1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Sıfır garantiler, sıfır asker, sıfır umut...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Sıfır garantiler, sıfır asker, sıfır umut...”

A+A-

George Kumullis

Garantilerin feshedilmesi ve tüm yabancı askerlerin geri çekilmesini istemeyen bir Kıbrıslırum olduğuna inanmıyorum. Kıbrıs tarihinin en korkunç yönü ise, sözde Garantör Güçler’in davranışlarının yıkıcı sonuçlarıdır. Bu korkunç deneyim, Ezop masallarından biriyle gayet güzel aktarılabilinir: Üç tilki, yeni doğmuş bir civcivin gardiyanları olmuşlar, civcivcik henüz kanatlarını açmaya çalışıyormuş. Ancak hayvan krallığında kanunlar acımasız ve amansızdır. Bir yılın yaz ortalarında, ilk “koruyucu” tilki civcive saldırmış ve onu yüzde yüz yemek istemiş. Ancak ikinci tilki de kendi payını istemiş ve şiddetle bunu talep etmiş, üçüncü tilkinin ise tüm bunlar hiç de umurunda değilmiş çünkü zaten kendi yem payını güvenceye almışmış... Nihayetinde o naif küçük civciv, güvenliğinin “garanti” edildiği yanılgısına kapılırken parçalanmış...

Ne yazık ki Kıbrıslılar için 1960 Garanti Anlaşması – ki bu anlaşma üç garantör güce müdahale hakkı veriyor ve aynı zamanda Kıbrıs toprağında asker bulundurma hakkı tanıyor – başka herhangi bir anlaşmayla yer değiştiremez ya da feshedilemez. Maddeleri, Uluslararası Hukuk bakımından tüm dört taraf için hukuki olarak bağlayıcıdır ve sonsuza kadar yürürlükte kalacaktır, meğer ki anlaşmanın dört tarafı bunu feshetmeye ya da değiştirmeye karar versinler...

Dolayısıyla Garanti Anlaşması’nın yürürlükte kalacağı bir çözümü reddetmekle, Türkiye’nin istilacı haklarını kaybetmesi anlamına gelmez. Bir başka deyişle eğer statüko devam ederse, bizler Türk ordusunun Kıbrıs’taki varlığını sürdürmesine ve Türkiye’nin tek taraflı müdahale hakkını devam ettirmesine yardım ederiz. Bu noktada akıllı olan politika, bir çözüm aramaktır – işgalci haklar içerse bile, şimdiki statükodan daha iyidir böylesi bir çözüm çünkü şimdiki durumun Kıbrıslırumlar için ölümcül sonuçları olabileceğini herkes itiraf etmektedir.

Tüm bunları dikkate alacak olursak, “sıfır asker ve sıfır garantiler” sloganı kahramanca gelebilir kulağa ve Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın kahramanlarını akla getirebilir fakat reel politikaya uygun değildir... Hiçbir Türk hükümeti, Garanti Anlaşması’nın feshedilmesine onay vermeyecektir – meğer ki bu zaman içerisinde ve belirli koşullar yerine getirilmesi koşuluyla yapılsın... Politikacılarımızın bu gerçekliğin bilincinde olmayışı, Kıbrıs sorununun çözümünü tümüyle ulaşılamaz kılmaktadır.

Redcilerin büyük papazı Tassos Papadopulos, şimdiki statükodan daha iyi olduğu sürece garantiler ve askerlerle bir çözüme ulaşmayı tercih etmekteydi. Şimdiki duruma kıyasla askerler ve garantileri de içeren Zürih-Londra Anlaşmaları’nın çok daha iyi olduğu geç de olsa farkedilmişti. Ocak 2005’te yaptığı açıklamada Papadopulos bu Anlaşmalar’ın “onu izleyenlere kıyasla çok daha iyi olduğunu...” söylemişti... “Kıbrıslılar kendilerini istemedikleri bir Anayasa’yla karşı karşıya bulmuşlardı, bunu talep etmemişlerdi, bu yeni Anayasa’nın avantajlarını ve getireceklerini anlamaları için kendilerine zaman da verilmemişti – bu, Yunanistan’la birleşme değildi ama çok daha iyi birşeydi: Bütün bir halkın bağımsızlığı idi...”

Şimdilerde herkes keşke Zürih-Londra Anlaşmaları’na geri dönebilsek diye düşünüyor, (650 kadar) Türk askerinin varlığını ve müdahale hakkını içeriyor olsa bile – bu, Ege’de herhangi bir anda, herhangi bir talihsiz olayla aktive edilecek bir yanardağın üstünde oturmaya yeğdir...

Geçmiş yazılarımda da belirtmiş olduğum gibi, Türkleri ve Kıbrıslıtürkler’i garantileri ve müdahale haklarını feshetmeye ikna edebilmek için bir zaman sürecine (ki bu süre tartışılabilir) ihtiyaç vardır – bu sürede Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar’ın 1955 öncesinde olduğu gibi kardeşçe ve barış içerisinde yaşabilecekleri görülmelidir ve Kıbrıslıtürkler arasında güvenlik duygusu konsolide edilebilmelidir. Eğer bu gerçekleşirse, zaten müdahale hakkının geçerliliği kalmayacaktır, böylece Türkiye’yi bu Anlaşma’yı feshetmeyi kabul etmeye ikna etmek daha kolay olacaktır. Aksi halde “sıfır garantiler, sıfır asker”, yalnızca duygusal, ütopik bir slogan olarak kalacak ve yalnızca siyasi bakımdan olgun olmayan, naif kişilerin içinde bir yankı yaratacaktır.

Türkler’in duyduğu güvensizliğin göstergesine bakacak olursak, üç yıl önce yapılan bir kamuoyu yoklamasında Türkler’in %89’u, Türkiye’nin müdahale haklarının olduğu gibi kalmasından yana idi...

Ne yazık ki bizler de Kıbrıslıtürkler’in güvenlik duygusunun güçlendirilmesine hiç katkıda bulunmuyoruz. Lefkoşa’da bir futbol kulübünün önünden geçerken taşlanabileceklerini hissederken garantilerin ortadan kaldırılmasını nasıl kabul etsinler? Hiçbir hükümetin bir Kıbrıslı milli marşı kabul etme cesareti göstermeyip Yunan milli marşını kullanmakta ısrar etmemiz ve bunun da tek ulus-iki devlet düşüncesine denk geldiği ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni “ikinci bir Yunan devleti” olarak tarif ettiği düşünülürse, bu garantilerin ortadan kaldırılmasını nasıl kabul etsinler?

Geçen ay iki Kıbrıslırum, televizyona çıkarak Mayıs 1964’te düzinelerce Kıbrıslıtürk’ü soğukkanlılıkla öldürdükleri hakkında övünürlerken hiçbir siyasi partimizin ve polisimizin tepki göstermeyişi ve bunun da Kıbrıslıtürkler’i öldürmenin cezai bir suç olmadığı, o nedenle cezalandırılmadığı mesajını göndermekte olduğu ortadayken... Katiller karşısında bu soğuk kayıtsızlık, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde kesin kanunsuzluk yasasının geçerli olduğunu, kesin adaletsizliğin hakim olduğunu, kesin ahlaksızlığın norm olduğunu ve dolayısıyla Kıbrıslırumlar’la Kıbrıslıtürkler arasında barışçıl bir arada yaşamayı regüle etmenin de imkansız olduğunu ima etmektedir...

sayfa-13-george-kumullis.jpg

(POLITIS gazetesinde 2 Temmuz 2022’de Rumca olarak yayımlanan George Kumullis’in yazısını kendi çevirmiş olduğu İngilizce’den Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


“Hudutsuzluk özlemi...”

Rosalino Levantino

Mazide imparatorluğun ortasında refah içinde yaşarken günümüzde üç ülke sınırının böldüğü coğrafyada bolca hüzün var…

Yaşına rağmen tılsımını yitirmemiş adam genç kadınla eczanede tatlı tatlı sohbet etmektedir.

Pek az insanın kaldığı köyde hayatın akışı epey yavaş olduğundan mı ne, neredeyse torunu yaşındaki eczacı kadın muhabbeti uzatmakta bir beis görmez:

- “Günün birinde Budapeşte’ye gitmek ister misin?”

- “Tabii ki!” der şuurunu hiç yitirmemişe benzeyen ihtiyar adam.

- “Peki ya Belgrad’a?”

- “Neden olmasın?” diye cevap verir, ufkunu genişletmek için hâlâ yeni tecrübelere açık olduğunu hissettiren tonton yaşlı.

- “Peki Viyana’ya ne dersin?” diye ekler, tezgâhın arkasında gevşemiş bir pozisyonda sohbete şefkatle devam eden genç kadın.

- “Seninle olduktan sonra her yere giderim!”

Hayatı boyunca zarifçe flört ettiği belli olan 90 yaşlarındaki adam, can çıkar huy çıkmaz deyiminin cisimlenmiş haliyle seyirciyi adeta avucunun içine almıştır çoktan.

Oysa yaşadığı coğrafya sanki lanetlenmiştir, kendi de bunun fazlasıyla farkındadır; bir yerlere seyahat etme ihtimali çok düşüktür aslında.

Bir zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ortasında refah içinde yaşayanların diyarı üç devletin hudutlarıyla bölünmüş, sessiz, terk edilmiş, hüzünlü bir memlekete dönüşmüştür. Buna rağmen hayat enerjisini korumuş ihtiyar adam yalnız hayallerini değil, siyasal gözlemlerini de yüksek bir farkındalıkla ifade etmektedir.

Hudutlar engeldir, izolasyondur, hayatlarını insanca idame ettirmelerine mani olmaktadır; sınırlar insanları korumaktan uzaktır, bölgede yaşayanların hayatlarını kısıtlamaktan ve zorlaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.    

Fakat insanın kendini her şeyin merkezine koyması ve kendini ebedi sanması beyhudedir. İnsana dair hiçbir şey ilelebet sürmeyecektir; hudutlar da yaratıldıkları gibi yok olacaktır.

İnsanlık daha bilge hale gelecek, eski sınırlar ortadan kalkacak, yenileri çizilmeyecektir…

 

Törenler sıkıcıdır

Romanya-Sırbistan-Macaristan hudutlarının buluştuğu noktanın absürtlüğü mütevazı bir abidede vücut buluyor; üç devletin yarattığı gerginlik senede bir kere düzenlenen törende, bürokratların itici varlığında adeta tavan yapıyor. Mayıs ayının sonunda, çoraklaşmış ovanın ortasında adeta bir tiyatro sahnesindeymiş gibi canlandırılan podyumlu mizansen, birkaç sıra dizilmiş beyaz plastik sandalyeler, portatif bayrak direkleri ve mikrofonlar, akrabalarını yılda bir kez serbestçe görme şansı tanınmışları ikna etme kapasitesine pek sahipmiş gibi görünmüyor.

Güvenlik kuvvetlerinin küstah tavırları ve bandonun bildik fanfarı da cabası!

Kadın yönetmen Maria Bălănean imzasını taşıyan Triplex Confinium (Üçlü Hudut) adlı Romanya yapımı belgesel, coğrafyada “boğulduğunu” ifade eden yerel ahalinin hislerine zarafetle tercüman oluyor; 2022 Transilvanya Uluslararası Film Festivaline katılmış 23 dakikalık filmin esas kahramanı ihtiyar Gheorghe Togi de gönüllerimizde taht kuruyor.

Seyirci olsak da, uzun sekanslarla bölgedeki unutulmuşluğu, hüznü, ümitsizliği derinden duyumsuyoruz.

 

Anons furyası!

Filmin başında ve sonunda, artık tüm gezegeni kasıp kavurmakta olan, Avrupa Birliği’nin de sergilemekten geri durmadığı faşizan tavır seyirciyi sarsıyor. Macaristan devletinin bilhassa mültecilere karşı hazırladığı, sesle empoze edilmiş şiddetinin cisimleştiği soğuk anonsu megafondan duyarız:

“DİKKAT DİKKAT, Macaristan sınırında, Macaristan Hükümetinin mülkiyetindeki hudut geçişinde olduğunuz hususunda sizi uyarıyorum.

Çite zarar vermek, hududu yasadışı şekilde geçmek veya geçme teşebbüsünde bulunmak Macaristan’da suç olarak kabul edilmektedir.

Sizi bu suçu işlemekten geri durmanız hususunda uyarıyorum. Sığınma talebinizi transit bölgesinde sunabilirsiniz”.

İstanbul’daki gündelik hayatımızda dinlemek zorunda kaldığımız abuk subuk birçok agresif anonsa göre, akla zarar dünya liderlerinden Orban’ın memleketinde yapılmasına rağmen bu anons çok daha mantıklı ve yumuşak. Ciddiyet, soğukkanlılık ve dipten hissedilen tehdit nüansıyla kaydedilmiş mesaj, banttan Macarca, Arapça, Farsça ve İngilizce okunarak hudut bölgesinin garip atmosferine damgasını vuruyor.

Hudutsuzluk özlemiyle yanıp tutuşan kahramanımızın dediği gibi bölgeyi bloke etmiş sınırlar geri kafalılığın ta kendisidir, bölge insanını zehirlemiştir, ruhunu daraltmıştır.

Sempatik Georghe’nin giderayak Cicero’yu “O tempora, o mores” ile anması boşuna değil.

Biz de kendi coğrafyamızdan ona koro halinde katılmadan edemiyoruz:

“Ne günlere kaldık!”

(BİANET.ORG – Rosalino LEVANTİNO – 2.7.2022)

Bu yazı toplam 1155 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar