1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Kosovalı bir “kayıp” annenin öyküsü...
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Kosovalı bir “kayıp” annenin öyküsü...

A+A-

Serbeze Haxhiaj

Yirmiiki yıl önce, Recak/Racak’taki Metuşi aile evindeki hatıralar hala taptaze... Hasan Metuşi şu anda bir sağlık çalışanı, yakınlardaki Ştime/Stimlye kentinde çalışıyor – katliamdan bir hafta önce annesinin ağladığını ve çatışmaların devam etmesinden kaygılarını belirttiğini hatırlıyor...

“Hatırlıyorum, annem ‘Bu bir savaş ve ne olacağını bilmiyoruz... Ne olursa olsun, umarım ki çocuklar hayatta kalır’ demişti...” diyor.

gf-003.jpg

Recak/Racak kentindeki öldürme olayları uluslararası medyada manşet olunca, o günlerde ABD diplomatı William Walker Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın Kosova’yı Araştırma Misyonu başı olarak burayı ziyaret etmişti – ziyaret katliamdan bir gün sonraydı... Bu misyon, aslında Yugoslav Ordusu, Sırp polisi ve Arnavut isyancıların Kosova Kurtuluş Ordusu arasında gergin bir ateşkesi gözetmek üzere oluşturulmuştu.

Walker bu katliamı, “İnsanlığa karşı işlenmiş bir suç” olarak tanımlamıştı, BBC muhabiri Jacky Rowland da katliam bölgesini ziyaret ederek “kitle halinde eğilip bükülmüş bedenler”den söz etmişti. BM Güvenlik Konseyi ile o dönemin ABD Başkanı Bill Clinton da bu katliamı kınamışlardı...

Kosova Kurtuluş Ordusu dört Sırp polisini öldürdükten sonra, bu köyde 45 Arnavut kökenli köylü öldürülmüştü... O günlerin Yugoslavya Cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç’in hükümeti ise, Recak/Racak’ta öldürülenlerin ya Kosova Kurtuluş Ordusu askerleri ya da ateş hattında sıkışıp kalmış olan siviller olduğunu duyurmuştu.

Ancak 17 Ocak 1999 tarihinde Washington Post gazetesi, Sırp İçişleri Bakanlığı generali Sreten Lukiç ile Yugoslavya’nın o dönemki Başbakan Yardımcısı Nikola Sainoviç arasında geçen telefon konuşmalarından bölümler yayınlamıştı – bu konuşmalardan da Recak/Racak’a hükümetin güvenlik kuvvetlerinin sert biçimde Recak/Racak’a saldırı emrini vermiş oldukları anlaşılmaktaydı. İki yetkili ayrıca, bu öldürme olaylarının uluslararası alanda tepki görmemesi için gizlenme yöntemlerini de tartışmışlardı.

O dönemin Yugoslavya yetkilileri adına olay yerinde inceleme yapan bir patolog, herhangi bir katliam olmadığını, “tek bir bedende dahi herhangi bir kurşuna dizme izi” bulunmadığını iddia etmişti. Ancak AB adına inceleme yapan Finlandiya’dan bir ekibin başı, burada öldürülmüş olanların, insanlığa karşı işlenmiş bir suçun silahsız kurbanları olduğuna tanıklık etmişti.

Recak/Racak katliamı, Kosova’ya yönelik olarak Batı’nın politikasında bir değişikliğe yol açmış ve Miloseviç’in askerleri ve polis güçleri ile Kosova Kurtuluş Ordusu gerillaları arasındaki çatışmalarda bir dönüm noktasına dönüşmüştü. NATO’nun Yugoslavya’ya iki ay sonra hava saldırısı kararı alarak Miloseviç’i Kosova’dan askerlerini çekmeye zorlamasında önemli bir faktör olmuştu bu katliam...

Bu katliam, Kosova ile Sırbistan arasında o günden bu yana karşılıklı suçlamalara yol açmaya devam ediyor... 2019 yılında Sırp Cumhurbaşkanı Aleksandr Vuciç, ABD diplomatı Walker’i bu katliamı uydurmakla suçlamıştı...

Vuciç, tüm bunların “global bir sahtekar olan Walker tarafından düzmece olarak düzenlendiğini” iddia etmişti. Bu yorum, Priştine’de bir mahkemenin Kosovalı Sırp milletvekili İvan Todosiyeviç’i “bu katliamın düzmece olduğu iddiası nedeniyle etnik, ırksal veya dini toleranssızlık” nedeniyle mahkum ettiği zaman yapılmıştı.

2017 yılında Kosovalı yetkililer, Walker’i onore ettiler ve Recak/Racak’ta onun bir heykelini diktiler.

Bugüne kadar hiç kimse bu katliamdan ötürü ceza almadı, hapse atılmadı.

2001 yılında Ştime/Stimlye’de bir Sırp polis yetkilisi olan Zoran Stayonaviç, Kosova’daki Birleşmiş Milletler yargıçları tarafından 15 sene hapisliğe mahkum edilmişti. Ancak ilerleyen yıllarda temyizde “kanıt yetersizliği” gerekçesiyle adı temize çıkarılmış ve serbest bırakılmıştı...

Bu arada bu katliamda öldürülen 45 kişi arasından yalnızca tek bir kişinin kalıntıları bulunamadı – Zahide Metuşi, bu 45 kişi arasında kalıntıları bulunamayan tek kadındı...

Metuşi ailesi Ocak 1999’daki saldırı nedeniyle saklanmaya çalışırken ayrı ayrı yerlere düşmüşlerdi – katliamdan ancak üç gün sonra Zahide hanımın “kayıp” olduğunu farketmişlerdi...

“O zaman köydeki kuyuları araştırmaya başlamıştık... Düzinelerce kuyuya baktık, geceyarılarına kadar devam etmişti arama... Ancak daha sonra, onun bedeninin alındığını kavradık” diye anlatıyor Zahide hanımın oğlu Hasan Metuşi...

Köyde bu saldırıda öldürülenler adına yaptırılan mezarlıkta, Zahide Metuşi’nin mezarı da var ancak bu mezar boş duruyor... Aile mezarı açık bırakmış – ilerleyen yıllarda belki kalıntıları bulunur ve onu defnedebilirler düşüncesiyle, böyle yapmışlar...

Ancak ilerleyen yıllarda bu konudaki umutlarını yitirmişler... Hasan Metuşi, “Artık mezarı kapatma kararı aldık... Onun kalıntılarını bulma ve adaletin yerine getirilmesi umudumuzu yitirdik” diyor.

 (BALKAN INSIGHT – Serbeze Haxhiaj - 14.1.2021 – Derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


BASINDAN GÜNCEL...

 

Turan Aksoy: “Kıbrıs’ın hayatı poz olmaktan çıkaran gerçekliği...”

ac-005.jpg

Çalışmalarını 2016’dan beri Kuzey Kıbrıs’ta sürdüren Turan Aksoy kendi kuşağının önemli sanatçılarından biri. Onu farklılaştıran, sadece tuval resim değil, yerleştirme, (2003’ten beri) video, fotoğraf, heykel, sanatçı kitabı gibi teknikleri eşzamanlı olarak kullanarak birbirinin içinde oda oda açılan çok katmanlı çalışmalar üretmesi. Çeşitli sergilerde işlerini izlediğim Turan’la iki yıl önce Lefkoşa’da tanıştıktan sonra zamana yayılan, İstanbul’daki atölyesinde de gelişen bir diyaloğumuz oldu...Yazılı görüşmemiz, bu sessizliği şekillendirdiğini düşündüğüm merkez-periferi ilişkilerinden yola çıkıp, kemikleri yaşlı ada Kıbrıs’la ilerleyip onun Lefkoşa’da açtığı son kişisel sergisi Ketum’la sonlandı.    

 

***  Adada yeni kurulan ARUCAD Üniversitesi’nde (Arkın University of Creative Arts and Design) kurucu dekan olarak çalışmaya başladın. Lefkoşa’daki sanat ortamı hakkında biraz bilgi verir misin? Adadan baktığında İstanbul, Ankara nasıl gözüküyor?

Kıbrıs’a Ankara’dan değil, İstanbul’dan geldim. 2002 de İstanbul‘a yerleştikten sonra farklı üniversitelerde çalıştım ve çoğunlukla Pi Artworks galeri olmak üzere bir dizi sergi yaptım. Kıbrıs’a üç buçuk yıl önce kurulan, kendi deyimimle Kıbrıs Türk Topluluğunun akademisi niteliğindeki Arkın Yaratıcı Sanatlar ve Tasarım Üniversitesinin rektörü olarak çağrıldım ve 2020 Nisan ayına kadar elimden geldiğince sürdürdüm. Şu anda ondan fazla bölümümüz Afrika’nın farklı ülkeleri, Rusya, İran Azerbaycan Ukrayna gibi ondan fazla ülkeden öğrencileri olan uluslararası bir üniversiteyiz.

Kıbrıs küçük, uluslararası politik bir sorunun tam merkezinde, Akdeniz’in ortasında bir ada. Türkiye’den ziyarete gelen insanların Ege’de tatil yapılan Yunan adaları gibi beklentileri olduğunu hissediyorum bazen. Sinir bozucu! Yani imajı bulanıklığa açık. ‘Pek çok uygarlığın geçtiği topraklar’ sözü gayet açıklayıcı sanırım. Kendi söyleyeceklerini tutma ihtiyacını yaratmış bir tarih var Kıbrıs'ta ve bu nedenle ben bilgece ve psikolojik bir yer diye bakıyorum. Bekleyiş halinde ve bu zamanın akışını da ve bunun hissedilişini de çok belirliyor. Günümüzde adanın en kıymetli sanatçılarından sevgili Emin Çizenel de “adacentric” gibi bir kelime kullanıyor ki bu psikolojik yanını vurgulayan birşey diye düşünüyorum. Ada, nüfusuyla karşılaştırıldığında sanata ilgisi yüksek bir yer, genel olarak. Okuma, yazma, sergileme, üretme iştahı olan bir yanı var. Aynı nüfusa sahip, Türkiye’deki pek çok şehirde bir galeri bile yok. Burada her zaman birtakım etkinlikler var. Kıbrıs‘tan bakarak İstanbul ya da Ankara’yı değerlendirmek zor. Bir yerin periferisi olarak tanımlayamam Kıbrıs’ı, eğer bu anlamda sorduysan. Çünkü Kıbrıs Türkleri, İngiltere ve Avustralya başta olmak üzere dünyayla bağlantılı farklı yerlerde eğitim alan, sergiler açan aktif insanlar.

 

***  Bir yerin periferisi olarak değil de, Kıbrıs’ın kendi tarihi, kendi sosyal oluşumlarıyla iki toplumlu ve iki kültürlü bir yer; İngiliz sömürgesi olduğu dönemden kalanlarla harmanlanabilecek farklı katmanları var. Bunun adada üretilen güncel sanatla nasıl bir bağlantısı kurulabilir? Başka şekilde sormak gerekirse “yerel bağlam” başlığı altında senin gözlemlediklerin neler?

Açıkçası Kıbrıs’ta iki toplumlu, iki kültürlü yapının izlerini burada yaşadıkça zaman içerisinde insanların anılarından, gittikleri okullardan, açılan sergilerden vs. çok daha iyi anlayabiliyorsunuz. Yakın zamanda bir sanatçı arkadaşın atölyesinde 1969 yılında Kıbrıs Türk Topluluğu içerisinde yapılmış yarışmalı bir resim sergisinin kataloğunu gördüğümde, başvuru sayısı, eserler ve organizasyondan hayli etkilendim. Günümüzde durumu açıklayabilecek, sembolik olarak en belirgin şey ise pek çok etkinliğin ara bölgede gerçekleştirilmesi. Ben bunu ortak geçmişe sahip çıkma eğilimi olarak görüyorum. Kaldı ki üniversite olarak, ARUCAD olarak bu tür ortak çalışmalara destek de verdik, SEVERİS vakfıyla öğrencilerimiz ortak, iki tarafta gerçekleştirilen bir sergi gerçekleştirdi.  Yine iki buçuk yıldır faaliyette olan ARUCAD Art Space’de Nicolas Panayi ve Art Rooms’da da Andreas Charalambous sergilerini yaptık.

Bu arada olumlu gelişmeler var; ARUCAD’ın da etkisiyle diğer üniversiteler sanat ve kültür için yatırım yapmaya başladı. Genç dinamik bir grup arkadaşın kurduğu Akdeniz kültür araştırmaları merkezi, EMAA var, bugünlerde bildiğim kadarıyla bir seri kitap çıkarmak üzereler, güzel ve önemli şeyler. Kıbrıs TÜRKBANK’ın ilgili olduğunu duyuyoruz, Rüstem Kitabevi, kendi içerisinde bir galeri geliştirdi ve daha geniş bir etkinlik mekânı oluşturuyor. Bütün bunlar kısa süre içerisinde bir kültür yönetimi sorununu ortaya çıkarabilir çünkü bu konuda açık var.

Günümüz sanatı açısından sıkıntı adanın politik sorunlarının ister istemez sanatçıların söyleyecekleri üzerindeki belirleyiciliği. Tanpınar’ın Türkiye için söylediği gibi Kıbrıs da "evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.”  Diğer taraftan, küçük bir ada olması nedeniyle sanat kültür ortamını destekleyecek sermaye birikiminin, dolayısıyla bir pazarın oluşmaması söz konusu. Bunun iyi yanlarından da bahsedebiliriz ancak gerekli olduğunu hepimiz biliyoruz.

 

***  Adanın senin üzerindeki etkilerini nasıl değerlendirmek lazım?

Bir sanatçının ne kadar aylaklık yapmaya ihtiyacı olduğunu düşünürsek, üniversite gibi sofistike bir kurumun oluşumunda görev almanın zorluğu açık, dediğim gibi elimden geldiğince bu oluşuma katkıda bulundum ve şimdi de yeni bir yönetimle otuz ayrı ülkeden öğrencileri ve on ayrı ülkeden öğretim elemanları ile uluslararası bir oluşum olma yönünde ilerliyoruz. Kıbrıs’ın benim çalışmalarım üzerimdeki etkisi, 2015’te Milli Reasürans’ta açtığım sergide ortaya çıkan, her şeyin düzleştiği, ışık ve gölgenin önemli rol oynadığı bir mekânsallığa ve bunun kaynağı olarak gördüğüm kişisel (biraz yaşımla da ilgili olsa gerek) bir yalnızlaşma ve sessizleşme yönelimime uygun bir ortam sunması oldu. Kıbrıs’ın beni destekleyen bilgece bir sessizliği ve hayatı poz olmaktan çıkaran bir gerçekliği var ve bu beni etkiledi diyebilirim.

 

***  Karantina döneminde İçeriye Doğru İmkânsız Köprü isimli her şeyiyle el yapımı bir sanatçı kitabı oluşturdun. Bunun oluşum sürecini ve içeriğinde ön plana çıkan İstanbul olgusunu nasıl ele almak gerekir?

Bu kitap, üretim hayatımda üç beş defa tekerrür eden bir durumun sonucu. Bir öykü, bir hikâye yazma düşüncesiyle yola çıkıp sonra fotoğrafa, resme veyahut bu defa olduğu gibi kitaba dönüşen bir macera bu. Adını da 2017’de yaptığım diğer el yapması sanatçı kitabım Minyatürün Gölgesinde içindeki bir çalışmadan alıyor. Ama İçeriye Doğru İmkânsız Köprü’nün başlangıcı epeyce eski. 2013-14 gibi Beşiktaş’ta, Serencebey’de otururken şehrin iki yakasını karşı karşıya gören bir pencereden bakardım, köprü ya da vapurla karşıya gidip gelirken kafamda hep bir şeyler vardı. Sonra Drina Köprüsü’nü okudum İvo Andriç’in ve devamında bir dizi anlık olaylar bende birkaç katmanlı bir şeyler yazma fikri oluşturdu. 2015-16 gibi beş on sayfa parçalar halinde bir şeyler de yazdım, bu sırada bunun bir süreç olduğunu ve fotoğraflar çekmemin iyi olacağını sezdim ve çektim. Sonra biraz sıkıntılı birkaç yıl geçti ve hiçbir şey yazamadım ve dokunamadım. Ama o sırada sanatçı kitabı olarak nitelendirilebilecek Minyatürün Gölgesi’niyaptım. Minyatürün Gölgesi daha çok imajla ilişkimiz üzerine bir kitap; İçerisinde Abdülmecid Efendinin Haremde Beethoven resmine de Yavuz Selim’in defalarca manipüle edilmiş portresine de dokunan.

Ve 2020, karantina süreci, İçeriye Doğru İmkânsız Bir Köprü ile uğraşmak için iyi bir zaman oldu. Pandemi başlarında iki kez fotoğraf çekimi için Beşiktaş’tan başlayıp köprüden geçip Üsküdar’dan motorla Beşiktaş’a dönen turlar yaptım, planladığım okumalarımı tamamladım ve yazıları bitirdim. Kitapta kapaktakilerle birlikte on iki imaj ve on iki adet deneme-aforizma biçiminde kısa metin var. Metinler birbirini takip eden bir hikâye dizisi gibi olmaktan çıktı ancak orijinal metinde kullandığım önemli şeyler kaldı. İki ayrı portre yaratma düşüncem vardı, o kalktı ama bunun hissedilebileceği bir muğlaklığa bıraktı yerini.

 

***  Arucad Art Space’te açılan son kişisel sergin Ketum’la konuşmamızı sonlandıralım. Fotoğraflardan görebildiğim kadarıyla mekânda farklı tekniklerle ürettiğin çalışmaları biraraya getirerek çok katmanlı bir anlatı kurguluyorsun.

Yeni sergimde 2014-15’ten bu yana arayışını sürdürdüğüm, temsili olmayan bir dünya kurma eğilimini sürdürmeye çalıştığım söylenebilir. 2015’te yaptığım Yönetilebilir Cennet  sergisinde yer alan üç adet büyük tuvalin devamı olan bir resim bu sergimin de başlangıç noktasında duruyor. Ayrıca iki yıldır yaptığım bir dizi iPad resimleri dizisi var sergide. Burada yapmaya çalıştığım şey boyanın sürülüşünde kişiselliği azaltmak ve tuvalin yüzeyselliğini vurgulayan bir “boya alanlarını sürüp bırakayım ve o resim olsun” anlayışı idi. iPad’in tam istediğim şeyi bana verdiğini hissettiğim için bu resimleri çok sevdim. Bir şeyi daha veriyor iPad, o da içeriden gelen bir ışık. Dijitalliğin bir sonucu olan bu ışığın Matisse’in “Oryantal-Fas dönem” resimleriyle Eric Fischl’in Hindistan resimlerindeki türünden bir ışığa karşılık geldiğini düşünüyorum.

Bir biçim olarak ortaya konmuş, bir anlamı, açıklaması olduğunu hissettiğimiz ama kendisini anlatımcı olarak ele vermeyen bu çalışmaların zaman ve mekân duygularına vurgu yaptığını söyleyebilirim: Sessizlik, yavaşlık ve izole edilmişlik gibi. Büyük boy resimde ve iPad Resimleri’nde geometrik birer düzenleme gibi ortaya çıkan ev, şehir görüntülerinin bir yere/yerle bağlantılı olmayan içsel manzaralar olduğu söylenebilir. Bunun kaynağı mekânın izlenen, gözlemlenen temsili bir yer değil de ışığın da yardımı ile içerisinde dolaşılan, hayal edilen, düşünülebilen bir yer olarak sunulmasıdır. Sonuçta, pek de konuşkan olmayan bir görsellik ortaya çıkıyor. Sergide yer alan diğer grup ise yer heykelleri olarak adlandırdığım, materyal ve lazer kesim etkisiyle tasarım nesnesi gibi duran, soğuk ve mesafeli, birimlerin tekrarlarına dayalı üçboyutlu çalışmalarım.  Bunların resimlerle akrabalıkları var, birim tekrarları, yanyana ve altlı üstlü organizasyonları nedeniyle.

“Askıda Kalmış bir Kişiliğin Portreleri” isimli, videolardan ve üç adet yüksek, modüler formdan ve bunların içlerine yerleştirilmiş cam, ayna ve plastik kıldan oluşan yerleştirmeyse kırılgan, yansıtıcı ve dişil bir karakterle ön plana çıkıyor.  Kullanılan malzeme çeşitliliği, onların temsil özelliği ve düzen nedeniyle serginin en konuşkan işinin bu olduğu söylenebilir.

(K24 – Necmi SÖNMEZ – 14.1.2021)

Bu yazı toplam 1558 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar