1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. “GELİYORUM!” DİYEN…
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

“GELİYORUM!” DİYEN…

A+A-

 

Gündelik yaşamdan siyasete, köklü bir Türk adetidir içeride başka, dışarıda başka davranmak. “İçeride muhafazakâr sağ” partileri destekleyen Türkler, “dışarıda” çıkarları gereği sol/ sosyalist partileri desteklerler. Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiyelilerin on yıllardır yaptığı gibi… Bunun en önemli nedenlerinden biri de kuşkusuz Avrupa solunun genel olarak göçmenlere, özel olarak Türkiyelilere dönük politikalar üretmesi, Anadolu’nun ücra köylerinden ekmek peşine düşmüş, örgütlenme geleneği olmayan Türkiyelileri sabırla örgütleyerek, artık yurtlaştırdıkları ülkelerin siyasetine entegre etme çabası oldu… Türkiye siyaseten bu duruma karşı çıkmadı fakat başta Diyanet olmak üzere, çeşitli dernek ve vakıflar aracılığıyla Avrupa’daki Türkiyeli nüfusu kontrol altında tutmaya çalıştı. Avrupalı siyasetçiler Türkiyelileri bir oy deposu olarak değerlendirirken Türkiye’nin bu nüfus üzerindeki kontrol çabasını kabul edilebilir sınırlar içerisinde kaldığı sürece anlayışla karşıladılar. AKP’nin Batı ile çatışmaya başlamasıyla birlikte bu konsensüs bozuldu. AKP’nin Türkiyeli nüfusu ekonomik ve siyasi bir koz olarak kullanmaya kalkışması ve iç siyaseti Avrupa’ya taşımaya kalkışmasıyla birlikte problemler de başladı. Hollanda, Almanya, Avusturya krizlerine yol açan AKP siyaseti ilk kez Avrupa’daki Türklerin on yıllar içerisinde edindikleri pozisyonu tehlikeye attı. Nitekim yeni hükümetler ardı ardınca Türkiyeli nüfusun AKP tarafından şantaj aracı olarak kullanılmasını engelleyecek önlemler almaya başladılar. Örneğin Almanya, yeni yasal düzenlemeyle “Almanya’da kazanıp Türkiye’de yatırım yapma” dönemini bitirmeye yönelik ilk ciddi adımı attı. Artık Avrupa’daki Türkiyeliler bir karar vermek zorunda kalacak ve anlaşılan o ki, bundan da çok hoşnut kalmadılar…

Türkiye’nin “arka bahçesi” olarak görülen yakın coğrafyalarda ise durum farklı gelişti. Yunanistan’da, Bulgaristan’da, Irak’ta Türkiye, Türk kökenlilerin etnik temelde örgütlenmesini “kimliğin korunması” açısından önemli gördü ve buralardaki siyasi oluşumlara açıktan açığa destek vermekte çekince görmedi. Yunanistan’da, Batı Trakya’da DEB (Dostluk Eşitlik Barış Partisi) ve Bulgaristan’da HÖH (Hak ve Özgürlükler Hareketi), Irak’ta Türkmen Cephesi gibi partiler yakın coğrafyada Türkiye tarafından örgütlenmelerine açıkça destek verilen partiler oldular.

Geçtiğimiz yıl Bulgaristan’da yeni bir durum şekillendi ve AKP desteğinde kurulan DOST partisi, HÖH’ün karşısına çıkarıldı fakat barajın altında kaldı. Bulgaristan’da Türk azınlığın haklarının daha fazla genişletilmesi talebiyle ortaya çıkan DOST partisinin kurulmasıyla birlikte Bulgaristan’daki Türk azınlık ilk kez 2 partiyle seçimlere katılmıştı. 2014 seçimlerinde %14.8 oy ile 38 sandalye kazanan HÖH, 2017 seçimlerine DOST partisinin de katılması nedeniyle %9.2 oy alarak ancak 26 sandalye kazanabildi. DOST partisi ise %2.9 ile ülke barajına takıldı.

Irak’ta ise sayıları 2 buçuk milyona yaklaşan Irak Türkmenlerinin örgütlenmesinde mezhep temelli hareket eden Türkiye, bu siyasetin de etkisiyle Türkmen Cephesi’nin tabanının daha da daralmasına neden olmuştu.

Türkiye’nin yakın coğrafya siyasetinin şekillenmesinde “etnik kimlik” ve “din/mezhep” saikiyle hareket ettiği ve Türk nüfusu bu temelde bir arada tutmaya/ örgütlemeye çalıştığı anlaşılıyor.

Kıbrıs’ta ise durum bugüne dek hayli farklı gelişti. Türkiye, 1974’ten itibaren aktardığı nüfusla Kuzey Kıbrıs’ın demografisini değiştirirken Kıbrıslı Türk siyasetiyle işbirliği görüntüsünü korumaya özen gösterdi. Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan Türkiyeliler Kıbrıslı Türklerin yönetimindeki siyasi partilere yönlendirildiler. Elbette “Türkiye ile uyum içerisinde çalışacak hükümetleri kurabilme potansiyeli taşıyan” partilere… Başından beri dağınık ve örgütsüz olan “Türkiye kökenli nüfus”, Kıbrıs sağının oy deposu haline geldi ve Kıbrıs sağı da amiyane tabirle, bu lüksün hayli hovardaca keyfini sürdü.  “Hovardaca” ifadesini kullanma nedenim, Kıbrıs sağının bu oy deposu içerisinde rahatça hareket ederken, Türkiyelilerin ekonomik, sosyal, siyasal entegrasyonu, dönüşümü için hiçbir çaba sarfetmemesi elbette… Türkiyeli nüfus adeta “Nasıl olsa Türkiye işaret eder, oylar bir biçimde sandıklara dolar” yaklaşımıyla değerlendirildi Kıbrıs sağı tarafından.

Toplumsal varoluşun Türkiye tehdidi altında olduğu düşüncesiyle hareket eden Kıbrıs solu için ise Türkiyeli nüfus, “işgalin cisimleşmiş hali” olarak görüldü ve uzun yıllar bırakalım siyasi düzeyi, insani anlamda bile temastan kaçınıldı.

2000’li yılların başına kadar Adada sağıyla soluyla Kıbrıslı Türkler, ülke siyasetini şu veya bu biçimde belirleyebileceklerini düşündüler ve bu temelde nispeten içe kapanık bir örgütlenme ile siyaset yaptılar. Örgütsüz ve dağınık Türkiyeli nüfus, on yıllar boyunca Türkiye’nin işaret ettiği sağ partilere oy vermekle yetindiler ekonomik, sosyal, siyasal taleplerini Kıbrıslı partiler aracılığıyla dillendirmeye gayret ettiler.

2004 referandumundan sonra Adada Federal çözüm umutlarının azalmasıyla birlikte öncelikle Kıbrıslı Türklerin (elbette taban olarak) siyasete ilgisi azaldı ve siyasi partiler içerisindeki etkin pozisyonlarından vazgeçmeye başladılar. Kıbrıs Türk Toplumu siyasete olan güvenini yitirip, aktif siyasetten uzaklaşmaya başladıkça zaten kırılgan olan demografik denge iyice hassaslaştı. AKP’nin 2009 sonrası agresifleşen nüfus politikasının meyvelerinin alınmaya başlamasıyla birlikte Kıbrıs’ta da yepyeni bir durum ortaya çıkıyor.

AKP, Türkiye’nin 1974’ten bu yana iyi kötü yönetebilmeyi başardığı Kıbrıs siyasetini yepyeni bir dizaynla tamamen kontrol altına almaya çalışıyor. “Türkleştirme” (burada artık Türkiyelileştirme) ve “İslamlaştırma” (burada artık Sünnileştirme) üzerine kurgulanan operasyon, Kıbrıslı Türklerin aktif siyasetten uzaklaş-tırıl-masıyla birlikte siyasette yeni aktörler için mümbit bir iklimi hazırladı. Daha önceki başarısız denemeler, artık yerini öncelikle daha kabul edilebilir, “milliyetçi-seküler” denemelerle test ediliyor. 8 Ocak seçimlerinde ilk kez “başarılı” bir deneme gerçekleştirildi… 

Türkiyelilerin, “kimlikleri” etrafında örgütlenerek Kuzey Kıbrıs Parlamentosunda temsil edilmeleri kötü mü? Bu durum değerlendirmesi “iyi” ya da “kötü” olarak yapılmamalı. Bilakis kısa, orta ve uzun vadede bu yeni durumun Kıbrıs siyasetinde nasıl sonuçlara yol açacağını anlamaya çalışmak üzerine düşünülmeli…

Ada’ya aktarılan nüfus, genel olarak milliyetçi, bir ölçüde muhafazakâr ve fakat kesinlikle “Türkiye kadar” seküler bir yapı arz ediyordu. Türkiye’nin artık AKP olduğu ve AKP’nin de en agresif yöntemlerle yakın coğrafyaya “daldığı” bir iklimde Adadaki Türkiyeli nüfusun milliyetçilik ve muhafazakârlık dozunun neye evrileceği konusu kuşkusuz sağıyla soluyla Kıbrıs Türk siyasetinin öncelikli meselesi olmalıdır.

Şurası açık! Yakın zamana kadar dağınık ve örgütsüz yapısıyla sağ partilere oy havuzluğu yapan Türkiye kökenli seçmen, artık genel seçmen nüfusu üzerindeki ağırlığının farkına varıyor ve bu ağırlığın sağladığı gücü artık Kıbrıs sağının elinden almaya hazırlanıyor. Şimdi mesele, bu gücün kimler tarafından, nereye evrileceği meselesidir.

İster sağ, ister sol olsun, seküler hassasiyetleri yüksek bir toplumdur Kıbrıs Türk halkı. Daha muhafazakâr, daha milliyetçi taleplere evrilerek “organize hareket ettiğinde” Kıbrıs siyasetinin önünde durabileceği bir dalga değildir. Ada, sinyalleri verildiği gibi hızla etnik ve dini temelde şekillendirilmiş bir dizayn sonucu “Kıbrıslılar” ve “Türkiyeliler” ayrımına sürüklenirse, bunun sonuçları gerçekten ağır olacaktır.

8 Ocak seçimlerinin belki de tek ve en önemli sonucu da budur: Sağıyla soluyla Kıbrıs Türk siyaseti, artık “belirleyici” bir güce dönüşen Türkiyeli seçmene ilişkin gerçekçi, akılcı politikalar üretmek, Türkiyeli seçmeni yeniden ama bu kez bütünleştirici, kucaklayıcı, adaletli ve sağduyulu bir yaklaşımla yeniden Kıbrıs toplumuna, siyasetine entegre edebilecek politikalar geliştirmek sorunuyla karşı karşıyadır artık. Diğer tüm sorunlar demokratik siyaset içerisinde çözülür…

 

Bu yazı toplam 5159 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar