Bir Ülkenin Kendiyle Hesaplaşması
“… Dişliler bile bazen çarkla gönül bağı kurarlar, düzenle özdeşleşirler.”
Çok düşündüm bu cümlenin üzerinde… Yaşadığımız düzende pek çok tanıklığımız var böyle. Kimi zaman “kahraman” edasıyla karşınızda dururlar, kimi zaman “devrimci” kılığında…
Yozlaşmış, çürümüş, değerlerini yitirmiş, bireyci hesaplara tutsaklaşmış bir çarkın dişlisine dönüşür nicesi…
Statükonun rehineleri ya da fırsatçıları…“Değiştiremiyorsan uyum sağla!”
Ya da “değiştirmek ister gibi görün ama uyumlaş!”
İkincisi daha riyakârca…
***
Bir emekli general…
İşkenceci…
Bir eski avukat…
Devrimci…
Bir deniz kenarında kesişen iki yalnızlık.
“Yeniden doğmadığımız küllerimizin esaretinde, kısır bir döngüde, hapsolmuşuz yenilgilerimize…”
Türkiye’nin hınç, şiddet, darbe, insan hakları ve demokrasi tarihiyle yüzleştiriyor hepimizi Arafta Düet romanı…
Biraz da kendimizle…
Roman, “vatan”la “vicdan” arasında sıkışmış bir ülkenin hikâyesi aslında.
Yıllarca süren korkular, nefretler, inkârlar…
Kimse kazanmıyor sonunda.
Politik ve toplumsal bir hafıza yolculuğu, sarsıcı bir sorgulama, kaleme sarılmış bir direniş…
İki yazarı var romanın…
İki eş yazar, bugüne kadar hiç yüz yüze görüşme imkânı bulmamış.
Yazarlardan biri sekiz yıldır hapiste: Selahattin Demirtaş.
Diğeri Yiğit Bener…
Birbiriyle hiç yan yana gelmemiş iki isim, bir ülkenin kendiyle hesaplaşmasını bundan daha iyi anlatamaz; bir “cumhuriyet”in resmi tarih dışındaki gerçeğini bu kadar sürükleyici dile getiremezdi.
Vicdan, itaat, görev, emir gibi kavramlar ne kadar da tanıdık bize… Öfke, yorgunluk, görünmezlik, dayatma ne kadar da benzer…
***
Deniz kenarındaki küçük bir evde huzur arayan emekli tümgeneral Ayvaz Dere ve darbe yıllarının solcu avukatı; takıntılarıyla didişen, mutsuz bir evliliğin ardından hayata tutunmaya çalışan Sinan…
“Geçmiş, kesip atabileceğin bir ur ya da uzuv değil ki! Ölene kadar peşinden gelip duruyor işte…”
Ayvaz’ın ve Sinan’ın sesi, Kıbrıs adasına dair de güçlü çağrışımlar yapıyor.
Siyasal olarak devletin güçle kurduğu düzenin insanı nasıl körleştirdiğini anlıyor; “ötekine” yüklenen nefretin derin kesiğini hissediyorsunuz.
***
"Kürt anasını görmesin” anekdotunun paylaşıldığı sayfalar, romanın en ürperten aynası.
Kin, öfke ve hınç duygusunu sarmalayarak; bir halkın yok sayılışı ve bir insanın nefretle kuşatılışı hikâyeye yediriliyor.
“…
Günün birinde iki mahkûmu asmaya götürüyorlar. Bunlardan biri Kürt, diğeri Türk. Âdet olduğu üzere idamlık mahkûmlara son istekleri sorulur. Kürt, ‘Ben anamı görmek istiyorum,’ der.
Türk’e sorulur: ‘Senin son isteğin nedir?’
Türk de şöyle der: ‘Kürt anasını görmesin.’
…”
Belki de Arafta Düet tam olarak şunu söylüyor:
Biz hâlâ araftayız.
Çünkü birbirimizin sesini duymadan konuşuyoruz.
Biz boşluğa baktıkça, boşluk da bize bakıyor bir süre sonra...
“Vicdan, ortak bir değer mi gerçekten?
Bir gün gerçekten barış gelecek mi bu topraklara?”








