Ortadoğu’da Savaş Sarmalı
İsrail ile İran arasında tırmanan savaş, yalnızca bu iki ülkeyi değil, Kıbrıs dahil olmak üzere Ortadoğu coğrafyasını ve Doğu Akdeniz havzasına kıyısı olan tüm ülkeleri doğrudan etkileyebilecek bir tehdit alanı yaratmış durumda. Son yıllarda nükleer anlaşmalar üzerinden doğan anlaşmazlıklar, İran rejimine yönelik dış baskıları artırmış; bu da rejim üzerinde uzun vadeli yapısal değişim beklentilerini tartışmaya açmıştır. Bu konuda İran’ın Uluslararası Atom Enerji Ajansının beklentilerini karşıladığını ancak buna rağmen, müzakere öncesi durumdan vazife çıkaran İsrail’in tek yanlı füze saldırısı altında kaldığını gördük.
Emperyalist merkezler ile bölgesel güçlerin yürüttüğü propaganda savaşları, çoğu zaman gerçeğin gölgelenmesine neden olmakta ve kamuoyunun gelişmeleri sağlıklı değerlendirmesini zorlaştırmaktadır. Ancak bu karmaşık söylemler arasında bile İsrail’in, İran içindeki stratejik hedeflere yönelik yüksek hassasiyetli saldırılar gerçekleştirebilme kapasitesi dikkat çekicidir. Gerek Devrim Muhafızları’nın üst düzey komutanlarına yönelik operasyonlar gerekse bazı hassas tesislerin hedef alınması, İsrail’in teknolojik, istihbari ve askeri üstünlüğünü açıkça ortaya koymaktadır.
Bu tür saldırıların yalnızca İran’ı nükleer silah geliştirme sürecinden caydırmayı amaçlamadığı, aynı zamanda İslam Devrimi’nin temel kurumsal yapılarından olan Devrim Muhafızları’nı zayıflatmayı, teknolojik, doğal kaynaklara dönük alt yapısını hedef aldığı görülmektedir. Açıkçası, İsrail’in ya da yandaşı ABD’nin, İran rejimini değiştirmek ve sözde özgürleştirmek gibi bir dert içinde olmadığı, tüm meselenin Ortadoğu’da İsrail hegemonyasının hakim kılınması olduğu ortadadır.
İran’ın yeniden düzenlenme ya da hizaya getirilme girişiminde, ikincil bir boyut daha var ki o da ülkenin, günümüz kapitalist ilişkilerinin dışında varlığını sürdürmesidir. Tüm ambargo ve dışlanmalara karşı ABD ve Batı hegemonyası dışında duruyor ve yaşayabiliyor.
Bu kriz ortamında dikkat çekilmesi gereken bir diğer önemli unsur, her iki ülkede de otoriter rejimlerin uzun yıllardır güvenlik ve ideolojik gerekçelerle kendi halkları üzerindeki tahakkümüdür. Hem İran hem de İsrail, farklı tarihsel ve siyasal zeminlerde gelişmiş olsalar da, dini ve güvenlik temelli söylemleri araçsallaştırarak kamusal alanı daraltmışlardır.
İran’da özellikle kadınların öncülüğünde gelişen başörtüsü karşıtı protestolar, rejimin dayattığı yaşam tarzına karşı güçlü bir özgürlük arayışını ortaya koymaktadır. Bu protestolar, yalnızca bireysel haklar için değil, aynı zamanda baskıcı bir siyasal yapıya karşı verilen geniş tabanlı bir direnişi temsil etmektedir. Buna karşılık rejim, sistemli baskı politikaları ile muhalif dinamiklerin örgütlenmesini engellemektedir. Ancak bu baskı düzeninin sürdürülebilirliği her geçen gün daha fazla sorgulanmakta, siyasi yapının kırılganlıkları görünür hale gelmektedir.
İsrail cephesinde ise, tüm sıkıntılara rağmen aktif bir muhalefet ve demokratik taban hareketlerinin söz konusu olduğu bir siyasal yapı mevcuttur. Özellikle hükümetin otoriterleşme eğilimlerine karşı gösterilen sivil direnişler, demokrasi dinamiklerinin canlılığını göstermektedir. Ne var ki, Filistinlilere yönelik uygulamalar ve özellikle işgal altındaki topraklardaki hak ihlalleri, soykırıma varan katliamlar, İsrail’deki çelişkileri de kendi içinde büyütmektedir.
Bugün karşı karşıya olduğumuz çatışma, adeta değneğin iki kirli ucunu temsil ediyor. Bir yanda uluslararası hukukla sık sık ters düşen Netanyahu liderliğindeki İsrail yönetimi, diğer yanda ise kadın hakları başta olmak üzere, insan haklarını sistematik biçimde bastıran Hamaney önderliğindeki İran rejimi.
Bu çatışmada taraf olmak, doğrudan bu iki baskıcı yapıdan en az birinin meşrulaştırılması anlamına gelebilir. Oysa asıl ihtiyaç, uluslararası demokratik kamuoyunun halklardan yana bir duruş sergilemesi, kendi kendini yönetme, kendi geleceğine karar verme, barış ve özgürlük talebini öncelemesidir.
Uluslararası hukuk ekseninden sapmadan, her iki ülkenin de savaş politikalarına karşı çıkmak; sivil toplumların sesine kulak vermek gerekmektedir. İran ve İsrail halkları, farklı biçimlerde de olsa baskı rejimlerine karşı mücadele etmektedir. Bu mücadelelerin görünür kılınması, desteklenmesi ve dayanışma içinde büyütülmesi, bölge halklarının geleceği açısından hayati önem taşımaktadır.
İran ve İsrail arasındaki savaş, tüm bölge için büyük bir belirsizlik ve tehlike kaynağıdır. Ancak bu gerilim, aynı zamanda demokrasiyi, insan haklarını ve barışı önceleyen bir yaklaşım için de bir sınav niteliğindedir. Başta Filistinliler olmak üzere, halkların maruz kaldığı baskıların karşısında, uluslararası hukuka bağlılığı, “savaşa karşı demokrasi ve özgürlük” mücadelesini desteklemek, sadece politik bir duruş değil, aynı zamanda insani bir sorumluluktur.