1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Arnavutluk’ta çokkültürlü bir köyün öyküsü...
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Arnavutluk’ta çokkültürlü bir köyün öyküsü...

A+A-

DÜNYADA GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEK İÇİN NELER YAPILIYOR?

Arnavutluk’ta Kökes bölgesindeki Borye köyü, çokkültürlü bir yer ve bu köyün öyküsünü Balkan Araştırmacı Gazeteciler Ağı’ndan Başkim Şala kaleme almış 21 Temmuz 2021’de. Biz de okurlarımız için bu ilginç köyün öyküsünü Başkim Şala’nın yazısından derleyip Türkçeleştirmeye çalıştık. Başkim Şala, şöyle yazıyor:

***  Borye köyü Arnavutluğun kuzeyinde bulunuyor ancak Kosova’yla bağları daha yakın – aynı zamanda biraz belirsiz ama ilginç bağları var Bulgaristan’la...

***  Arnavutluk ile Kosova’yı bölen dağların derinliklerinde, Borye köyünün merkezinde 49 yaşındaki kahvehane sahibi Fatos Ollomani, yerel bir şifacı ve eski silah kolleksiyoncusu ve at kolleksiyoncusu olarak karşımızda duruyor...

***  Tıpkı bir kuleye benzeyen üç katlı kafesinde kolleksiyonunu sergiliyor ki bunlar arasında Avusturya yapımı bir revolver tabanca ile bazı kılıçlar var... Bu kılıçlardan birinin 750 yaşında olduğunu söylüyor...

***  Ollomani, Borye’de alışılmadık bir tip değil, 900 kişinin yaşadığı bu köyün sakinleri, farklı kaynaklardan beslenen öykülerini ve geleneklerini severek yaşatıyorlar.

***  Üç yıl önce Arnavutluk bu köyün etnik Bulgar bir azınlığın köyü olduğunu deklare etti. Bu köyün kendi zengin gelenekleri var ancak görünürde Bulgaristan’la hiçbir bağları yoktu, burada yaşayan pek çok Goralı (Gorani) olduğu halde – bunlar bir Slav Müslüman toplumu ve Kosova, Kuzey Makedonya ve Arnavutluğa dağılmış durumdalar, konuştukları dil de Slav dili...

***  Köylüler dedelerinden kalma antika saatle gurur duyuyorlar, bu saat camide dururmuş ve aynı zamanda 150 yaşında bir ıhlamur ağacıyla ve tuhaf evlilik gelenekleriyle de övünüyorlar.

***  Neredeyse her evde geçmişten gelen şeyler var, tıpkı Ollomani’nin evinde olduğu gibi, bunlar kuşaktan kuşağa aktarılıyor.

***  Borye köyü Arnavutluğun en kuzeyinde Kökes belediyesi sınırları içerisinde bulunuyor ancak buraya Kosova üzerinden gitmek çok daha kolaydır – bunun için de iki kere sınırı geçmek gerekiyor – Şiştaveç-Kruşeve barikatında ve Borye-Gllobociçe barikatında...

***  Arnavutluk ile Kosova arasında bir mutabakat zaptı uyarınca, sadece yerliler bu geçiş noktalarını kullanabiliyorlar ancak polisler aynı kolaylığı gazetecilere de gösteriyorlar.

***  Kaldırım taşlarıyla döşeli bir yol Globociçe köyü ile Kosova’da Dragaş’ı birbirine bağlıyor ancak Borye, neredeyse Kökes ve Arnavutluğun geri kalanından kopuk gibidir...

***  900 kişilik bu köyde nüfusun yarısı, şifalı bitkileri toplayıp sonra da bunları Dragaş’ta satarak geçincelerini sağlıyorlar, 100 kadar köy sakini Kosova’da inşaatlarda çalışıyor, bunlar genellikle günde 25-30 Euro kazanıyorlar. Aynı zamanda Kosova köye sağlık hizmeti de veriyor.

***  “Borye’de komünist dönemde bir hastanemiz, bir diş hekimimiz, bir eczanemiz vardı” diyor Festim Çollaku, köyün yaşlılarından birisi... “Ancak şimdi hiçbir tıbbi personel yok köyde” diyor. “Tıbbi bakım ve diş hekimliği için Kosova’daki Dragaş’a gidiyoruz” diye konuşuyor.

s1-273.jpg

***  Nevruz Mehmedi ise köy ilkokulunun müdürü ve Ollomani’nin kolleksiyonundaki kılıçların köye 1977-78 yıllarında yaşanan Rus-Türk savaşı esnasında gelmiş olabileceğine inanıyor... “Burada hiç savaş olmadı” diye konuşuyor Mehmedi, “o nedenle büyük olasılık yurtdışından getirilmiş olabilir bu kılıçlar. Mesela 1877’de Bulgaristan’da Plevne kentinde Borye’nin 76 sakini Osmanlı ordusuna alınmıştı... Sadece bir tanesi canlı olarak geri dönebilmişti köyümüze” diye ekliyor.

***  1877 yılında Rus-Türk savaşında Plevne’de büyük bir savaş yaşanmış ve Bulgaristan’ın yüzyıllar süren Osmanlı idaresinden kurtulmasında belirleyici bir rol oynamıştı.

***  Kılıçların nereden geldiği tam olarak belli olmayabilir ancak Mehmedi gerek köy sakinlerinden, gerekse Viyana’daki Avusturya arşivlerini tarayarak bilgileri toparlamaya çalışıyormuş.

***  Mehmedi’nin edindiği bilgilere göre 1918 sayımında köyde 880 kişi yaşamaktaymış, 48 kişi o gün köyde değilmiş çünkü Bosna’da aşçı olarak çalışmaktaymışlar – bu da günümüzün Kuzey Makedonya, Romanya veya Bulgaristan yöresinde olduklarını gösteriyor.

***  Mehmedi’ye göre yerli ahali, sık sık Bosna’daki şehirlere göç etmekteymiş, bunlar arasında Saraybosna, Bihaç veya İzvornik gibi şehirler varmış – bunun ana nedeni Müslüman inancı paylaştıkları içinmiş...

***  İkinci Dünya Savaşı ardından Arnavutluk’ta komünistler işbaşına gelince sınır kapanmış ve sınırın kapanmasıyla birlikte kazançlı iş öyküleri de geride kalmış... Erkek nüfusun çoğunun sürekli göç etmesi, köydeki geleneklerde de etkisini göstermiş.

***  Arnavutluğun kuzeyinde kırsal bölgelerin çoğunda Leka Dukagin Kanunu geçerli ve bu ataerkil bir hayat tarzını dikte eden, ortaçağdan kalma bir töre ve adetler manzumesidir. Ancak bu, bu köyde geçerli değil... Mehmedi, “Goralılar bölgesinde olan bizler bu Kanun’a tabi değildik. Erkekler göç ettiği için hayat kadınlar tarafından organize edilmekteydi ve otoriteleri vardı kadınların” diyor... “Kadınlara burada saygı gösterilir” diye ekliyor.

***  Köydeki bir öyküye göre 1870’li yıllarda 18 kuyu kazılmış, bugün bunların kalıntıları hala görülebiliyor... Bu kuyuların kazılma nedeni erkeklerin iş için göç etmesi nedeniyle kadınların eve su taşımak için çok fazla uzağa gidemeyecek oluşlarıymış...

***  Borye köyü, Şistaveç, Oreşka, Çernelava ve Zapod İdaresinde başka köylerle birlikte bir Bulgar azınlık bölgesi olarak deklare edildiği zaman üç sene önce, köylülerin karmaşık hisleri varmış... “Burada Bulgar pasaportlu çok sayıda insan yoktur. Benim de Bulgar pasaportum yok çünkü ben Arnavut’um” diyor Fatos Ollomani... Hiçbir zaman Bulgaristan’a da gitmemiş...  Ancak yerel Goralı dilinde bir şarkı var ki bu şarkı kuşaktan kuşağa aktarılmış, Plevne Savaşı esnasında öldürülen 75 köylüleri hakkındaymış bu şarkı...

***  Okul müdürü Nevruz Mehmedi ise günümüzde Bulgaristan’ın hayatlarında çok küçük bir rol oynadığını anlatıyor... “Bizler Arnavutluk kimliğimize inanıyoruz” diyor ve ekliyor: Burası Bulgar azınlık bölgesi olarak ilan edildikten sonra hiçbir köylü Bulgaristan’a göç etmemiş...

***  “44 aile Büyük Britanya’ya göç etti, bir aile Polonya’ya, beş aile Fransa’ya ve 12 aile de İtalya’ya göç etti” diyor Mehmedi... Altı aile Yunanistan’a ve sekiz aile de Almanya’ya göç etmiş.

***  Köyün camisinde atalardan kalma eski bir saat, tam 210 senedir çalışıyor ve saati gösteriyor... 150 yaşındaki ıhlamur ağacı ve zengin düğün kutlamalarına ilişkin gelenekle birlikte, köyün sembollerinden biri haline gelmiş bu saat... Nevruz Mehmedi, “Bu saati bir işadamı buraya getirmiş. Adı Ali Bin Tahiri imiş... Bir tatlıcı dükkanı varmış ve bu saati cami için satın almış” diye anlatıyor.

***  1967 yılında Arnavutluk dünyadaki ilk ve tek ateist ulus olarak ilan edildiği zaman tüm ibadet yerleri kapatılmış, cami de bir mağazaya dönüştürülmüş. Ancak köylülerin saate olan tutkuları, kurtulmasını sağlamış saatin. Onu yerli kooperatifin kahvehanesine yerleştirmişler o zaman...

***  Mehmedi, Kükes’teki yetkililerin kendilerine haber yollayarak saati istediklerini anlatıyor... Köylüler doğrudan doğruya bu isteği reddetmekten çekindikleri için astronomik bir fiyat talep etmişler saate karşılık o günlerde – 2 bin dolar tutarında bir miktarmış bu...

***  Aynı tutkuyu köydeki ıhlamur ağacını korumaya da gösteriyorlar, bu ağacın Plevne Savaşı’nda ölen askerlerin hatırasını koruduğu anlatılıyor köyde... Yetkililerden bu ağacın “bir doğa anıtı” olarak ilan edilmesini talep etmişler ancak başarılı olamamışlar... Fakat bu onları caydırmamış ağacı korumaktan... “O zaman ağacın etrafını telle çevirmeye ve üstüne de bir plaka koyarak bu ıhlamur ağacının doğanın bir anıtı olduğunu yazmaya karar verdik” diyor.

***  Goralıların yaşadığı geniş bölgelerde düğün kutlamalarına tüm köylüler katılıyormuş, hem katılımcı, hem de izleyici olarak... Yüzlerce yıllık geleneklere göre, düğün seremonisi köyün üstündeki tepeden geleneksel müzik aletlerinin çalınmasıyla başlıyormuş... Tepelerdeki bu gelenek bir gencin nişan olup düğün günü öncesinde tüberkülozdan vefat etmesi ve o tepeye gömülmek isteğinden kaynaklandığını aktarıyor köylüler... Düğün töreni yapılmadan önce vefat eden bu genç için süslü işlemelerle örülü bir bayrak ya da örtü hazırlanmış o zaman...

***  “Bu bayrağın nasıl hazırlanacağına ilişkin 20 kural vardır. Bayrağı taşıyan direk de, düğünden sonra korunmalı, kırılmamalıdır” diyor Mehmedi...

 

https://balkaninsight.com/2021/07/21/remote-albanian-village-happily-juggles-different-identities/?fbclid=IwAR1EM-EOBxYABm-y1tOv5c9r5HD75T4038JePrS8e7Sfs7fQAA5rUT2LF2I

 

(BALKAN INSIGHT’ta 21 Temmuz 2021’de Başkim Şala imzasıyla yayımlanan yazıyı derleyip özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

 


BASINDAN GÜNCEL...

Seviyorum, Her Şeye Rağmen...”

 

Fatma Dalokay

Kıbrıs yazlarından tatlı bir Girne sabahından yazıyorum bu yazımı. Kahvemi yeni yudumlamış, ailemin dışarı çıkmak için hazırlanmasını beklerken. Hava oldukça sıcak fakat tenimi okşayan rüzgârın huzurunu yaşıyorum ve ondan aldığım güçle yazımı devam ettiriyorum. Bugün huzurum bir rüzgâra dayanmıyor, bugün ben daha fazla Kıbrıs gibi bir adada yaşayabilmiş olmanın şükranı içerisindeyim.

Küçükken hep sorgulardım. “Neden Kıbrıs’ta doğdum?”, sonra Kıbrıs’ta doğmuş olmayı bir kenara bırakır “Neden kuzey yarısında doğdum?” derdim. 10 yaşlarındaysanız ne milliyetçilik ne de yurdunuza bağlılık kafanızda pek bulunmuyor. Büyüdükçe bu söylemler her şeye rağmen farklı boyutlar alarak devam etti. Sıklığı zaman zaman arttı, zaman zaman çoğaldı. Bazen mecalim kalmadı mantıktan yoksun bu ada yarısında, fırsat kıtlığında yaşamaya. Fakat bir yurt, yurtsuzluktan evladır derler ya, ikiye bölünmüş bile olsa. Ayşe Kulin’den öğrendim bunu ben. Yaşayamadıklarımın çoğunu kitaplardan ve insanlardan. Yıllarca savaşlarda ordan oraya sürüklenmiş bir ailenin, “Başımı dahi bağlasalar burdayım.” diyen kızından. Bu yüzden ortasından ikiye bölünmüş olsa da yurdum, yine de mutluyum ait olabilmekten bir yurda. Ve bugün sabah, çevirirken Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” kitabının sayfalarını, yeni bir farkındalığa ulaştım. Cennet parçası bir adadayım, her şeye rağmen. Üstünde dönen pis oyunlara rağmen, kötü bir yönetime rağmen, tarih boyunca aldığı yaralara rağmen, hâlâ cennet gibi olmaktan bir parça kaybetmemiş. Hatta aldığı yaralar ve üstündeki tüm yaşanmışlıklar, burda yaşamayı bir bakıma daha da özel ve değerli kılmış. Düşünsenize, neler neler atlatmış bu ada, bu surlar, bu tarihî binalar. Kimler kimler geçmiş denizinin kıyısından. Çok uzak olsak da o yıllara, artık aramızda Venedikliler, Lüzinyanlar, Asurlular, Mısırlılar diye tanımlanan etnik gruplar dahi olmasa, burada yaşanmış hayatları düşünmek burayı özel kılıyor. Duvarlarına dokunurken surların, kim bilir kimler kimler dokundu bu duvarlara diye düşünüyorum. Bizim gibi bir sürü ölümlüyü görüp geçiren o surlar hâlâ sapasağlam ayakta.

Ve tabii yaşanmışlıklar bir yana, böyle güzel, bizi “adalı” yapan şeyler var burada. Mesela yoğun bir iş günü sonrası 5 dakika mesafedeki denize gidip de dingin dalgaların sesini dinleyebilmek, dingin dalgalar içerisinde rahatlayabilmek gibi. 30 dakikalık yolun bize epeyi uzak ve uzun gelmesi gibi. Evde bulunan domates, salatalığın, güvendiğimiz bahçelerden ve yine evde bulunan meyvenin, çiçeğin, bizim bahçemizden olması gibi. Var mıdır bir Kıbrıslı, bahçesinde bir bitki dahi olmayan? Bir begonvil, bir yasemin, bir sardunya, bir portakal veya bir limon ağacından yoksun? Çok değil, bir 30 sene öncesine kadar bir Kıbrıslı geçimini tarımdan ve hayvancılıktan yapardı. Dedem de onlardandı. Hiç tanıyamadığım, genç yaşında kalp krizine kaybettiğimiz canım Ahmet dedem. Limon ağaçlarımız varmış bir sürü. O vefat ettikten 2 sene sonra girdim eve. Hatırlarım, 2000’lerin başında hâlâ bahçede, kafesin içerisinde tavuklarımız vardı. Köyde yediğimiz tavuk bile bahçemizde yetişirdi. Babam hep anlatır, sütü hayvancılardan alıp norumuzu hellimimizi bir elden halamlarla nenem yaparmış. Eli ayağı tutsa da, kalksa bana da öğretse keşke. Neyse, bizi bir Kıbrıslı, bir adalı yapan yanlarımız var. Yıllar içinde bazı şeyler değişse de, o kadar değişmedik aslında. Seviyorum ben bu adayı, her şeye rağmen.

Seviyorum, bu adanın berrak denizlerini.

Seviyorum, bu adanın yasemin tüten bahçelerini.

Seviyorum, bu adanın sıcak kanlı insanlarını.

Seviyorum, bu adanın çalgısını çengisini.

Seviyorum, bu adanın kumunu güneşini.

Seviyorum, bu adaya ait her şeyi.

Seviyorum, her şeye rağmen.

Adalıyım ben. Kıbrıslıyım. Zevahirim uzak olsa da gönlümdeki en küçük noktaya kadar Kıbrıslı.

Nereye gidersem gideyim, hep Kıbrıslı.

Bir yurt, yurtsuzluktan evladır.

Yurtsuz kalmamak, yeni bir ev aramaya mecbur kalmamak dilekleriyle.

(TABELLA – Fatma DALOKAY – 19 Temmuz 2021)

Bu yazı toplam 2817 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar