“Kıbrıs’ın son nenecikleri…”
(Kıbrıs’tan “Fast Forward News” haber sitesi, “Kıbrıs’ın son nenecikleri”ni yazdı… Yazıyı okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik…. S.U.)
*** Son kuşak neneciklere mi tanık oluyoruz? Kıbrıslı neneler ve onların geleneklerinin bu dünyadan göçüp gidişi, kültürel bir dönüm noktasını simgeliyor… Neredeyse tüm Kıbrıslılar’ın evlerinde bir neneciğin varlığı, sembolden öte birşey olagelmiştir. O ailenin başı ve anıların koruyucusu, aynı şekilde aşçısı, aileye bakan, disipline eden ve ailenin tarihçisi olageldi. Rumca’da “nene” anlamında kullanılan “yaya” (yiayia) sözcüğü bir kişiyi değil, bütün bir hayat tarzını yansıtıyor: Bir tencere tarana çorbasını karıştıran bir tahta kaşık, köydeki yıllardan kalma bir öykünün torunlara uyku vakti fısıldanması, elde tesbih yavaşça meydanda gezinmeye çıkmak gibi…
*** Ancak Kıbrıs daha hızlı hayat tarzlarına, kentlere doğru göçe ve dijital dünyaya gömülmeye yönelirken, yavaş yavaş kültürel bir yer değiştirme de ortaya çıkıyor… Kökleri çok derinlerde olan bu gelenek-görekleri koruyan yaşlı kadınların sayısı azalıyor. Kafelerin parlak ışıkları altında, köy evlerinin yerini alan yüksek apartmanlarda, bu neneciklerin etkisinin izini sürmek artık daha da zor. Ve şimdilerde çoğu insan şu soruyu soruyor: Acaba son kuşak neneciklere mi tanık olmaktayız?
*** Kıbrıs, sessiz ama geri dönüşü olmayan demografik bir dönüşüm yaşıyor. Son bigilere göre 65 yaş üstü insanlar, toplam nüfusun yüzde 10.4’ünü oluşturuyor. Bu arada toplam doğurganlık oranı da düşük düzeyde seyrediyor ve 2050 yılına kadar her kadının 1.5 çocuk dünyaya getireceği hesaplanıyor… Bu oran, adanın kuşakarını biçimlendirmeye devam ediyor.
*** Bunun ne demek olduğuna bakalım. Nüfusun kendi kendini yeterince yenileyememesi demek, Potansiyel Destek Oranı’nın şimdilerde 2.5’ten (2050), 2100’e kadar 1.6’ya düşmesi demek. Bu rakamın manası, her bir yaşlı insanı destekleyebilecek çalışma yaşındaki birey sayısıdır. Bu durumda yaşlıların yürütmekte olduğu gelenekleri, öyküleri ve paylaşılmış pratikleri ileri götürecek çok daha az sayıda aile bireyinin olacağı anlamına geliyor bu durum.
*** Bu durumu daha da karmaşık hale getiren konulardan biri de, genç Kıbrıslılar’ın kent merkezlerine ya da yurtdışına gidip yerleşme eğilimidir. Böylece kuşaklar arası boşluk, hem fiziksel, hem de kültürel olarak büyüyor, bu da, bir zamanlar geleneklerin, değerlerin ve dilin doğal biçimde aktarılmasını sağlayan yakınlığın da erozyona uğraması demektir.
*** Nenecikler yalnızca öylece orada değildiler, onlar temel taşlardı. Gündelik ritüelleri, aile tarihçesi, tairhsel hafıza ve kırsal alanda varolmayı sürdürmenin sözlü ansiklopedileri gibiydiler. Hiçbir zaman oturulup kaleme alınmamış yemek tariflerinden tutun da, kendi analarından dinledikleri ninnilere kadar geçmişle gelecek arasında köprü olarak hizmet etmekteydi nenecikler…
*** Neneciklerin kültürü koruma rolleri, etnoğrafik araştırmalarda uzun zamandan beridir tanınmaktadır… Örneğin 1965’te Kıbrıs’ın bir dağ köyünü inceleyen John Peristiani, “onur” ve “utanç” kavramlarının toplum davranışlarını yönettiğini ve yaşlı kadınların da bu ahlaki kodları içselleştirip uygulanmasını sağladıklarını yazmıştı. Bu kadınlar aynı zamanda inancın da bekçisiydiler, ailelerini kiliseye duaya götürmekteydiler ve bu inançlarla ilgili alışkanlıklar da aile hayatının merkezinde idi.
*** Sessizlik içinde olsa dahi, evlerin çapası gibiydiler. Bir saksı feslikana bakmak için eğildiklerinde, oruç dönemleri masayı kurduklarında veya bir bebeğin vaftizinde mum dağıttıklarında, tüm bunlar kuşaklar arası devamlılığı sağlayan hareketlerdi. Nene olmaksızın tüm bu ritüeller, modern kolaylıklar karşısında önemsizleşip kaybolabilirdi…
*** Aile hayatının direkleri yaşlanırken, köy hayatına dair manzara ve bu hayatın somut olmayan mirası da kaybolup gitmenin eşiğinde gibi duruyor. Bir zamanlar Kıbrıs’ta geniş aileler vardı köylerde ve evlerde pek çok kuşak bir arada yaşardı – şimdilerde yarı yarıya boşalmış köyler… Köy okulları ve köy tavernaları kapanmış…
*** Bu değişimle birlikte kuşakların bölgesel kimliklerini biçimlendirmiş olan belirli gelenekler ve ifadeler de kaybolma potansiyeli taşıyor. Bunlardan en kırılgan olanlar – neneciklerin etkisine sıkı sıkıya bağlı olan günlük hayatın öğelerinden birkaçını sıralayalım…
*** Mutfak Mirası: Geleneksel yemek yapma teknikleri – güneşte kurutma, turşu kurma, odun ateşinde pişirme giderek yok oluyor ve yerini kitlesel üretim alternatifleri ve kentsel beslenme alışkanlıkları alıyor.
*** Lehçe ve Sözlü Kültür: Kıbrıs Rumcası’nın özgün lehçeleri ve çatista gibi okunan şiirsel/müziksel maniler, daha çok yaşlı kadınlar tarafından korunmaktaydı ve tüm bunlar unutulma riskiyle karşı karşıyadır.
*** Zanaatkarlık ve ritüeller: Çok zaman gerektiren Lefkara işi veya tığ işleri gibi yetenekleri ortaya koyanların sayısı her geçen sene azalıyor, bunları pratikte uygulanların çoğu da zaten yaşlılardır.
*** Köy ritüelleri: Cehiz hazırlama, “broksenya” (“çöpçatanlık ritüelleri”) ve köy ahalisinin katıldığı düğün yemeklerini pişirme gelenekleri giderek ender hale geliyor ya da yapıldıkları zaman da orijinal önemlerinden yoksun biçimde hazırlanıyorlar.
*** Kıbrıs’ın yaşlı nüfusunun deneyimlerini belgeleyip anlama girişimleri giderek artıyor ancak konunun aciliyetine kıyasla bunlar hala devede kulak gibidir. Kıbrıs Araştırma Konseyi’nin 2007-2009 yıllarında finanse ettiği bir incelemede yaşlı bireylerin, özellikle de kadınların yer, hafıza, ritüeller bakımından kendilerini nereye ait hissettiklerini inceledi ve kimlik ile köy hayatı arasındaki derin bağları ortaya koydu.
*** Bir diğer önemli perspektif de sosyal dilbilimcilerden geliyor. Yaşlı Kıbrıslırum kadınların nasıl konuştukları incelendi ve lehçe, sözlü ifadeler ve sosyal rollerin yaşı, toplumsal cinsiyet rollerini ve kimliği nasıl biçimlendirdiği ortaya konuldu. Bu sesler karmaşık duygusal miraslar taşıyor – savaş, göçmenlik, direnme – ancak herhangi bir biçimde biçimlendirilmiş bir kültürel arşivde önemli oranda belgelendirilmiş de değillerdir.
*** Kıbrıs Üçüncü Yaş Gözlem Evi gibi bazı örgütler, bu demografik eğilimin hem sağlık, hem de kültürel sorunların altını çizmekte olduğunu, aktif yaşlanma, öykü anlatıcılığı ve toplumu güçlendirme gibi programlara aktif destek sağlanması gerektiği üzerinde duruyor. Yaşlıların öncülüğünde yürütülen köy kulüpleri veya köy festivalleri, birer umut ışığı olabilir ancak kalıcı kültürel kurumlara dönüşebilmeleri için çok daha geniş destek gerekir bu gayrıresmi çabalara…
*** Dijital alanlar da hafızanın korunmasına yönelik yeni alanlara dönüşüyor. Köy hayatını gösteren Instagram sayfalarından tutun da neneciklerin bulgur köftesi veya kabak böreği yapmasını gösteren YouTube kanallarına kadar genç kuşaklar, kaybolmasından korktukları şeyleri yavaş yavaş belgeselleştirmeye çalışıyor.
*** Nenelerin kuşağının göçüp gitmesi, yalnızca sevilen aile bireylerinin göçüp gitmesi anlamına gelmez, canlı bir kültürel arşivin çözülmesini de simgeliyor. Kuşaklar boyunca bu kadınlar Kıbrıs’ın somut olmayan mirasının koruycuları idi: Ailelerinin kökleşmesini sağladılar, zorlukları geleneğe dönüştürdüler ve dünyevi olan şeylere anlam kattılar.
*** Kıbrıs dönüşürken, sorun olan şey yalnızca modernleşme değildir, aynı zamanda kültürel amnezidir. Neneciğin kendine özgü bilgeliği olmaksızın, geçmişi geleceğe bağlayan ipliğin kopma riski vardır. Neneciğin yerleştirdiği değerler, konuştuğu lehçeler, yerine getirdiği ritüeller, tümü de hiçbir zaman tam olarak geri kazanamayacağımız kollektif bir hafızanın parçaları idi…
*** Son kuşak neneciklere tanık olmak, aslında kültürel bir dörtyol ağzında durmak gibidir. Bu yolda hatırlayarak mı ilerleyeceğiz yoksa pişmanlıklarla mı – bu, Kıbrıslılar olarak yazmaya devam ettiğimiz öykülere onların mirasını ne kadar hızlı biçimde belgeleyip kutlayacağımıza bağlıdır…
(www.fastforward.com.cy sitesinde Fast Forward News ekibinin 17.9.2025’te İngilizce olarak yayımlanan yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR BELGESEL FİLMLER…
“Vicdanımızın Hatıra Defteri: Tarihi iyiler de yazar…”
Candan Yıldız/T24
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yılları arasında fırtınanın ve alevlerin orta yerinde ayrı dilden ayrı dinden kardeşlik öykülerini buldular. Genel yönetmenliğini Nebil Özgentürk'ün yaptığı, genel koordinatörlüğünü gazeteci yazar Umur Talu'nun üstlendiği, tiyatro sanatçısı Tilbe Saran'ın seslendirdiği, jenerik müziğini Kardeş Türküler'den Vedat Yıldırım'ın bestelediği, Bir Arada Yaşarız Vakfı (Bayetav)'nın desteğiyle hazırlanan Vicdanımızın Hatıra Defteri belgeselidir bu cümleleri kurdurtan. İzmir Bornova'da düzenlenen basın tanımında belgeselin 20 dakikasını izledik. Ama aslında 128 dakika. Belgeselin gösterimi için seçilen yer de anlatılanla, dert edilenle uyumlu. Türkiye'den ayrılmak zorunda kalan Levanten bir ailenin 160 yıllık köşkünün bahçesinde izledik belgeselin 20 dakikalık bölümünü.
Bayetav, harabe halindeki köşkü satın alıyor ve restore ediyor. Bugün, geçmişin tanığı bir hafıza mekanı. Sanatçıların ortak üretim alanı.
Belgeselde anlatılanlara hatıra değil de hafıza demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Zira geçmişin bugünde yaşadığına inananlardanım. Belgesel 1919 ve 1924 arası yıllara odaklansa da kötülüklerin ardılı olan Ermenilerin yaşadığı kıyımların hafızasını da yokluyor. Ama iyi insanların eyledikleriyle, yükleriyle ve diliyle.
Gazeteci ve yazar Umur Talu ve Dr. Bengi Başaran, Ege'de savaşın ve nefretin yıkımları arasından iyilik öykülerini bulup çıkarıyor.
Rum komşularını koruyan Eskişehirlileri, Bileciklileri, Yunan işgal orduları gelirken Türk hemşerilerini saklayan Sökeli Rum doktor Perikli'yi, Zileli Rumları, Suriye'ye sürülen Ermeni bir ailenin köşkünde oturmayı reddeden yazar Yaşar Kemal'in annesini, Ermeni komşularını öldürmesinler diye kocalarının namlularını ekmek içiyle dolduran Kürt kadınları, yüzlerce can kurtaran Antepli Necmettin Bey'i, komşularına kol kanat geren Hacı Halil ve Ağa Temur'u, çocukları ağaç kovuğunda saklayan Vahabi Efendi'yi, Manisa'da Büyük Yangın'da evini kaybetmiş, komşularını kaybetmiş olmasına rağmen 6-7 Eylül Pogromu'na en güçlü tavrı alan yazar Yusuf Atılgan'ı da anlatıyor.
"Ayrımsız dayanışma ve yardım için koşanlara saygıyla… Birlikte yaşamak ne kadar zordu birlikte ölmek ise ne kadar kolay olabiliyordu. Toprağın üstünde nefreti, ayrımcılıkları, ezberleri, kimlikleri aşıp bir arada yaşamak zordu. Toprağın altında kimlik sorulmuyor. Büyük bir felaketin kurbanları yan yana. Çukurlara gömülüp bazen sadece numaralanıyordu. Ve cennetken dünyayı cehennem kılan insanoğlu ortalığı cehenneme çevirmiş bir felakette cennetten bir mucizeye sarılabiliyordu. Mucize denen dayanışmanın, ayrımcılık yapmamanın, vicdanlı olmanın zor durumdakine ses nefes olmanın el vermenin adıydı aslında. O nefesin hayatın her alanına her anına yayılmasına dair umuttu. Alevi, Sünni, Ortodoks, Katolik, Ermeni, Musevi, Rum Süryani…"
İyi ve vicdanlı insanların öykülerinden örnekler verelim…
Belgeselin genel koordinatörlüğünü yapan Umur Talu ile birlikte…
Yunan işgal ordusu gelirken Türk hemşerilerini saklayan Sökeli Rum doktor Perikli'nin öyküsü Umur Talu'dan dinleyelim:
"Beni doktor Aleko Perik'linin hikâyesi çok etkiledi. Bu adam Sökeli, babası rençber. Oğlunu göndermiş tıp okumuş. Gelmiş Söke'de doktorluk yapmış. Fakirlerin dostu olarak bilinen bir doktor. Yunan ordusu her yeri işgal ede ede geliyor o yıllarda. Türkleri meyan kökü fabrikasına İngilizler değil o götürüyor. Orası İngiliz toprağı sayıldığı için kurtuluyorlar. Perikli İstanbul'a geliyor ama tutunamıyor. Adını değiştirip Niko yapıyor. Sonrasında Atina'ya gidiyor ama orada da 'vatan haini'… Atina'da yoksullukla ölüyor, doktorluk yapamıyor.
Yaşadığı konak şimdi Söke Genç İşadamları Derneği'nin binası olarak kullanılıyor. Binan üzerinde Aleko'nun hayatının anlatıldığı bir levha asılabilirdi."
Mübadele'nin, savaşların üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçti. İnsanlar yok ama mekanlar duruyor. O nedenle mekanlar çok önemli. Belgesel için Ege'yi dolaşan, Kütahya'ya da giden Umur Talu ve Bengi Başaran mekanların hafızasının bilinmediğini söylüyorlar.
Örneğin yazar İlyas Venezis… 1904 yılında Ayvalık'ta doğdu ve burada lise eğitimini tamamladı. Kurtuluş Savaşı (1919-1922) sırasında ailesiyle birlikte işkencelerden kurtulmak amacıyla Ayvalık'tan Midilli, Yunanistan'a göç etti. Ancak Yunan askerlerin 1919'da Smirni'yi işgalinden sonra Anadolu topraklarına tekrar dönüş yaptı. Bölge sonrasında Türk ordusu tarafından geri alındığında, Venezis burada esir alındı ve bir "işçi taburunda"köleleştirildi.
Umur Talu'dan dinleyelim yine…
"Mesela Venezis'ten söz ediyoruz. Hapsedildiği yer, bugün veteriner kliniği olarak kullanılıyor. Hapsedildiği hücrenin demirleri duruyor muhtemelen. Annesi oraya dayanıp ekmek veriyormuş oğluna. Amele taburuna alacaklar onun için tutukluyorlar. Daha 17'sinde bile değil. O mekana gidince yaşananları gözünde canlandırabiliyorsunuz. Çünkü biz hikayeyi bilerek gittik ama çoğu bilmiyor.
Kütahya'ya gidiyoruz. Gomidas'ın yaşadığı ev duruyor, pencereden bir kadın bakıyor ama nerede yaşadığını bilmiyor. AKP yakın olduğunu düşündüğümü yerel bir tarihçi ile konuştuk. Bize kendi bakış açısıyla Gomidas'ı anlattı. 'Bizim evi de Rumlar yapmış, çok sağlam. Rum ustaların yaptığı bütün evler çok sağlam' dedi. İzmir yangını tartışmalı ama Manisa Yangını (Hariki Haila) kanıtlanmış bir şey. Yunan ordusu ve yerel bazı Rumların karıştığı bir yangın. Yusuf Atılgan etnik bir zulümle evini kaybetmiş komşularını kaybetmiş bir ailenin hikâyesini dinleyerek büyüyor. Ama 6-7 Eylül'de en çok tavır alanlardan biri. İşte bu yolculuk ilginç… Bir insanın etnik nefrete maruz kalmasına rağmen yine de bunu aşabilecek bilinci neyle gelişir, edebiyatla gelişir.
Doktor Bengi Başaran da yangında büyük tahribat yaşayan, ayakta kalan birkaç hafıza mekanından biri olan Rahibe Okulu'nun hikâyesini paylaştı.
"Manisa'da bir cemaat yaşadığı için bir Rahibe Okulu da var. Rahibeler yangında ve Yunanlılar geldiğinde Müslüman ağırlıklı bütün çocukları okulda saklıyorlar. O okul ayakta kalan çok az yapıdan bir tanesi… Bir sonraki jenerasyonu kendi yerlerinden edilmek pahasına, yandaş olmamak pahasına korumuşlar. O beni çok etkiledi. Bir kadın refleksi olduğunu da düşündüm."
Yönetmen Nebil Özgentürk de kendi öyküsünü paylaştı, öteki olmanın öyküsünü…
"300 yıl önce Filistin'ten Lazkiye'ye, Lazkiye'den Adana'ya gelen bir ailenin çocuğuyum. Babaannem Arapça konuşurdu Türkçe bilmezdi. Babam bana Arapça öğretmek istemedi, rahat edeyim diye. 'Oğlum bizim evde Arapça konuşulduğunu söyleme öğretmenlerine… Ezerler seni' demişti bana. Bugün bile anlatırken boğazım düğümleniyor. Oysa ben Arapça konuşmak çok isterdim olmadı… Keşke olmasaydı sonumuz böyle. Biz böyle bir toplumun içinde büyüdük. Buna rağmen olağanüstü çiçek bahçesine de sahibiz. Dünyanın en aşağılık insanlar bu topraklarda ama dünyanın en vicdanlı insanları da bu topraklarda…"
Özgentürk belgeselini yaptığı edebiyatın büyük çınarı Yaşar Kemal'in annesi Nigâr Hanım'dan da söz etti.
1915 Ermeni kırımı sonrası yıllar… Yaşar Kemal'in ailesi Van'da toprakları olan bir aile. Bereketli topraklar diye Adana Çukurova'ya geliyorlar. Ağa ailesi oldukları için onlara toprak ve çok iyi bir konak gösteriyorlar. Yaşar Kemal'in annesi Nigar Hanım konağın öyküsünü soruyor. 1915'te Suriye'ye gidenlerin konağı olduğunu öğrenince "Ben yuvası yıkılanın yuvasına giremem" diyor ve daha mütevazı bir eve yerleşiyorlar.
Belgeselin müziğini yapan Vedat Yıldırım'ın "Özgürlükçü olmak zordur. 31 yıldır bu yoldayız. Türkiye'de çok kültürlülük, bir arada yaşam ne yazık ki çok örselendi. Bugün herkes kendi mahallesinde ve kendine Müslüman bir şekilde yaşamayı tercih ediyor" sözleri aslında iyiyi arayanların ortak duygusu. İyi ki bu belgesel yapılmış. Yolu açık olsun. Umur Talu'nun dediği gibi Söke'de, köylerde, farklı farklı illerin meydanlarında gösterilse, okullarda çocuklar bu öykülerle de büyüse… Tarihi başka türlü yazanlara da yer ayrılsa ders kitaplarında… Belgeseli izleyenler yüreklerinde bir yer açabilse kendisi gibi olmayana…
Bu belgesel o yanıyla bir nostalji değil. Bakıp izleyip akıntıya karşı kürek çekenlerin cesaret ve iyiliğini bugüne bulaştırabileceğiniz bir tarih anlatımı… Unutmayalım kötülük gibi iyilik de bulaşıcıdır!
(T24 – Canan YILDIZ – 10.9.2025)








