`Farz edelim ki Yahudiler Türkiye'den gitti!`
Rita Ender
Sayıları 17.000 civarında olup, hepsinin zengin, “işini bilen”, korkak, acımasız, şeytan, lobici, “fitne satan” ve iyi pozisyonlarda duran insanlar olmadığını anlatmaktan yorulduğumuz bu insanlar, biz, Türkiye’den gidince ne olacak?
Farz edelim ki, biz; tüm Türkiyeli Yahudiler, bu ülkeden gidiyoruz. Kötümser olmayalım, iyi ihtimali düşünelim:
Mecbur kaldığımız için kendi “isteğimiz” ile gitmeye kalkışıyoruz. 1934 yılında Trakya’da olduğu gibi değil yani, bile-isteye gidiyoruz. Topluyoruz tasımızı tarağımızı, yapıyoruz bavullarımızı. Arkada bırakarak şehirlerimizi, çocukluğumuzu gidiyoruz. Ofislerimizi, patronlarımızı, öğretmenlerimizi, dostlarımızı, okullarımızı, sinagoglarımızı, ölülerimizi, sevgililerimizi, bakkallarımızı, sandıklarımızı, evimizi-adamızı bırakıp gidiyoruz.
Birileri kızgın, söyleniyor; birileri kırgın ağlıyor. Birileri güçlü. Güçlü olanlar teselli veriyor: “Bizim Türkiye’de geleceğimiz kalmamıştı, her şey bundan daha iyi olacak.”
Orada bir sessizlik oluyor çünkü kimse böyle olacağına dair ne bir garanti verebiliyor, ne de bir “güvence” sunabiliyor.
Geleceği kim bilebilir? Bilinmiyor ve belirsizlik kaygı doğuruyor, çoğu kişi kaygılı. Yersiz bir kaygı da değil hani, yeni bir yaşam kuruluyor neticede.
Nereye, hangi ülkeye gidersek gidelim, hepimizin yeni işleri olacak, çocuklar yeni okullara gidecekler. Yeni evlerde yemek yapacak; yeni evlerde Şabat’ı karşılayacağız. Yeni bir dille konuşacağız, yeni bir dilde yazmayı öğreneceğiz. Artık ana dilimiz haline gelmiş olan Türkçeyi yalnız kendi aramızda kullanacağız, bir zamanların Ladinosu gibi.
Yeni siyasi partilerin oyunlarına adapte olacağız, yeni politikacılara şaşıracağız, yeni bir devlet ile karşı karşıya kalacağız. Yeni bir meslek edineceğiz, eski işimizi yeni koşullarda yapacağız. Yeni bir para birimini kazanmak için mücadele edeceğiz. Yeni yollarda tökezleyeceğiz. Okuyacağımız gazeteyi yeniden bulacağız, gideceğimiz restoranları, sinemaları, barları da. Yeniden yorulup, sıkılıp, bunalıp eskiyi özleyeceğiz. Gurbet psikolojisiyle rakı içeceğiz. O sırada Türkçe bir şarkı çıkacak birinin ağızdan. Hisleneceğiz, hislenince birbirimizden farklı tepkiler vereceğiz. Birisi soracak, “Gitmeseydik ne olacaktı?”
Bunun cevabını da kimse bilemeyecek. Herkes tahminlerini sıralayacak.
Peki, biz gittikten sonra bu ülkede ne değişecek? Bizlerin hayatı, iyi ihtimale göre yazılmış olan yukarıdaki senaryo gibi değişecek olsun; Türkiye’de ne değişecek?
Sayıları 17.000 civarında olup hepsinin, hepimizin zengin, “işini bilen”, korkak, acımasız, şeytan, lobici, “fitne satan” ve iyi pozisyonlarda duran insanlar olmadığını anlatmaktan yorulduğumuz bu insanlar, biz, Türkiye’den gitmiş olacak, olacağız. Yerlerimiz dolacak belki ama yokluğumuz boşluk yaratacak. Mutlaka yaratacak çünkü kimse vazgeçilmez değil ama, kimsenin yerini de bir başkasıyla doldurmak mümkün değil…
Mümkün olan halleri içinde hayat devam edecek. Burada hayat her zamanki kargaşası, iniş-çıkışları ve tüm duygu yoğunluğu ile sürerken, Türkiye’deki, Yahudi düşmanlığı bitecek mi?
Bitmeyecek. Ve maalesef, Yahudi düşmanlığının Türkiye’de hiçbir zaman bitmeyeceğini söylemek için geleceği görmeye veya karamsar olmaya gerek yok.
Türkiye’deki Yahudiler hakkında ezbere bilinenlerin dışındaki çoğu bilgiyi araştırmalarına borçlu olduğumuz Rıfat N. Bali’nin de binlerce kez yazdığı üzere;
“sanılanın aksine antisemitizm, münhasıran Türk Yahudilerini ilgilendiren bir mesele değildir. İleriki yıllarda
Türkiye’de tek bir Türk Yahudisi yaşamasa bile antisemitizm devam edecektir. Dolayısıyla bu mesele, küçük bir azınlık topluluğunun meselesi değil, Türk toplumunun genelini ilgilendiren bir meseledir. Antisemitizm, sadece Türkiye’ye has bir mesele de değildir.”[1]
Fakat antisemitizmin; Yahudi nefretinin, tüm evrensel yanlarına, “uluslararası prensiplerine” rağmen Türkiye’ye özgü yanları da var. Yemeğe hem kesme şeker, hem tuz atan bu topraklardakilerin ve toprakların tüm başka konularda kendine özgü halleri olduğu gibi…
Bilmiyorum Fransız düşünürlerin geliştirdikleri “iklim teorisi” (théorie des climats) ile açıklanabilir mi ama, şu sıcaklarda Türkiye’de sergilenen Yahudi düşmanlığı yine öncelikle “vatana ihanet” suçlamalarına dayanıyor.
İsrail’in gerçekleştirdiği Gazze Operasyonu karşısında, Türkiyeli Yahudilerin yine bu vatana aidiyetleri sorgulanıyor ve İsrail’e bağlılıkları-bağlı olma olasılıkları lanetleniyor. “Bunlar İsrailli”, “orduya para gönderiyorlar”, “gerekirse İsrail’e gider savaşırlar da”…
Yüzlerce yıldır buralı olan bu insanlar; bizler ise, tüm bu asılsız suçlamalarla nasıl mücadele edeceğimizi şaşırıyoruz. İlk akla gelen, ilk yapılan “vatan, millet, Sakarya” dörtlüklerine sarılmak oluyor. Sadakat bağlarımızı birilerinin gözüne böyle sokuyoruz.
Sokmak zorundayız da çünkü birileri sürekli kapıyı yumrukluyor: Sinagogların önüne gelip, tehditkar şekilde bağırıyorlar, yaşadığımız mahallelerde gamalı haç ve Hitler portreli t-shirtleriyle dolanıp çocukların gözlerinin içine bakıyorlar. Özellikle sosyal medya üzerinden gönderilen mesajlarla sürekli küfür edip, oy kullanma hakkımız olmadığından doğal olarak seçmiş de bulunmadığımız yabancı bir devletin hükümetinin kararlarını ve daha kötüsü vicdansızlıklarını bizim suçumuz olarak algılıyor ve adlandırıyorlar. Ve gerçekten onurumuzu kırıyorlar.
Gazze’de yüzlerce insan acımasız şekilde öldürülürken, İsrail halkı Hamas’tan da savaştan da bıkmış ve ciddi anlamda yılmışken, bizim burada “kırılan onurumuz”dan bahsetmemiz lüks oluyor. Haysiyetten bahsetmek şımarıklığa dönüşüyor. Fakat nefret söylemleri en çirkin haliyle devam ediyor. İsrail devletinden bahsetmek isteyen biri, bir Yahudi bulduğunda hiç çekinmeden “siz” diye hitap ederek Orta Doğu hakkındaki sözlerine başlayabiliyor. “Biz buralıyız” içerikli cevaplar karşısında ise, bazen bu cevabı veren-vermek zorunda kalanlar da utanıyor.
Çünkü insan kendine soruyor: Buralı olmasam ve burada bulunmayı seçsem, o zaman bu saldırılar haklı mı olacaktı? Amerikalı bir Yahudi’nin mesela, Türkiye Cumhuriyeti devletinden aldığı tüm izin belgeleri, çalışma ve yaşama izni ile hukuka ve devletlerarası antlaşmalara uygun olarak burada Yahudiliğini saklamadan huzurla yaşama hakkı yok mu? Zaten pek matah olmayan “Yahudi”nin ancak yerlisi mi makul bulunmak zorunda?
Yabancı birinin Türkiye’deki “makul” vatandaşlığı ve bunun nasıl sergilenmesi gerektiğini anlaması kolay değil. Tıpkı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde yapılan savunmalarda, hâkimlerin, içlerinde Yahudilerin vakıflarının da yer aldığı cemaat vakıflarının mal edinemeyeceğine dair 1974 tarihli o meşhur Yargıtay kararını anlamakta zorlandıkları gibi...
Çok çok çok azı mahkeme kararlarına konu olmuş olan bu ülkedeki Yahudi düşmanlığının bir başka özelliği ise, Yahudi düşmanlığı yapmanın bir suç olarak görülmemesi. Yıllardır binlerce kez yazılıp çizildiği üzere, bu ülkede ırkçılığı engellemeye yetecek, nefret söylemini engellemeye yarayacak ve hatta antisemitizmi de cezalandıracak hukuki sistem, buna elverişli kanun maddeleri mevcut.
Fakat uygulama bu yönde değil. Sayfalarına çarşaf çarşaf Yahudi nefreti basan ve sonra yayan, özellikle dini liderlerimizi fotoğraflarını da kullanmak suretiyle hedef gösteren, Hitler’e övgüler yağdıran ve arkasından hepimizi öldüremediği için ağıtlar yakan gazeteler var. Varlıklarını, cesaretle hiçbir yargılanmaya; yargılanmak bir yana sorgulanmaya maruz kalmadan sürdürüyorlar. İnsan hakları normları ve görgü kurallarına göre “politically correct” ( siyasal/politik olarak doğru) olma kaygıları hiç yok. Başka siyasi kriterlere göre zaten kendi doğrularını yapıyorlar…
“Politically correct” olmama özgürlüğü ve aynı zamanda içtenliğinin de bu ülkeye özgü halleri var. Yahudi düşmanlığı bağlamında bu özgürlük hali en klişe şekliyle “hoşgörü” söylemiyle kodifiye ediliyor. Osmanlı’nın anlı şanlı kapılarını açarak Seferad Yahudilerini misafir etmesini dillendiren o anlatılarda, Türkiye’deki Yahudilerin her zaman ne kadar “şanslı” oldukları da satır arasında hatırlatılıyor.
Zira Türkiye, kendi vatandaşlarını toplama kamplarını göndermemiş, onları korumuştur. Dolayısıyla Türkiye devletinin, özellikle Holokost karşısında kendi sorumluluğunu kabul eden ve bu konuda özür dileyen Fransa, Almanya gibi ülkelerden farklı olarak, Yahudilere karşı tutumu zaten ortadadır!
Son yıllarda, belki biraz da Corry Guttstadt’ın “Türkiye, Yahudiler ve Holokost” isimli kitabının da etkisiyle bu konuda çalışmalar yapılmaya ve bu tutum tartışılmaya başlansa da, Türkiye’deki Yahudilerin bir kısmı soykırım kurbanı olmadıklarına şükrederler. Soykırım kurbanı olmak yerine o dönemde, Varlık Vergisi ödedikleri için, askere alındıkları için, Aşkale’ye gönderildikleri için vs…
Bu “vesaire” faslı buluşturucudur. Yahudiler, Türkiye’deki diğer gayrimüslim azınlıklarla bu noktada buluşurlar. Kimsenin buluşma merakı, isteği, kaygısı olmasa ve hatta cemaat yöneticileri aksi için mücadele etmiş olsalar da; Türkiye’de Yahudi düşmanlığının, gayrimüslim düşmanlığından ayrılmadığı noktalar vardır.
İsrail, Yunanistan veya Ermenistan ile bağlantılı bir olay söz konusu değilse; gavur, gavurdur işte. Bu anlamda fevkalade eşitlikçi bir yaklaşım söz konusudur. Örneğin Isparta’da sadece duvarları kalmış Rum kilisesinin içine yazılmış “duygu dolu kardeşlik” şiirlerine, Anadolu’nun herhangi bir yerindeki otopark olarak kullanılmakta olan bir sinagog duvarında da rastlanılır. Fakat sanırım İsrail, Yunanistan ve Ermenistan devletlerinin politik, ekonomik durumlarına, güç oranlarına ve Müslüman dünyası ile olan ilişkilerine bağlı olarak, Türkiye’de gayrimüslim gruplara karşı olan nefretin tipleri başkalaşabiliyor…
Başkalaşan gruplar, “başka” görüldükleri, “başka” gözüktükleri hatta kendilerini “başka” kılmış oldukları halde bile, o başka olmayanlarla aynı haklara sahipler. Yaşanan haksızlıklar onların ülkesinde, ait ve sahip oldukları, gönül bağıyla bağlı oldukları ülkede yaşandığı sürece, çözümü bulmak; onların önceliği olsa da; ülkenin meselesi ve daha fazlası sorumluluğudur.
Bu sorumlulukların yerine getirilmesi için sürekli düşünüyoruz, konuşuyoruz, karşılaştırıyoruz. Anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Ağlıyoruz, korkuyoruz, sinirleniyoruz, kırılıyoruz, cesaretleniyoruz… Ve dua ediyoruz. Sinagoglarda, Tevratların durduğu dolap karşısında söylenen dua ile ülkemizin Cumhurbaşkanının adını anıyor ve Tanrı’dan ülkemizi korumasını diliyoruz.
Tanrı’nın yalnız bizi değil; kendi ülkemizdeki varlığımızı da koruması dileğiyle…
* Rita Ender, avukat, azınlık hakları üzerine çalışıyor, Güncel Hukuk dergisi ve Agos gazetesinde yazıyor.
[1] Rıfat N. Bali, Toplu Makaleler-II Türkiye’de Antisemitizm ve Komplo Kültürü, İstanbul, Libra Yayınları, 2013, s.75
(BIANET.ORG – Rita ENDER – 2.8.2014)