Çıkmaz Sokakta “Yücelik” Arayışı: Gerçeklerden Uzak Bir Siyasetin Anatomisi
Kıbrıs meselesinde son dönemde sergilenen tutarsız siyaset, artık hem içeride hem de dışarıda inandırıcılığını yitirmiş durumda. “Egemen eşitlik” ve “eşit uluslararası temsiliyet” gibi soyut kavramların etrafında dönüp duran resmi söylem, zaman içinde “iki devletli çözüm” adı altında bir başka çıkmazın içine yuvarlandı. Kimilerine göre ise mesele sadece “3D” yani doğrudan ticaret, doğrudan uçuş ve doğrudan temas… Oysa bu kavramlar ne tutarlı bir stratejiyle destekleniyor ne de içeriği net bir biçimde ortaya konuyor. Kimin ne dediği belli değil, kimin ne için konuştuğu ise daha da belirsiz. Farklı düşünen herkes ise bir çırpıda “cahil” ilan ediliyor.
2017 Crans-Montana Konferansı’ndan sonra çözüm umutlarının bir nebze kıpırdadığı an Berlin’de yaşanmıştı. 2019 Kasım’ında BM Genel Sekreteri Guterres, dönemin liderleri Mustafa Akıncı ve Nikos Anastasiadis’i bir araya getirdi. Yapılan açıklamalarla, Crans-Montana’da raydan çıkan trenin yeniden yola sokulacağı söylendi. “Varılan mutabakatlara”, “Guterres çerçeve belgesine” ve “11 Şubat 2014 Ortak Açıklaması”na bağlılık teyit edildi. Fakat bu buluşma, çözüm yolundaki son “resmi” durak oldu. Sonrası gayri resmi temaslarla geçti; o temaslarda da esaslı bir ilerleme sağlanamadı. Beş yıl geçti, taş üstüne taş konamadı.
Peki neden? Çünkü bugün resmi Kıbrıs Türk siyasetinin temelinde “ayrı egemenlik” talebi var. Sayın Tatar’ın çizdiği rota, iki ayrı yapının fiili varlığına ve federal çözüm denemelerinin sözde başarısızlığına dayanıyor. Bilinmesi gerekir ki bu yaklaşım, özünde Kıbrıslı Türklerin 1960 Anayasası’ndan doğan ortaklık haklarını kendi elleriyle geçersizleştirmeye kapı aralıyor.
Hükümet ekseninde de dillendirilen bu “ayrılıkçı” söylem, BM Güvenlik Konseyi’nin 186 sayılı kararına dayanarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tek egemenliğini sorgulamaya çalışırken, aynı zamanda mevcut uluslararası hukuka sırtını dönüyor. Ne acıdır ki, bu siyaset, bilerek ya da bilmeyerek Kıbrıslı Türklerin uluslararası meşruiyet zeminini ortadan kaldırıyor.
Gerçekler nettir: Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıslı Türklerin ve Rumların eşit ortaklığı temelinde, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğü altında kuruldu. Bu yapının, sadece dört yıl sonra yani 1964’te tüm sorunlara rağmen iki ayrı devlete bölünmesini beklemek, o gün de gerçek dışıydı, bugün ise daha da anakronik. Üstelik hâlâ bu çıkmaz yolda ısrar etmek, bir çıkmaz sokakta “bu benim hakkım” diye bağıra bağıra yürümeye benziyor. Ne uluslararası hukuk ne siyasi gerçeklik ne de tarih buna kapı açıyor.
Türk Devletleri Teşkilatı ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi platformlarda görünürlük kazanmak önemli bir adımdı, evet. Ancak buralarda öncelik, KKTC’nin tanınması gibi ham hayaller değil; ekonomik, sosyal ve kültürel işbirliğini artırmaya dönük akılcı diplomasi olmalıydı. Aynı anda Avrupa Birliği ile ilişkilerin güçlendirilmesi gerekirdi. Hâlâ askıda olan “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” bu kapsamda ısrarla takip edilebilirdi. Ama edilmedi. Çünkü tercihler, gerçekle değil arzularla şekillendi.
Gerçek şu ki: Sürece “önce ayrı devlet tanınsın” gibi dünyanın reddettiği bir ön koşulla başlamak, diplomatik intihardan farksızdır. Ne tanınma sağlandı ne doğrudan temaslar başladı ne de ticari açılım mümkün oldu. Arabayı atın önüne koyan bir siyasetle, sonuç bir çıkmaz oldu: yerinde saymak, hatta geriye gitmek.
Kıbrıs Türk sağının “ayrı devlet” tutkusu, tıpkı Rumların 1950’lerdeki Enosis hayali gibi, gerçekle bağını çoktan koparmış bir ütopyadan ibaret. Her ikisi de kendi halkına umut değil, çıkmaz vaat etti. Kimilerine göre “hayali cihana değer”; ama unuttukları şu: Hayal, hakikate çarptığında paramparça olur. Biraz tarih bilinci, biraz siyaset sezgisi ve azıcık da kendi toplumunu tanıma gayreti, bu politikanın sonunun nereye varacağını en başından gösterirdi. Ama belli ki mesele ne tarih, ne toplum, ne de siyaset… Mesele, inatla sürdürülen bir yanılsamayı gerçek gibi sunma ısrarı.
Sonuçta 4 Nisan 2025’te Semerkant’ta imzalanan 1. AB-Orta Asya Zirvesi Ortak Bildirgesi, BM Güvenlik Konseyi’nin 541 ve 550 sayılı kararlarına açık bir atıfla, uluslararası ilişkilerin soğuk ve sert gerçeklerini bir kez daha yüzümüze çarptı. Onca hamasi söyleme, diplomatik şova ve “yeni siyaset” masalına rağmen, o bildirge adeta çıkmaz sokak siyasetine düşülen son damgayı vurdu. Ve böylece, yıllardır sürdürülen “ayrı devlet” söylemi; Kıbrıslı Türkleri yalnızca uluslararası meşruiyet zemininden koparmakla kalmadı, aynı zamanda toplumun kendi içinde derin bir ayrışmayı da tetikledi. “Devlet tanıtıyoruz” diye sunulan bu siyasi hamle, sonuçta bir halkın göz göre göre daha da zor şartlarda bir yaşama mahkum edilme girişimi oldu.
Artık gerçeklerle yüzleşmenin, “hikâyeleri” bırakıp politika üretmenin zamanıdır. Geçmişte hata yapılmış olabilir ama gelecek hâlâ şekillenebilir. Yeter ki çıkmaz sokağı “kader” değil, yanlış rota olarak tanımayı başaralım.