1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Ahlak Utanmayı Bilmeyi Gerektirir!
Ahlak Utanmayı Bilmeyi Gerektirir!

Ahlak Utanmayı Bilmeyi Gerektirir!

Ahlak Utanmayı Bilmeyi Gerektirir!

A+A-


Tufan Erhürman


Sanırım utanma duygusunun edebiyattaki ustasının Coetzee olduğu konusunda tüm edebiyatseverler hemfikirdir.
Utanç adlı romanını  bu kavramı merkeze alarak kurgulayan yazar, otobiyografik romanı Taşra Hayatından Manzaralar’da da yer yer onunla uğraşmaktan kendini alamaz.
İngiltere’de bulunduğu sırada, “orada [Güney Afrika’da] işler bayağı kötü değil mi?” diye soran bir kişiye “evet” dedikten sonra, aynı kişinin “beyazlar için bile mi?” sorusunu sorması üzerine şunları söyler: “İnsan böyle bir soruya nasıl cevap vermeli? Utançtan yerin dibine girmek istemiyorsanız, diye mi?”
Aslında “beyazlar için bile mi” sorusunu yanıtlamak birçok insanı Coetzee kadar zorlamaz. Apartheid rejiminde beyazlar siyahları tahakküm altında tuttuğuna, hatta ezdiğine göre, bir beyaz olan yazarın, bu soruya, “beyazlar için işler hiç de kötü değil” diye yanıt vermesini beklemek şaşırtıcı olmasa gerektir. Oysa beyazların çoğununkinden farklı olarak Coetzee’nin vicdanı sızım sızım sızlamakta, renktaşlarının koyduğu kurallar ve uygulamaları onu utanca boğmaktadır.
Eserinin bir başka yerinde, renktaşlarının siyahlara yaptıklarından duyduğu utancı Güney Afrika’daki varlığını yasal ama gayrimeşru gördüğünü söyleyerek dile getirir yazar. Bu durumu, “varlığımız bir suça, yani sömürgeci bir işgale dayanıyor ve apartheid’la sürdürülüyordu” sözleriyle açıklar.  Yasallık (legality) ile meşruiyet (legitimacy) arasındaki ayrım son derece önemlidir. Özellikle Nazi Almanyası ve Apartheid Güney Afrikası gibi ülkelerde, hasbelkader hâkim “ırk”a mensup olduğu için diğerleri kadar baskı görmeyen ahlaklı insanlar açısından yapılanların yasalara uygunluğu hiçbir şey ifade etmez. Önemli olan bunların insan haklarına uygun olmaması, vicdanı olanların vicdanlarını sızlatması, hülasa gayrimeşru olmasıdır.
Duyduğu utanç, böyle bir duyguyla tanışıklığı olmayanlara tuhaf gelebilecek bazı davranışlara iter Coetzee’yi. Aralarında özel bir ilişki bulunduğunu anladığımız evli bir akrabasıyla (Margot’yla) çıktığı bir gezintide kamyonetinin arızalanması üzerine iki yolcu arasında geçen diyalog bu tuhaf davranışlardan birini ortaya koyar.
“Affedersin. Benim suçum” der Coetzee. “Daha usta ellere bırakmam gereken işleri kendim halletmeye çalışıyorum. İçinde yaşadığımız ülke yüzünden”. Ve şöyle devam eder diyalog:
“İçinde yaşadığımız ülke mi? Kamyonetinin bozulup durması neden ülkenin suçu olsun?
Biz gölgede oturup seyrederken başka insanları bizim için çalıştırmaya ait uzun bir tarihimiz olmasından.
Demek soğukta ve karanlıkta yoldan geçen birinin onları kurtarmasını beklemelerinin sebebi bu. Bir meseleyi, yani Beyazların kendi arabalarını kendileri tamir etmeleri gerektiğini anlatmak için. Komediye bak.
...
‘Araba tamir etmekten başka’ diyor, ‘neleri kendin yapmakta ısrar edersin?’
Bahçe işi yapıyorum. Evin sağını solunu onarıyorum. Şu an akaçlama boruları döşüyorum. Sana komik gelebilir, ama benim için şaka değil bu. Bir jest yapıyorum. Amelelikle ilgili tabuyu yıkmaya çalışıyorum”.
Muhtemelen yalnızca Margot’ya değil, birçok başka insana da komik gelecektir yazarın bu davranışı. Beceriksiz Coetzee, hata yapmayı ve bu hatalarının sonucunda yolda belde kalmayı göze alarak, siyah ustalara “yaptırması gereken” işleri kendisi yapmaya soyunmakta, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmaktadır. Dahası, bu komik davranışın kendilerine karşı utanç duyduğu siyahlara da doğrudan bir faydası yoktur aslında. O işleri onlara yaptırsa, en azından ekmek paralarını kazanma olanağı bulacaklardır. Ancak yazar, sözde utancını biraz olsun azaltmak için, onları ekmeklerinden de etmektedir. Ama belli ki yaptığı bu “jest”, ameleliğin yalnızca siyahlar tarafından yapılması gereken bir iş olduğuna ilişkin tabuyu yıkmak yoluyla, dolaylı yoldan da olsa, düzene bir isyan manasını taşımaktadır bu “tuhaf” adam için.
Otobiyografik romanının diğer bir kısmında, duyduğu utancı Margot’ya da bulaştırır yazar. Rahatsızlanan yaşlı annesini hastaneye yetiştirmek için siyah bir ambulans şoforüne (Johannes) ve siyah bir hemşireye (Aletta) muhtaç olan Margot’ya şu sözlerle dile getirtir duygularını:
“Aletta’ya, ‘Johannes’le yaptığınız şeyin benim için ne kadar önemli olduğunu bilmenizi isterim’ diyor. Aletta alaycılıktan en küçük bir eser olmadan, alabildiğine içtenlikle gülümseyerek cevap veriyor. Margot, sözlerinin en geniş kapsamıyla, salt utancından ötürü kelimelere dökemediği tüm anlamlarıyla anlaşılmasını umuyor: Siz ve çalışma arkadaşınızın yaşlı Beyaz bir kadınla onun kızına, sizin için hiçbir zaman hiçbir şey yapmamış, tam tersine doğduğunuz ülkede her Allahın günü aşağılanmanıza katılmış olan şu iki yabancıya yaptığınız şey için size ne kadar minnettar olduğumu bilmenizi isterim. İnsanca şefkatten başka bir şey göremediğim davranışlarınızla, ama her şeyden öte, şu güzelim gülümsemenizle bana verdiğiniz ders için size minnettarım”.
Ambulans şoförü Johannes ve hemşire Aletta siyahtırlar. Margot ve annesi ise beyaz. Bu iki beyaz insan, o güne kadar kıllarını bile kıpırdatmamışlardır siyahların uğradığı zulmü hafifletmek için. Oysa Johannes ve Aletta, yaşlı kadının hastaneye yetiştirilebilmesi amacıyla insan üstü çaba göstermişler ve Margot’yu utançla tanıştırmışlardır.
İşte böyledir bu işler. “Etik boyut, öteki sahneye girdiğinde başlar”.  Onun sizin için yaptıklarıyla yüzleşmek zorunda kaldığınızda anlarsınız ona yaptığınız ya da yapılmasına ortak olduğunuz haksızlığın ne kadar utanç verici olduğunu. Ama yine de bu “kural”ın herkes için geçerli olduğunu sanmamak, vicdan denilen şeyin her insankızının/oğlunun mütemmim cüzü olduğu yanılsamasına kapılmamak lazım. Öyle olsaydı, bazı Kıbrıslı Türkler, elden ayaktan düşen, yatalak ebeveynlerinin bakımını üç otuz paraya, sigorta falan talep etmeksizin üstlenen, villalarının bahçelerini güzelleştirmek, çocuklarının başına bir şey gelmesini önlemek için aynı koşullarda çalışmayı kabullenen yabancı işçilerin iyilikleri karşısında utanç duyup da “Kıbrıs orijinal Kıbrıslılarındır. Geldiğiniz yere dönün” demekten vazgeçmek zorunda hissetmezler miydi kendilerini!?
-arşiv-

----------------

 

J. M. Coetzee, Utanç, çev. İlknur Özdemir, İstanbul, Can Yayınları, 2001.
  J.M. Coetzee, Taşra Hayatından Manzaralar, çev. Suat Ertüzün, İstanbul, Can Yayınları, 2011, s. 311.
  Coetzee, Taşra Hayatından Manzaralar, s. 554.
  Coetzee, Taşra Hayatından Manzaralar, s. 463-464.
  Coetzee, Taşra Hayatından Manzaralar, s. 497.
  Umberto Eco, Beş Ahlak Yazısı, çev. Kemal Atakay, İstanbul, Can Yayınları, 2009, s. 76.

 

Bu haber toplam 1043 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 97. Sayısı

Adres Kıbrıs 97. Sayısı