
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (18)
Niyazi Kızılyürek: Bir yandan üniversite eğitimimize devam ediyor, diğer yandan da kurduğumuz Kıbrıs Barış Komitesi’nde küçük çaplı etkinlikler düzenliyorduk. Karınca kararınca Kıbrıs Sorununu gündeme taşıdığımız Bremen Üniversitesinde Alman, Türkiy
Niyazi Kızılyürek
Bir yandan üniversite eğitimimize devam ediyor, diğer yandan da kurduğumuz Kıbrıs Barış Komitesi’nde küçük çaplı etkinlikler düzenliyorduk. Karınca kararınca Kıbrıs Sorununu gündeme taşıdığımız Bremen Üniversitesinde Alman, Türkiyeli ve Yunanlı solcular bize epeyce destek oluyordu. En önemlisi, biz bu süreçte Kıbrıs Sorununu daha farklı irdelemeye başladık. Başka pek çok ülkeyle ortak bir kaderi paylaştığımızı, hiç de istisna olmadığımızı anlamaya başladık. Bir yanımız Sömürgeciliğin ve Yeni-Sömürgeciliğin mağduru idi, diğer yanımız etnik çatışma ve milliyetçiliğin. Bu da bizi diğer Asya-Afrika ülkeleriyle aynı tarihsel kategoriye koyuyordu. Kuşkusuz, Türk ve Helen milliyetçilikleri adanın kaderinin belirlenmesinde belirleyici rol oynamıştı. Dolayısıyla Türkiye ve Yunanistan’daki gelişmeler bizi çok yakından ilgilendiriyordu.
1980 yılında Türkiye’de gerçekleşen darbe sonrasında üniversitedeki ortam daha da hareketlendi. 12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde Kıbrıs’ta tatildeydim. Sabahleyin babam beni uyandırarak kötü haberi verdi. Almanya’dan arabayla gelmiştim ve arabayla geri dönecektim. Türkiye’yi boydan boya aşarak Bulgaristan, Yugoslavya ve Avusturya üstünden yaptığımız yolculuk 3-4 gün sürüyordu. Türkiye’den geçerken her yerde askeri yönetimin yarattığı kasvetli havayı hissetmiştik. Fakat darbenin sonuçlarını ağırlıkla Almanya’ya vardığımız zaman keşfedecektik. Ülkeyi terk eden pek çok Türkiyeli aydın ve militan soluğu Almanya’da almıştı. Düzenli olarak yapılan dayanışma etkinlikleri hayatımızın bir parçası olmuştu. Bu arada, başlarda solcuları sevindiren “İran Devriminin” gerçek yüzü de ortaya çıkmış, “Devrimi” selamlayan İran Komünist Partisi Tudeh’in üyeleri de Almanya’ya akın etmişti. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi solcu öğrencileri ikiye bölmüştü. Kimi “Afgan Devriminden” Kimi de “Sovyet İşgalinden” söz ediyordu. Bu durum, Alman komünistleri arasında da fikir ayrılığına yol açmıştı. Sovyetlere yakınlığı ile bilinen Alman Komünist Partisinden ayrılanlar bile olmuştu.
Vaktimizin çoğunu faşizm tartışmalarıyla, gösterilerde ve dayanışma gecelerinde geçiriyorduk. Özellikle yurttaşlıktan çıkarılan Cem Karaca’nın İstanbul hasretiyle verdiği konserler kanımıza işliyordu. İlk kez Luricina gettosunda dinlediğim bu saksafon sesli adam şimdi karşımızda konserler veriyordu ve bizim onunla laflama fırsatımız oluyordu. Mutsuzdu. Almanya’da sürgünde yaşıyordu ve büyük ilgi görmesine rağmen mutsuzluğunu gizleyemiyordu. “Çok Yorgunum Kaptan/Beni Bekleme Sakın” şarkısını Almanya’da yapmıştı. Parçayı sade bir gitarla dinlediğim ilk yorumunda Cem Karaca’nın Nazım Hikmet’in bu şiiri yazdığı zaman hissettiği yorgunluk ve hasreti hissettiğini düşündüm.
Özellikle Kürtlerin hikayesi yürek yakan cinstendi. Varlıklarını ilk defa 1974 yazında Gastros tepesinde nöbet tutan Türk askerlerinden öğrendiğim Kürtler bütün haklardan mahrum oldukları gibi varlıkları da yadsınan bir halktı. Kenan Evren cuntası Kürtlerin “Dağ Türkü” olduğunu söylüyor ve bunu “son derece bilimsel” bir şekilde izah ediyor, inkarın epistemolojisinin komik bir versiyonunu sergiliyordu: Kürt kelimesi “dağlarda yürüyen Türklerin ayakkabılarının çıkardığı “kart kurt” seslerinden gelmeymiş ve aslında böyle bir halk yokmuş. Kürt halkının varlığını inkar eden bu söylenceye ağır işkenceler refakat ediyordu. “Olmayan” Kürtlere Diyarbakır cezaevinde olmadık işkenceler yapılıyordu. Kürtlere reva görülenler insanım diyen herkesin yüzünü kızartıyordu. İşkenceci askerler arasında Kıbrıs’ta görev yapanlar veya esir düşen Kıbrıslı Rumlara işkence uygulayanlar da vardı. Kürtlere farklı bir yakınlık duyuyor, düzenledikleri etkinliklere büyük bir istekle katılıyorduk. Pek farkında değildik ama galiba bir tür “kader birliği” içinde olduğumuzu hissediyorduk. Dayanışma olsun diye evimizde misafir ettiğimiz Kürt aydınlardan Zeki Bozarslan sayesinde Kürtlerin tarihini ve çilesini derinlemesine öğrenme şansımız oldu. Zeki aydın bir Kürt idi. Yüksek okul filan okumamıştı. Mesleği terzilikti. Fakat çok derin bir tarih bilgisine sahipti. Defalarca hapse düşmüş, ağır işkenceler görmüştü. Evimizde kaldığı süre içinde ondan pek çok şey öğrenmiş, Türk eğitim sisteminin bizde açtığı delikleri bir nebze olsun kapatmıştık. Zeki, daha sonra İsveç’e yerleşti ve orada öldü. Zeki’nin önerdiği kitaplar arasında İsmail Beşikçi’nin de kitapları vardı. Beşikçi Kürt değil, Türk’tü. Bir sosyolog olan Beşikçi yaptığı araştırmalarla Kürtlerin tarihi ve sosyolojisine ışık tutmuş, resmi ideolojiyi yapı-sökümüne uğratmıştı. Türkiye’de sosyal bilimlerin onuru olan İsmail Beşikçi’nin kitaplarını okumak son derece ufuk açıcıydı. Yazarın sırf kitap yazdığı için hapiste olduğunu öğrenmek ise oldukça sarsıcıydı. (Yakın geçmişte İstanbul’da bir araya geldiğim İsmail Beşikçi’nin toplam 18 yıl hapis yattığını hiç kahramanlık taslamadan kendi ağzından işittim ve bu mütevazi insana bir kez daha hayran oldum).
O önemde yabancı örenciler temsilciliğine seçilmiştim. İranlı, Iraklı, Afgan, Kürt, Yunan, Latin Amerikalı, kısacası Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen öğrencilerin oluşturduğu Temsilciler Komitesi çeşitli etkinlikler düzenlemenin yanı sıra, üniversite yönetimine de katılıyordu. Üniversitenin uyguladığı “Birlikte Karar Verme” (Mitbestimmung) politikasının bir sonucu olarak okula alınacak yabancı öğrenciler konusunda biz de söz sahibiydik. Üçüncü Dünya ülkelerinden müracaat eden binlerce öğrenci arasında kontenjanın elverdiği ölçüde ve sosyo-politik kriterler göz önünde tutularak öğrenci seçimi yapıyorduk. Örneğin savaş bölgelerinden gelen öğrencilere veya açlığın tehdit ettiği Afrikalılara öncülük veriliyordu. Müracaat formlarını değerlendirdiğimiz bir toplantıda gözüme “Zypern” sözcüğü ilişti. Hayretle, Kıbrıs’tan bir müracaat olduğunu gördüm. Hemen Kıbrıslı öğrencinin alınması gerektiğini ileri sürdüm. Toplantıya katılanları ikna etmek zor olmadı. Kıbrıs hem savaş bölgesiydi, hem de üniversitesi olmayan bir ülkeydi. Toplantı bitince dosyadaki temas bilgilerine bakarak telefon açtım ve sabırsızlıkla üniversiteden yanıt bekleyen öğrenciye Bremen Üniversitesine alındığını haber verdim. Ayrıca, Bremen’e geldiği zaman bir süre için bizde misafir olabileceğini söyledim. Çok geçmeden elinde gitarı genç bir adam kapımıza dayandı. Onu sevgiyle ağırladık ve ilk akşamın şerefine Kıbrıs misafirperverliğinin bir gereği olarak Mulihiya pişirdik. Genç adam iktisat bölümüne kayıt yaptırmıştı. Fakat yaptığımız sohbetlerde sosyo-ekonomik konulardan çok müziğe meraklı olduğu anlaşılıyordu. Sadece meraklı değil, müthiş bir de yeteneği vardı. Neden müzik okumadığını sorduğumuzda, ailesinin karşı olduğunu söyledi. Tipik bir Kıbrıslı Türk durumu… Ailelerin çoğu müzik okumayı “oğlumuz çalgıcı mı olacak” diye hor görüyordu. Babalar oğullarının “ciddi” sayılan “etiket” sahibi olmalarını istiyordu. Olacak gibi değildi. Bu kadar yetenekli birinin iktisat bilimlerinde vakit öldürmesi kabul edilemezdi. Sonunda babasıyla konuşmaya karar verdim. Bir yaz tatilinde babayla uzun uzadıya sohbet ettikten sonra müzik eğitiminin önü açıldı. Konservatuara naklini yaptıran genç öğrenci kısa bir süre sonra harika işlere imza atmaya başladı ve sonunda da Bremen Opera Hause’un kadrolanmış sanatçıları arasında yer aldı. Sadece opera sanatçısı değildi. Mükemmel pop müziği de yapıyordu. Ve zor baba bir gün Bremen’e geldi. Oğlunun konseri vardı. Hem de ne konser… Ünlü Yunanlı sanatçı Maria Farantouri ile birlikte Mikis Theodorakis’in Canto General’inin seslendirecekti. Konser bittiği zaman salon “Can Tufan” sesleriyle çınlarken babanın gözlerinden yaşlar dökülüyordu…
Can Tufan’ın başarılı bir sanatçı olması Rejimin mağdurlarından olmasını engelleyemedi. Verdiği dayanışma konserleri ve çalıştırdığı koroların barış mesajları Rejimin sevdiği şeyler değildi. Hele Güney Kıbrıs’a gitmesi ve Kıbrıslı Rumlarla birlikte konser vermesi, görev icabı “milli marşlar” dinleyen ve Türkiye’den gelen sanatçıların “döktürdüğü” arabesk müziklerle eğlenen Kıbrıs Türk elitlerini fena halde rahatsız etti. Defteri çarçabuk dürüldü ve adı “Vatan Hainleri” listesine işlendi. Bundan böyle yasaklılar arasında yer alacak, konserlere çağrılmayacak ve epeyce hırpalanacaktı. Kuşkusuz, hükmü Mesarya Ovası ile sınırlı olan Rejim’in bu faşizan uygulamaları Can Tufan’ın yükselişini engelleyemedi. Can Tufan, Almanya’da sanat kariyerini hala sürdürüyor ve Bremen Operasında beğeniyle izleniyor. Rejimin elitleri ise dün olduğu gibi bugün de dünya kadar paralar ödeyerek Türkiye’den çağırdıkları “starların” arabesk müzikleri eşliğinde eğlenmeye devam ediyor…

















