutmadı.

Ama yeni nesile de,  Kıbrıs’ın ortak yaşamı,  o yaşamdaki kültürel değerler, tarihsel zenginlikler aktarılamadı.

Bağ koptu. 1974 ten sonra, Türkiye’den gelen nüfusun da etkisiyle yeni bir toplumsal yapı inşa edildi.

Kıbrıs dendiğinde sadece kuzey Kıbrıs’ı bilen ve kabul eden bir nesil büyüdü buralarda.

Kuzeyde yaşayan yeni neslin, gecmiş ortak yaşantıdan haberi bile yok artık.

Tek bildikleri ve öğretilen "katliamlar".

Öte taraftan Kıbrıslırumların, geçmişe dönük bu acılarına ve unutmuyorum söylemine karşı, "Popaz da rahat duraydı madem" der pek çok kestirmeci düşünceye sahip Kıbrıslıtürk.

Komik bile değil bu değerlendirme.

Şimdilerde de Rum komandolarına söyleniyor bu söz.

Rahaaat duruuung!

sayfanin-altina-sola-s-17-resim.jpg

GERİ DÖNÜŞ ANCAK SAĞLAM BİR ANLAŞMAYLA OLUR…

Malumunuz geçen günkü resmi geçit töreninde Rum komandolar Karpaz’a gireceklerini haykırdı. Rum komandoların bu tavrı, nesiller boyu aktarılan "unutmuyorum" sloganının etkisiyle şekillenmiştir.

Bize kuzeyde " güneyi unut" dediler, onlara da güneyde "kuzeyi unutma" dediler. Onlar da unutmuyor.

Elbet bir gün döneceklerine inanıyorlar.

Ben de asla, bu dönüşün, tankla topla, Rum Komandoların Karpaz’a girme haykırışlarıyla olmasını onaylamam.

Çünkü böylesi bir durum Kıbrısımız’da yeni acılar yaratır. Belki inanmayacaksınız ama bu şekil düşünen pek çok aklı selim Kıbrıslırum var.

Hem de fazlası ile.

Bu dönüş, ancak ayakları yere basan sağlam bir antlaşmayla olur.

Onun da bir yolunu mutlaka bulmamız gerekiyor.

Ama Rum komandoların karşısına da, caydırıcı güç olarak Türk askerini koyma kolaycılığını da yapmak "sürdürülebilir değil" artık.

50 senedir zaten silahların gölgesinde yaşıyoruz. Adaya barış geldi deniyor ama aslında uzun süren bir ateşkesteyiz. Barışın falan geldiği yok. Her an herşey olabilir. Çünkü Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 15 Temmuz 1974’te bozulan anayasal düzeni hala bozuk, tek taraflı işliyor ve toprak bütünlüğü bozulmuş durumda.

İstermisiniz bir süre sonra "Anayasal düzeni 1974’te Türkiye düzeltemedi sıra bizde" deyip, Türkiye’den daha güçlü bir askeri ittifak adaya müdahale etsin?

Yani işin iki ucu da b.klu.

Biz Kıbrısılıların, her iki zıt kutubu daha da sivriltmek yerine, sadece ve sadece BARIŞ isteğimizi ortaya koyamaktan başka çaremiz yoktur. iki tarafça onaylanan bir barışa ne kadar ihtiyacımız olduğunun da göstergesidir son yaşananla .

Eğer biz Kıbrıslılar, geçmişte yaşanılan acılardan ders almayı öğrenmezsek, sonsuza dek Rum komandolar Karpaz’a gireceğini haykırır, Karpaz’da oturan birleri de "cesursan hade gel" der… Silahların gölgesinde bir yaşamın içinde bu inatlaşma sürer gider.

Yetmedi mi be bu bitmek bilmeyen eziyet?

oncelikli-sayfanin-ustune-saga-sayfa-17.jpg


“Savaş Üstüne Savaş: ABD’nin kendi kendisiyle savaşı…”

Ekrem BUĞRA BÜTE/BİANET

ABD toplumu, bir süredir hatırlamakta zorlandığı bir hisle karşı karşıya: Umutsuzluk. Yaşadığımız çağın kaotik öngörülemezliği bir yana, küresel çapta güçlenen otoriter devletler ve politikaya yön veren absürd yönetici figürlerinin en absürdü Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemi Amerikan toplumunu hem içe döndürmüş hem de bir çıkışsızlık hissine itmiş gibi görünüyor. Birkaç yıl öncesinin espri (ya da korku) malzemeleri bugünün gerçeklerine dönüşürken bu çıkmaz sokak hissinin farklı politik bağlamlara imkân tanıyıp tanımayacağı sorusu Amerikan sinemasının bazı örneklerinde karşılık bulmaya da başlamış durumda. Ari Aster’in pandemi dönemi ABD’sinden distopik bir “dünyanın sonu” endişesi devşirdiği filmi Eddington ve Jesse Armstrong'un ürkütücü derecede gerçekçi bir gelecek senaryosu ürettiği filmi Mountainhead’in ardından Paul Thomas Anderson’ın merakla beklenen yeni filmi Savaş Üstüne Savaş (One Battle After Another) da bu listeye en tepeden eklenmiş durumda.

Paul Thomas Anderson, yalnızca kuşağının en büyük yönetmenlerinden birisi değil. İlk filminden bu yana Amerikan sinemasının söz söyleme, sanatsal olarak geçerli ve özgün kalma işlevini büyük ölçüde üstlenmiş bir isim. Sinemasını da genel olarak Amerika’nın (daha spesifik olarak söylersek “Amerikan rüyası” mitinin) geçmişinden yankılanan seslerden örülü, bugüne konuşan bir eko duvarı olarak görmek mümkün. Tarihsel ve politik olarak önemli kırılmalara şahitlik eden dönemleri, günümüzde önem arz eden bağlantılar kullanarak hikâyeleştirdi Anderson. Fakat yeni filminde belki de daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor ve bugüne, üstelik tam da kavganın ortasına iniyor. Sinemasında sıklıkla gördüğümüz biçimde farklı türlere ait unsurları ustalıkla bir araya getirirken hiç olmadığı kadar politikleşiyor. Daha önce “Inherent Vice” romanını uyarladığı, The Master için “V.” romanından faydalandığı yazar Thomas Pynchon’ın ikonik “Vineland” romanından yola çıkarak bugünün çıkışsızlığını ve ümitsizliğini ülkenin kendi kendisiyle olan kavgasının tarihine şikâyet ediyor.

 

Pynchon’ı tersine çevirmek

Şunu özellikle belirtmek lazım: Savaş Üstüne Savaş tam manasıyla bir roman uyarlaması değil. Paul Thomas Anderson, Pynchon’ın romanını bir çıkış noktası olarak kullanırken aslında onu tersine çeviriyor. Pynchon’ın 1960’ların umut dolu karşı kültürünün 1980’lerde, yani Reagan döneminde yaşadığı yenilgi ve umutsuzluk hislerini alaycı ve absürdist bir tonda anlattığı romanından unsurları bugünü anlatmak için baştan yazıyor. Mizahın kullanımı, yenilgiler, kavgalar ve baba-kız ilişkisi gibi temaları filme taşıyor belki ama bu öğeleri bir kavga inancına, mücadele temposuna hizmet eden araçlara çeviriyor. Bugünün aslında benzerleri çok da uzakta olmayan umutsuzluk hislerini 1980’lerle hesaplaşan bir anlatıdan ödünç alırken onu 1960’ların ümitvar devrimci ruhuna bezemeye girişiyor. Filmdeki devrimci örgütün kullandığı kodlardan biri, anlatıcının sesini kurmacanın ortasına yerleştiriyor sanki: “Zaman diye bir şey yok, fakat yine de bizi kontrol ediyor.”

Paul Thomas Anderson, Savaş Üstüne Savaş’ta bugüne kadar yaptığı en doğrudan filme imza atıyor. Bunun hem biçimsel hem de içeriksel karşılıkları mevcut filmde. Başladığımız yerde, Trump Amerikası’nın kodlarının son derece baskın olduğu bir gerçekliğe kurmaca bir sol örgütü (French 75) ve onun silahlı mücadelesini yerleştiriyor. Sınırda tutsak edilmiş göçmenleri kurtardıkları bir özgürleştirme eylemini takip ederken filmin başkarakterleri Perfidia ve Pat’in tanışmasını, hızla âşık olmalarını ve bir çocuk sahibi olmalarını lafı eveleyip gevelemeden, eliptik kurgu numaralarının baskın olduğu yüksek tempolu bir anlatıyla aktarıyor. Son derece riskli, seyirciyi anlatıda tutmayı epey zorlaştıran, üstelik bunu yaparken herhangi bir uyarıcı kullanmaya bile gayret etmeyen bir aciliyet söz konusu burada. Ardından bir kesmeyle 16 yıl sonrasına, bu örgütün eylemliliğinin sekteye uğradığı, yeraltına indiği bir döneme atlıyoruz. Buradan itibaren film bir an durmayan, nabzı düşürmeyen bir aksiyon temposuyla en sona kadar ilerliyor. Filmin hikâyesinde kullandığı göçmen politikalarına, giderek otoriterleşen baskıcı rejimlere yönelik bir slogan ürettiğini söylemek mümkün değil belki ama bu biçim-içerik ortaklığındaki doğrudanlık, tarihsel anakronizmle birleştiğinde başlı başına politik bir söyleme dönüşüyor. Bunun da Paul Thomas Anderson sineması için yeni bir gelişme olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

3 saatlik bir an

İşin biraz daha teknik tarafına gelirsek, Paul Thomas Anderson’ın Savaş Üstüne Savaş’ta, birçok başka filminde yaptığı gibi, farklı türlerin unsurlarını bir araya getirdiği bir alaşım ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Film, dramatik kırılma yaşadığı (tam bu kırılmanın öncesinde eski devrimci Bob’u sinema tarihinin en kıymetli politik gerilimlerinden Cezayir Savaşı’nı izlerken görmemiz filmin sözünü açığa çıkarttığı birkaç sahneden biri) yerden itibaren hem Good Time’ı hem Speed’i hem de Mad Max’i hatırlatan çılgın bir agresifliğe kavuşuyor. Buna neredeyse slapstick’e varan bir komedi katmanı da ekleniyor. Burada Andy Jurgensen imzalı kurgu ve Michael Bauman’ın elinden çıkma görüntü yönetiminin de etkisini hissettiğimiz ustaca bir yönetmenlik mevcut. Öte yandan bu iki saatlik kısımda ilk yarım saatin politik anlatısının geride bırakıldığını, örgütün ve devrimcilerin mücadelesinin bireysel bir kurtuluş çabasına evrildiğini vurgulamak gerek. Ancak film, başlığından çağırdığı devamlılık temasını yarattığı kuşaklar arası aktarımla ümitli bir noktaya taşımaya gayret ediyor.

Savaş Üstüne Savaş, aslında temel olarak ABD’nin kendi kendisiyle bitmeyen savaşına bağlı bir film. 1960’lardan bu yana ABD’de belirleyici bir güç olmaktan uzak sol siyasetin kurmaca radikal unsurları üzerinden şekillenen filmde devletin topluma uyguladığı baskıcı şiddeti, devletin özüne işlemiş ırkçılığı izliyoruz. Film “savaş üstüne savaş”ı bir yılgınlık ve çıkmazdan ziyade bir devamlılık, süreklilik ve aktarım biçimi olarak konumluyor. Bunu bir yokluk anlatısı olarak okumak mümkün elbette ama Paul Thomas Anderson’ın esas meselesinin bugünde yaşamaya dair, bu zamanın ruhuna dair sinematik bir epik oluşturduğunu da söylemek gerek. Bu da büyük ölçüde filmin ana unsurlarını anlatıya devşirme biçiminden ortaya çıkıyor. Mizah, kendilerine Noel Maceracıları adını takan, ırkçı, beyaz oligarkların sahip oldukları dehşet kudretiyle ezik karakterleri arasındaki absürd mesafeden (tabii biraz da eski solcu karakterimizin form düşüklüğünden) doğuyor. Aksiyon gerilimi ise devlet şiddetinden kaçan karakterlerin toplumun ezilenleriyle, göçmenlerin, kadınların, siyahların dayanışma mekânlarının yardımıyla kurtulmaya çalıştığı bir hizadan kuruluyor. Savaş Üstüne Savaş’ın politik sözü tam da burada. Umutsuzluğun karşısına kavgayı, dayanışmayı, aksiyonu koymasında.

Savaş Üstüne Savaş, dış dünyaya oldukça açık, referans dünyası geniş bir film. Temellerini tür sinemasına, aksiyon ve komediye dayandırırken içeriksel katmanıyla yer yer 1970’lerin siyasal paranoya filmlerini, yer yer 1980’lerin çıkışsız gençlik hikâyelerini çağrıştırıyor. Bunun yanına da daha ümitli politik mücadele anlatılarını ekliyor. Tüm bunları konuşulabilir kılan da Paul Thomas Anderson’ın bu kez elini hiç korkak alıştırmayan grandiyöz, duyusal ve doğrudan anlatım tercihleri. 3 saate yakın süresini sanki uzatılmış tek bir âna sıkıştıran mahareti, başta Sean Penn ve Leonardo DiCaprio olmak üzere tüm oyuncularının performansları ve bir senfoni titizliğinde çalışan rejisiyle modern klasikler arasına girmeye aday bir yapım var karşımızda.

(BİANET.ORG – Ekrem Buğra BÜTE – 4.10.2025)

oncelikli-sayfa-16.jpg

Bu yazı toplam 1068 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar