1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Avustralya’ya göç eden Kıbrıslı kadınların duyguları...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Avustralya’ya göç eden Kıbrıslı kadınların duyguları...”

A+A-

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

Avustralya’ya göç eden Kıbrıslı kadınların duygularını kaleme alan değerli arkadaşımız, akademisyen, araştırmacı-yazar, grafik sanatçısı ve “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Öyküler” sosyal medya sayfası yöneticisi Konstantinos Emmanuelle, “Vatan Hasreti” adını verdiği bir de poster hazırladı ve bu poster, 2021 yılı Yaratıcı ve Sahne Sanatları Pan-Elen Festivali’nde yarışacak... Arkadaşımız Konstantinos Emmanuelle’in çizdiği bu afiş için şöyle yazıyor: 

CESUR AMA KORKMUŞ KADINLARA ADANMIŞ BİR AFİŞ...

“Bu afiş, tüm o cesur ama aynı zamanda korkmuş genç kadınlara adanmıştır, kendi bildik çevrelerinden ayrılarak yurtdışına, bilinmeyen bir geleceğe doğru yol almış kadınlara... Benim annem Panayiota gibi kadınlara adanmıştır – O da, babasının isteğini kırmayarak Avustralya’ya seyahat ederek hiç bilmediği bir adamla evlenmeye razı olmuştu, yani babamla evlenmeye... Annem gibi pek çok kadın vardı, kimisi 15 yaşlarında genç birer kızdı ve görücü usülü evliliklere zorlanmışlardı ve buna karşı çıkacak yetenekleri ya da opsiyonları bulunmuyordu... Annem bana sık sık “O günlerde işler böyleydi” diyordu...

1953 yılının Aralık ayında annem ailesini, arkadaşlarını, akrabalarını geride bırakarak dünyanın neredeyse yarısını aşacağı bir seyahate çıkarak hizmet edeceği, saygı gösterip sözünden çıkmayacağı bir adamla evlenmeye gidiyordu – o günlerin adetlerine göre hürmetkar bir eşten beklenenler buydu çünkü.

“NEYSE Kİ BABAM İYİ BİR ADAMDI...”

Neyse ki babam iyi bir adamdı... Mektuplaşmalar aracılığıyla getirilen başka bazı gelinler o kadar şanslı değillerdi. Kocaları şiddete başvuruyor veya başka kadınlarla ilişkiye giriyor ya da çok içki içiyor veya kumar oynuyorlardı ve hiç de iyi adamlar değillerdi...

Benim sanat çalışmam genç bir Kıbrıslı kızı gösteriyor, vatan hasreti çekiyor ve bu hasretle memleketindeki ailesine bir mektup yazıyor... Elbette 1950’li ve 60’lı yıllarda bu herhangi bir genç göçmen kadın olabilirdi... Geminin güvertesinde oturuyor (belki de bu bir balkon veya veranda da olabilir) ve bavulunun üstünde bir mürekkep hokkası duruyor ve mektup yazdığı kağıtlar...

“KADINLAR KENDİ KADERLERİYLE İLGİLİ SÖZ SAHİBİ DEĞİLLERDİ...”

Yabancı topraklara doğru üzücü yolculuklarını hatırlayan pek çok kadınla röportaj yaptım. Kaynanam Katerina gibi kadınlar henüz 15 yaşındaydı, köyünden ayrılarak Londra’da yaşayan kızkardeşlerine gitmişti. Pek çok kadın zaten nişanlanmıştı ve nişanlılarının izinden cesur yeni bir dünyaya doğru gidiyorlardı.

Bazıları zaten evliydi ve kocalarına kavuşmak için sabırsızlanıyorlardı, çoğunlukla da küçük çocuklarıyla birlikte gidiyorlardı. Kesin olan tek şey vardı ki o da bu genç kadınların yalnızca kendilerine verilen talimatlara (veya emirlere) uydukları, nerede yaşamak istedikleri veya Kıbrıs’tan ayrılıp gitmeleri gibi konularda söz söylemelerinin pek de mümkün olmadığıydı...

Ve tabii bir de annem gibi kadınlar vardı. Sırf farklı bir ülkede bir adam fotoğraflarını görüp de “Evet, bu olabilir” dediği için bir gemiye bindirilmişlerdi. Erkekler için de bunun kolay olmadığını tahmin ediyorum. Babam gibi Kıbrıslı erkekler de, o günün ahlak kurallarına ve beklentilerine uymaktaydılar yalnızca. Avustralya’ya giden gemide neler hissettiğini sorduğum annem bana şöyle yanıt vermişti:

“ÇOK KORKMUŞTUM...”

“Ne hissettiğimi sanıyorsun? Korkmuştum. Altı hafta boyunca kaygıdan hastalar olmuştum. Uyuyamıyordum, yemek yiyemiyordum. Yalnızca Tanrı’ya ve Meryem Ana’ya beni korumaları için yakarıyor, dualar ediyordum. Babanın bana iyi davranacak olan iyi bir adam çıkması için sürekli dua ediyor ve bunu umut ediyordum. Ayrıca ana-babamı da çok özliyordum. Ailemi özlüyordum, arkadaşlarımı özlüyordum, köyümü özlüyordum. Sürekli şunu düşünüyordum: Acaba kendi ailemi ve köyümü bir daha görebilecek miydim?”

Anneme, “Öyleyse babamla ilk tanıştığında neler düşünmüştün?” diye soruyorum. Gülüyor ve başını sallıyor... Şöyle diyor:

“Melburn Limanı’nda gemiden indiğimde yaz ortasıydı, bunu hatırlıyorum. Sonra şu dertli adamı görmüştüm, üstünde sallanan bir pantolon giyiyor ve rıhtımın sonunda dikiliyordu. Hiç de bana göndermiş olduğu fotoğrafına benzemiyordu. Gerçeği söylemem gerekirse, biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Sonra alıp beni Collingwood’taki küçük, karanlık ve nemli evine götürdü. Ondan sonra gerçekten vatan hasreti hissetmeye başlamıştım. Odamda saklanıp sürekli ağlıyordum, ağlıyordum...”

“BABAM SABIRLI BİR İNSANDI...”

Ancak babam sabırlı bir insandı. Anneme yeni çevresine ve kendine alışması için zaman ve alan tanımıştı... En azından bana öyle demişti... Babam da bana, annemin kendisine göndermiş olduğu fotoğrafa hiç benzemediğini anlatmıştı.

Ne iyi ki annemle babam farklılıklarını (ve düşkırıklıklarını) bir yana koyarak iyi bir ilişki oluşturmak için birlikte çalıştılar. Zaman içerisinde güçlü bir bağ oluşturmakta, birlikte düzgün bir hayat kurmakta ve sevecen ve birbirine özen gösteren bir aile oluşturmakta başarılı olmuşlardı...

Ben yeniyetmeliğin son dönemlerini yaşarken, bir Yunan komşu beni genç karısıyla tanıştırmıştı, Yunanistan’dan gemiyle yenile gönderilmişti bu genç kadın. 1970’lerde oluyordu bu. Bu genç kadının 15 veya 16 yaşlarında olduğunu, adamın ise onun iki katı yaşında olduğunu hatırlıyorum. Bu genç gelinin son derece üzgün olduğunu da hatırlıyorum. Bu işe bir yıl süreyle öfkelenmiştim. Kızkardeşlerime onu kurtarmak istediğimi söylemiştim fakat onlar bana sakin olmamı ve kendi işime bakmamı salık vermişlerdi.

Ne iyi ki posta siparişiyle gelen çok sayıda üzgün gelinle karşılaşmadım... Pek çoğu nihayetinde bu gelinlerin çoğu hayatta bulduklarından oldukça memnundular. Kaderlerine razı oldular ya da babaları (veya erkek kardeşleri) tarafından kendilerine empoze edilmiş olan kaderi kabullendiler. Bu durumu en iyi biçimde idare ettiler ve hatta bazıları da kocalarına aşık oldular...

“Kıbrıs’ın Öyküleri” için yaptığım röportajlarda her zaman sorduğum standart bir soru vardır: “Başka bir ülkeye gitmek için neden yurdundan ayrıldın?” diye... O dönemin göçmenlerinin mentalitesini öğrenmek beni büyüler... Ayrılmalarına neden olan neydi? O günlerde neler hissediyorlardı? Avustralya’ya varıncaya kadar seyahat boyunca nelerle karşılaştılar?

Bu röportajlardan bazı bölümleri burada paylaşmak istiyorum...

***  Agathi Konstantinu (Strumbi-Larnaka)...

1954 yılında Agathi ile küçük oğlu Taki, İtalyan SS Soriento gemisiyle Avustralya’ya gitmek üzere yola çıkmışlardı, eşi Hrisantos’la bir araya gelmeye gidiyordu...

“Bizler ikinci sınıf biletler için ödeme yapmış olmamıza karşın, bizi daha alt sınıfta bir yere, geminin makine bölümüne yerleştirdiklerini hatırlıyorum. Kendir kumaştan yapılmış sıra sıra ranzalar vardı ve yiyeceğin de pek iyi olmadığını hatırlıyorum” diye anlatıyor.

Agathi’yi gemideyken deniz tutmuştu ve günlerce yataktan çıkamamıştı. Ne iyi ki birkaç iyi yürekli yolcu, sırayla küçük oğluna bakmayı üstlenmişlerdi. Gemi Melburn’da demir attığında Agathi hala zayıf ve kırılgandı... Eşi Hrisantos, onu karşılamaya gelmişti ve eşiyle oğlunu kentte kiralamış olduğu küçük apartman dairesine götürmüştü. Küçük Taki o gece kendi yatağında yatacağını öğrenince hiç de mutlu olmamıştı: Üç sene boyunca annesiyle aynı yatakta yatmış olduğu için bu onun için kaba bir şoktu...

s2-256.jpg

***  Panayiota Aristovulu (Gayduras, Mağusa)...

Panayota Kıbrıs’tan ayrıldığı zaman yirmi yaşındaydı... “Kardeşlerimden altısı da zaten Melburn’a göçetmiş vaziyetteydi. 1960 yılında bu kez sıra bendeydi. Limana dönüp baktığımda babam Pandeli’yi görmüştüm, rıhtımda duruyordu ve küçük mendiliyle gözyaşlarını siliyordu... Bunu hiç unutmayacağım” diyor Panayiota. “Kalbim kırılmıştı... Her zaman birlikteydik, taralarda ve evde, her zaman beraberdik... Bir daha onu tekrar görebileceğimi sanmıyordum...”

***  Kloe Gavriel (Anoyira, Leymosun)...

Kloe’nin babası Pavlos tüm ailesini Avustralya’ya taşımaya karar verince bir arkadaşı onu uyarmış ve “Eğer Kıbrıs’tan şimdi ayrılırsan yalnızca aile ağacını kesmekle kalmayacak, köklerini sonsuza dek sökmüş olacaksın... Bırak oğluların gitsin Avustralya’ya, sen de eşin ve kızlarınla burada kal” demişti. Ancak Pavlos, Kıbrıs’tan ayrılmakta kararlıydı. Çocuklarının, özellikle de iki kızının Avustralya’da çok daha iyi bir hayata ve geleceğe sahip olabileceklerine inanmaktaydı.

Kloe her zaman babasının bu planının kötü bir fikir olduğuna inanıyordu. Arkadaşlarını ve sevgili Kıbrıs’ını terketmek istemiyordu. “Ne diyebilirdim ki?” diye bağırıyor kollarını iki yana açarak... “Ne diyebilirdim? Babamdı o ve en iyisini kendisi bilirdi. Kıbrıs’tan ayrıldığımızda kendimi çok üzgün hissettiğimi hatırlıyorum. Ayrılmamız için herhangi bir neden yoktu. Babamın iyi bir işi vardı, güzel bir evde yaşıyorduk ve iyi ve güvenli bir geleceğe yönelik umutlarımız vardı...”

***  Antigone Apiyetos (Lagudera, Lefkoşa)...

Antigone Avustralya’daki bir yeğeninden bir mektup aldığını ve bu mektupta yeğeninin kendisine arkadaşı Hristos Apeyitos’un kendisiyle evlenmek istediğini yazdığını hatırlıyor. Hristos’u tanıyormuş. Lefkoşa’da 1951 yılının sıcak bir yaz gecesinde bir sinemanın dışında tanışmışlar. Mektubu alır almaz Antigone derhal babasının onayını almaya çalışmış. Ertesi günü gazeteye bir ilan verilerek Atigone’nin Hristos’la evlenmek üzere Avustralya’ya seyahat etme niyeti duyurulmuş.

Antigone, 6 Ocak 1955’te Melburn Limanı’na varmıştı. 23 yaşındaydı. Oakleigh’nin güneydoğu varoşlarında nişanlısının yenile aldığı eve yerleşmişti derhal. Birkaç ay sonra da evlenmişlerdi... “Eğer yeğenim olmasaydı, hiçbir şey olmayacaktı. Bizi tanıştıran oydu, evlenmemizi ayarlayan oydu ve bu evi satın almamız için bize yardım eden de oydu...”

s1-294.jpg

***  Sevil Abdurrazak (Lefkoşa)...

Sevil Abdurrazak, şöyle anlatıyor:

“1951 yılının Aralık ayında Kıbrıs’tan ayrılarak Avustralya’da eşimle yaşamaya gittim. Gemide çok hastalanmıştım. Hiçbir şey yiyemiyordum. Hiçbir şey içemiyordum. Çürümüş patates ve soğanların kokusu vardı ama aynı zamanda deniz tutmuştu beni. Yalnızca kamaramda yatağımın üstünde yatıyordum. Ayağa kalkamıyordum. Hareket edemiyordum. İlaç bile yoktu... Hiçbirşey yoktu. Cehennem gibiydi. Böylesi kötü bir talihti...

Gemide dostluklar kurdum. Rum kızlarla, Türk kızlarla dost oldum. Çoğu benim gibi nişanlıları ve kocalarıyla buluşmak üzere gemiyle seyahat etmekteydi. Gemide bekar olan herhangi bir kızla karşılaşmadım. Gemideki en iyi arkadaşım Maria idi. Rum’du... O günlerde Rumcam şahaneydi... Onu her gün görüyordum, böylece iyi arkadaş olmuştuk.

Kamaramı üç diğer kadınla paylaşıyordum. Melburn’a, limana vardığımızda bizi içeriye sokmadıklarını hatırlıyorum. Yetkililer rıhtıma inmemize izin vermiyorlardı, önce gemiyi ilaçlamak istiyorlardı. Gemi işte o kadar pisti yani... Korkunçtu...”

***  Maria Frangu (Skarinu, Larnaka)...

Maria Frangu, köyünde bir komşunun oğluyla evlenmeye zorlanmıştı. Ancak düğünden bir ay sonra Andreas, yeni bir hayata başlamak gerekçesiyle Avustralya’ya göç etmiş ve Maria’yı da köyde, annesiyle birlikte bırakmıştı... “Eşim beş sene boyunca Avustralya’da çalışacağını ve böylece Skarinu’da kendi evimizi inşa edebileceğimizi ve kendi ailemizi kurabileceğimizi söylemişti” diye anlatıyor. “İlk sene ayda iki mektup alıyordum. Ben ona bunun iki katı mektup gönderiyordum ancak emindim ki bu mektupları okumuyordu. Giderek mektuplar seyrekleşti. Annesinin evinde bekliyordum – o ev benim hapishaneme dönüşmüştü...”

Andreas Melburn’a gelip kendisine katılması için nihayetinde düzenleme yapıncaya kadar aradan altı sene geçecekti...

***  Eleni Theodotu (Livadya, Lefkoşa)...

Eleni, Andreas’ı tanıdıktan kısa süre sonra Andreas ona Avustralya’ya göç etme planlarından söz etmişti... “Bana, Melburn’a yerleştikten sonra ona katılmam için bana davetiye göndereceğini söylemişti” diyor Eleni. “Ayrıca, öncelikle evlenmek niyetimizi anons etmemiz gerektiğini de belirtmişti...”

Eleni için Andreas’ın bu teklifi sürpriz olmuştu. Kıbrıs’tan ayrılıp da Avustralya’ya gidip yaşamak isteyip istemediğinden emin değildi. Ayrıca, bu adamı pek az tanıyordu. Ancak Andreas 1950 yılının Mayıs ayında Melburn’a gittiği zaman söz vermiş olduğu gibi ona katılması için Eleni’ye bir davetiye gönderdi. “Ancak Kıbrıs’tan ayrılmadan önce” diye anlatıyor Eleni, “Onun bir bankaya bir tür seyahat sigortası olarak 135 lira yatırmasına ikna ettim. Böylece eğer Avustralya’yı beğenmezsem, bu parayı Kıbrıs’a geri dönebilmek için kullanacaktım...”

Melburn’a vardıktan birkaç gün sonra Eleni, Andreas’la evlenmişti.

***  Juli Koççinos (Aşağı Digomo, Girne)...

Juli ve kızkardeşi Andrulla, 6 Şubat 1955 tarihinde Anna Salem adlı gemiyle Kıbrıs’tan ayrılmışlardı...

“Gemide 150 kadar Kıbrıslı ve 700 kadar da Yunanlı vardı. Geriye kalan 900 kadar yolcu ise farklı ülkelerdendi. İkinci sınıf kabinelerde kalmak için para ödediğimiz halde, tuhaf bir nedenle bizleri güverte altına koymuşlardı, daha düşük bir sınıfa... Bizimle birlikte Maria adlı bir kadın vardı ve onun bir islimi vardı ve başka bazı kadınlar da Kıbrıs’tan kendi tencere ve tavalarını getirmişlerdi.

Hep beraber kalıyorduk ve yemeklerimizi geminin alt güvertesinde birlikte pişiriyorduk. Hasta olduğumda yolculardan bazıları beni geminin balkonuna taşıyordu, böylece burada bir güverte sandalyesine uzanıp temiz hava alabiliyordum. Açık güvertede yüzüm isle kaplanıyordu, bu is geminin bacalarından çıkan dumanlardan ötürüydü. Gemide pek çok insan hastalanıyordu. Sanırım bu deniz tutulmasının yanısıra, verdikleri yiyecekten de kaynaklanıyordu. Gemi doktorunu birkaç kez ziyaret etmek zorunda kalmıştım. Çok hasta olmuştum. Yemek yiyemiyordum. Bir garson vardı ki benim yemekodasında rahatsız göründüğümü farkeder etmez, tam zamanında bir kovayla yetişiyordu. Midemde hiçbirşey duramıyordu. Kızkardeşim bana “Lütfen birşeyler ye Juli” diyordu... “Aksi halde seni denize atacaklar ha!”

Bir süre sonra gemideki Yunanlılar verilen yiyeceklerle ilgili protesto yapmaya başladılar ve ondan sonra da nihayet yolcular arasında bulunan Yunan aşçıların geminin mutfağına girmesine izin verdiler. Bu Yunan aşçıların bizler için harika birer çorba yaptığını hatırlıyorum. İşte bu çorba, iyileşmeme yardım etmişti...”

***  Erazmiya Stavru (Alaminyo, Larnaka)...

Kocası Avustralya’ya göçettikten ondört ay sonra, Erazmiya da Elen Prensi (Hellenic Prince) gemisine binmişti, yanında 11 aylık kızı Niki ve ikibuçuk yaşındaki oğlu Stavros vardı...

Erazmiya, “Bu deniz yolculuğunun 30 gün sürdüğünü hatırlıyorum” diye anlatıyor... “Gemideki koşullar korkunçtu... Kaynanmış patates ve yumurta veriyorlardı bize yememiz için, bazan da çok kuru, sert biftek veriyorlardı. Çocuklar da, büyükler de aynı yemeği yiyorduk. Zaman zaman deniz çok dalgalı oluyordu ve deniz tutuyordu bizi... Bebeğim Niki, korkunç bir soğuk algınlığından muzdaripti ve nefes almakta zorlanıyordu. Geminin revirinde bir hafta kalmıştı. Çok zordu...”

(TALES OF CYPRUS’ta yayımlanan Konstantinos Emmanuelle’in yazısını derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

 

 

 

Bu yazı toplam 1125 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar