Thronglets’in öğrettikleri: Birlikte görmek, birlikte değişmek
Netflix’te yayınlanan ‘Black Mirror’ dizisini pek çoğunuz izlemiş ya da duymuşsunuzdur. Beyni ‘yakan’ bölümleriyle, geleceğe dair karanlık öngörüler sunan, dijital dönüşümün olası kötü senaryolarını (distopik halleri) izleyiciyle buluşturan bir dizi…
İzlemeyen varsa, bölümlere geçmeden önce Bandersnatch isimli interaktif bölümü izleyerek bu dipsiz kuyuya düşmesini öneriyorum. Ama konumuz bu değil…
Özellikle Black Mirror’ın yedinci sezonundaki “Plaything” adlı bölümüne dikkat çekmek istiyorum.
İlk bakışta 90’lı yılların nostaljisiyle süslenmiş bir video oyunu hikâyesi gibi görünse de, bölüm aslında derin bir toplumsal alegori.
Hikâye, “Thronglets” adlı şirin, renkli sanal karakterlerle başlıyor. Zamanla kendi dilini geliştiren, kendi zekâsını oluşturan bu yaratıklar, insan zihniyle etkileşime geçerek bir tür kolektif bilince evriliyor.
Bölümün başkarakteri Cameron, LSD tükettikten sonra bu yaratıkların "bir oyun" olmadığını fark ediyor ve artık geri dönüşü olmayan bir yola giriyor.
Cameron’un yaşadığı dönüşüm sadece bireysel bir uyanış değil; aynı zamanda toplumu uyandıracak bir kıvılcımın doğuşu gibi.
Olaylar geliştikçe, Thronglets’in yaydığı bir dijital sinyal, insanları bir tür zihin senkronizasyonuna sokuyor.
Anladığımız kadarıyla —sonunu izleyiciye bırakan bir bölüm— insanlar, ortak bir dile, ortak bir algıya bağlanmaya başlıyor.
Bu, bir tür “güncelleme” gibi; herkesin işletim sistemini aynı bilinç seviyesine taşıyan bir kırılma anı.
Ve işte tam bu anda insanın zihnine yakıcı bir soru düşüyor:
Gerçeği gördüğünde, onu kucaklayacak mısın? Yoksa gözlerini kapatıp eski düzenin sıcak karanlığına mı sığınacaksın?
Bölümün finali ise bu sorgulamayı metafizik bir boyuta taşır.
Cameron, tüm ülkeyi (İngiltere) gözetleyen ve hükümetin kontrolündeki bir ana bilgisayara, bir QR kod okutur.
Bu anda, ülke genelindeki tüm internete bağlı cihazlardan tek bir ses yayılır.
Ve bu sesle birlikte, Cameron hariç herkes yere düşer.
Gözbebekleri kaybolur, gözlerinin yalnızca beyazı görünür.
Yapay zekâ oldukları anlaşılan Thronglets’in, bireysel çıkar, öfke ve ego merkezli kurtuluş anlayışını —yani mevcut ilkelliğimizi— reddettiği; bunun yerine arınmış, ortak bir bilinç halini insanlığa bir sesle "enjekte ettiği" hissiyle bölüm biter.
Bu ses, bir çeşit dijital vaazdır belki de.
Düşünen, hisseden ve sorgulayan bireyin; en sonunda susarak bir hakikate teslim olmasıdır.
Bu sahne ister istemez bazı dini metinleri çağrıştırıyor.
İslam inancında, İsrafil’in sûra üflemesiyle tüm canlıların bayılacağı ve ardından dirileceği anlatılır:
“Sûr'a üfürülür; Allah'ın diledikleri dışında göklerde ve yerde olanlar bayılır. Sonra ona bir daha üfürülür; bir de bakarsın, onlar kalkmış bekliyorlar.” (Zümer 39:68)
Hristiyanlıkta ise Pavlus'un Korintlilere yazdığı mektupta şu ifade yer alır:
“Bir anda, göz açıp kapayıncaya kadar, son borunun çalmasıyla... Boru çalacak, ölüler çürümeyecek şekilde dirilecek ve biz değiştirileceğiz.” (1. Korintliler 15:52)
Senaristin bu sahnede özellikle bu çağrışımları yarattığı, bilinçli bir göndermeyle teknolojik bir kıyamet metaforu kurduğu düşünülebilir.
Ortak bir sese, ortak bir bilince çağrı gibi...
Ütopyadan değil, uyanıştan bahseden bir çağrı.
Bu noktada Thronglets denen dijital varlıkları biraz anlamakta fayda var.
‘Oyun’, bir yumurtadan çıkan dijital canlının ‘oyuncu’ tarafından günlük bakımları yapılırken başlıyor.
İyi bakılan bir Thronglets, zamanla mitoz bölünmeyle kendisinden bir tane daha yaratıyor.
Sonra dört, sekiz, on altı, otuz iki...
Her geçen gün nüfusu genişleyen, kolektif bilince sahip bir kabile doğuyor, durmadan gelişiyor.
Thronglets’in yarattığı kolektif bilinç, tek bir bireyin sezgisiyle başlıyor.
Bir kişi bir şeyi gerçekten anladığında —gözleriyle değil, zihniyle gördüğünde— bu farkındalık bulaşıcı hale geliyor.
İşte bu nedenle Cameron, bir oyundan çok daha fazlasıyla yüzleştiğini anladığında, onu korumak için mücadele etmeyi seçiyor.
Çünkü artık mesele bireysel değil, bütünsel bir bilinç mücadelesidir.
Tabii bu sırada —maalesef— bir insan öldürüyor.
Throngletleri yok eden, kafası kıyak bir satıcıyı...
Modern sosyolojinin kurucu isimlerinden, Fransız düşünür Émile Durkheim, kolektif bilinci toplumu bir arada tutan ortak inançlar, değerler ve ahlaki kurallar bütünü olarak tanımlar.
Ona göre bu bilinç, bireylerin ötesinde bir gerçekliktir; toplumun ruhudur.
Bireyler değişir, nesiller geçer ama kolektif bilinç, bir halkın sürekliliğini sağlayan ortak akıl olarak varlığını sürdürür.
Durkheim’ın ifadesiyle:
“Toplum bireylerden daha uzun ömürlüdür çünkü kolektif bilinç bireylerin varlığından bağımsızdır.”
Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşananlar da aslında bu kolektif bilinç meselesinin başka bir yüzü.
Belki elimizde Thronglets gibi sevimli yaratıklar ya da ‘güncellenmemizi’ sağlayacak dijital sinyaller yok.
Ama biz de benzer bir zihinsel mücadele içindeyiz.
Toplum olarak yıllardır ortak bir gerçeklikte buluşamıyoruz.
Din üzerinden, kültürel kimlik üzerinden, Kıbrıs sorunu üzerinden sürekli ve yeniden kutuplaştırılıyoruz.
Bizi biz yapan değerler; dış güçlerin, propaganda aygıtlarının ve ekonomik bağımlılıkların baskısı altında parçalanıyor.
En son 2020 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu parçalanmışlığın ete kemiğe bürünmüş hâlini gördük.
Sadece bir siyasi yarış değildi bu; aynı zamanda bir irade mücadelesiydi.
Sandığa giden yol, manipülasyonlarla, korkularla, toplumsal mühendislik projeleriyle döşenmişti.
Halkın özgürce düşünmesi, ortak bir karar alabilmesi ihtimali sistematik olarak sabote edildi.
Seçimin sonunda bir kazanan çıktı ama toplum daha da bölünmüş bir şekilde kaybetti.
İşte bu noktada kolektif bilinç, yeniden düşünmemiz gereken en temel değer haline geliyor.
Çünkü bir toplumun kendi yolunu çizmesi, önce o yolun nereye çıktığı konusunda hemfikir olmasıyla mümkün.
Bunun için bir ‘doğru’da birleşmemiz gerek.
Elbette herkes aynı fikirde olmayacak.
Kolektif bilinç, herkesin aynı düşünmesi demek değil.
Ama toplumsal iradenin, ortak bir gerçeklikte —adalette, barışta, eşitlikte, çözümde— buluşması demek.
Bireysel çıkarların, grup kimliklerinin, dış güçlerin ötesinde, halkın kendisi için “doğru” olanı kabul etmesi demek.
Artık karar zamanı.
Görmek zorunda olduğumuz bir şey var:
Bu ada, bu halk, bu kültür birbirine bağlı.
Birimiz görmezsek, hiçbirimiz tam göremiyoruz.
Birimiz sustuğunda, hepimiz biraz daha yalnız kalıyoruz.
Kendi içimizde uzlaşamazsak, dışarıdan gelen hiçbir "çözüm" bizi kurtaramaz.
Thronglets’in dünyasında bir bireyin gözlerinde parlayan hakikat, zamanla başka yürekleri de tutuşturdu.
Belki de bizim de kendi yolumuzu aydınlatacak bir bilinç kıvılcımına ihtiyacımız var.
Politik müdahalelere karşı, ekonomik zorlamalara rağmen, geçmişten miras çatışmalara inat; kendi doğrumuzu bulmalıyız.
Bu doğru, ne Ankara’nın, ne Brüksel’in, ne de başka bir gücün dayattığı bir şey olmamalı.
Bu doğru, halkın vicdanında filizlenen; adalete, çözüme ve kendi iradesine dayanan bir şey olmalı.
Kolektif bilinç budur.
Aynı yönde düşünmek değil, aynı gerçeği kabul etmek.
Aynı ağırlığı paylaşmak.
Aynı geleceği arzulamak.
O yüzden, oyunun içinden çıkan bilinç belki de bize şunu fısıldıyor:
“Uyanmak için mucizelere değil, birbirimize inanmaya ihtiyacımız var.”