1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum “kayıp” yakınlarından barış ve dostluk mesajı…
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum “kayıp” yakınlarından barış ve dostluk mesajı…

A+A-

Kufezli Kıbrıslırum “kayıp” yakını Loizos Loizos ile Kıbrıslıtürk “kayıp” yakını Mehmet Kemal Demiröz’ün dostluğu, herkese örnek olmalı…

 

1964’te Mağusa’da NAAFİ’deki işyerinden alınarak “kayıp” edilen ve bir Kıbrıslırum okurumuzun yardımlarıyla gömü yeri Paralimni’de bulunarak ondan geride kalanlara ulaşılan Kemal Emin Demiröz’ün oğlu Mehmet Kemal Demiröz ile 1974’te Kufez’de evlerinden alınarak Kufez dışında öldürülerek “kayıp” edilen baba-oğul Loizoslar’ın yeğeni Loizos Loizos’un dostluğu, herkese örnek olacak nitelikte…

Geçtiğimiz Pazar günü – 11 Haziran 2017 – Kondea’da arkadaşları Mustafa Murat’ın evinde buluşan Mehmet Kemal Demiröz ile Loizos Loizos, barış ve dostluk mesajı verdiler.

sevg-019.jpg

Loizos Loizos, bize de gönderdiği notunda şöyle yazdı:

“Acıyı aşma, dostluk ve kardeşlik mesajı… Birlikte bir arada yaşama ve işbirliği mesajını Loizos Loizos ve Mehmet Kemal Demiröz, Kondea’dan gönderiyor…

11 Haziran Pazar günü, Kondea’da arkadaşımız Mustafa Murat’ın evinde buluştuk – ben Mihalis Loizos ailesinin bir üyesi, Mehmet Kemal Demiröz ise Kemal Emin Demiröz’ün en büyük oğlu olarak…

Hem amcam Mihalis, hem yeğenim Loizos ve Kemal Demiröz ile kaynatası Ahmet Karaca, iki toplumun paramiliter güçleri tarafından vahşice öldürülen masum kurbanlardı…

Mehmet’le buluşarak kendimizin ve ailelerimizin acılarını dindirmenin yollarını konuştuk, yalnızca ailelerimizin değil geniş anlamda toplumlarımızın acılarını…

Yeni kuşaklar böylesi olaylara ve böylesi bir acıya asla maruz kalmamalıdır… En nihayet artık yurdumuzu ve toplumlarımızı yeniden birleştirecek bir çözüme kavuşma dileğimizi dile getirdik.

Geçmişten gelen acıları aşabilmek, insani ilişkilerimizi kuvvetlendirmek amacıyla ailelerimizin tüm üyelerinin katılacağı bir buluşmayı birlikte ayarlamayı kararlaştırdık.

Geçmişte küçük, karma bir köy olan Kufez’de her iki toplumdan onca masum kurban verildi – köyümüzün bunları aşarak dostluk, kardeşlik ve barış örneği oluşturmasını istiyoruz.

Buluşmamıza köylülerimiz Hristakis Podinos ile Mehmet Terzi de katıldı – onlar da barış içinde birlikte yaşamamız için yıllardır mücadele ediyorlar…

Mehmet Kemal Demiröz’ü tanımamı sağlayan ve bizim buluşmamıza ve ortak yurdumuz için çalışma yapmamıza yazdıklarıyla yol açan  gazeteci Sevgül Uludağ’a çok teşekkür ederim…

Bizler Loizos Loizos ve Mehmet Kemal Demiröz olarak barış içinde birlikte yaşama ve işbirliği mesajımızı Kondea’dan gönderiyoruz…

Biz bir çözüm istiyoruz…

İşgali sona erdirmenin, yurdumuzu yeniden birleştirmenin ve eğer istiyorsak geri dönmemizin tek yolu müzakereler ve çözümdür.

Kıbrıs sorununun çözümü Kıbrıs adasında yasal olarak yaşamını sürdüren tüm Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürkler’e barış ve refah getirecek, bizi güvensizlikten kurtaracaktır. Müzakere sürecinde engellerle karşı karşıya olanlar, toplumlarımıza, tarihe ve genç kuşaklara karşı sorumluluklarını bir kez daha dikkatle düşünmelidirler.

Dr. Loizos Loizos.”

 


BASINDAN GÜNCEL

 “Ölüm Tarlaları, ideoloji ve yüzleşme…”

 

Yılmaz MURAT BİLİCAN

“Hayattaki bütün kötülükler bir “hayat anlayışı”ndan gelir.”  Emil Michel Cioran

20. yüzyıl, birçok düşünüre göre, ideolojilerin ete kemiğe büründürülüp, toplumların biçimlendirilmeye çalışıldığı, bir bakıma toplum mühendisliği yapıldığı bir yüzyıl oldu. Bunda başarılı olunduğu ölçüde de, 20. Yüzyıl, insanlık tarihinin en acımasız savaşlarının, soykırımların yaşandığı kanlı bir yüzyıl oldu. İdeolojilerin toplum mühendisliği yapma adına döktükleri kanlar, emperyalist savaşlar ve bağımsızlık savaşlarında dökülenlerle birleşince de ortaya 20. Yüzyılın dehşet verici tablosu çıktı.

İnsanlara iyi ve mutlu bir yaşam vadeden birer ütopya olarak ortaya çıkan ideolojiler uygulamaya geçirilip toplumu biçimlendirmeye başladığında maalesef kısa zamanda birer distopyaya dönüşmektedirler. Çok iddialı gibi olsa da, bu durumun her tür ideoloji veya ütopya için geçerli olduğunu söylemek mümkün.  Bir ütopya görünümüyle ortaya çıkıp uygulanmaya başlandığında tez zamanda distopyaya dönüşmek bütün toplum projelerinin kaderi gibi görünüyor maalesef.

Ölüm Tarlaları, Choeung Ek Soykırım Merkezi

70’li ve 80’li yıllarda adını çok duyduğumuz Kızıl Kmerler’in ülkesi Kamboçya’dayım. Kızıl Kmerler’in on binlerce insanı bir ideoloji adına, komünist bir tarım toplumu yaratmak için vahşice öldürüp oracıkta topluca gömdüğü Ölüm Tarlaları’ndayım. Kamboçya’nın başkenti Phnom Penh yakınlarındaki Choeung Ek Genocidal Center, her gün binlerce insanın ziyaret ettiği bir soykırım müzesi. İçeriye adım attığınızdan itibaren baktığınız her yerde ölümün soğukluğu kendini gösteriyor. Kafatasları, kemik parçaları, dişler… Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk ölüler. Kamboçya’nın en okur yazar kesimi, aydınları, sanatçıları, öğretmenleri. Etraf toplu mezarlardan kalan çukurlarla dolu, her çukurun başında kaç ceset çıkarıldığı yazıyor, 450, 300, 250… Kadın, çocuk, çıplak…

Kızıl Kmerler’in toplum projesi

Nedir bu Kızıl Kmerler, kimdir Pol Pot? Neden öldürmüş bunca insanı?

Laos, Kamboçya ve Vietnam soğuk savaş yıllarında Amerika, Sovyetler Birliği ve Çin’in, her türlü fırsattan yararlanıp kendi kontrollerinde bir iktidar oluşturmak için gözlerini diktikleri üç komşu ülke. Kızıl Kmerler adlı örgüt Kamboçya Komünist Partisinin silahlı kolu. 1960’lı yılların sonlarından itibaren mücadele veriyor. 1975 yılında başkent Phnom Penh’e saldırıp iktidarı ele geçiriyorlar. Yoksulluk ve açlığın pençesinde kıvranan iki milyonluk şehir sevinçle karşılıyor komünistleri. “Demokratik Kamboçya” adıyla yeni bir yönetim kuruyorlar.

Kızıl Kmerlerin lideri ve başbakan Pol Pot Fransa’da eğitim görmüş varlıklı bir ailenin çocuğu, son yıllarını Çin’de geçirmiş ve Maocu tarım politikalarından etkilenmiş bir komünist. İlk etapta ülkenin dışarıyla bağlantıları kesilip, bütün iletişim araçlarına el konuluyor. Tarım politikalarını uygulamak için şehirdeki insanları köylere göçe zorluyorlar, başkent Phnom Penh bombalanacak bahanesiyle hızla boşaltılıyor. Binlerce insan zaten açlıktan yollarda telef oluyor. Okumuş yazmış, aydın, sanatçı, şehirli olan herkes Amerikan ve burjuva ajanı olmakla suçlanıp işkenceden geçirilip öldürülüyor.  Köyler kendi içlerinde yalnızlaştırılıp her biri birer çalışma kampına dönüştürülüyor, tek tip giysi, tek tip saç modeli zorunlu oluyor. Birbirlerine uygun oldukları düşünülen kişiler zorla evlendiriliyor. Çocuklar sıkı bir politik eğitime tabi tutulup, rejim düşmanlarını ihbar etmeleri öğretiliyor. Bütün dinsel faaliyetler yasaklanıyor. Entelektüellerden başlayan yok etme faaliyetleri Çin ve Vietnam kökenli Kamboçyalılara uzanıyor. Kişisel eşya edinme, ayrı yemek yeme, duyguları dışa vurma yasaklanıyor. Emirlere uymayan ya da karşı gelenler için tek bir ceza uygulanıyor, idam. Önceleri kurşunla yapılan infazlar sonradan ekonomi olsun diye boğarak ya da kazma kürekle, sopayla yapılmaya başlanıyor.

Daha çok ayrıntıya girmeyeceğim merak edenler için bu bilgilere ulaşmak kolay, sonuçta 200.000’i idam şeklinde olmak üzere Kamboçya nüfusunun üçte biri, yaklaşık 2 milyon kişi 1975-79 yılları arasında yok ediliyor. 1979 yılında Vietnam’ın ülkeyi işgal etmesiyle Kızıl Kmerler iktidarı yıkılıyor, Pol Pot helikopterle Tayland’a kaçıyor ve ölümüne kadar da Kamboçya’nın başına bela olmaya devam ediyor. Kamboçya’da olası bir Marksist rejime karşı kullanma olasılığı gözetilip ABD tarafından el altından korunuyor. 1990’lı yıllarda örgüt tamamen dağılıyor. 1998 yılında Pol Pot yargılanamadan eceliyle ölüyor. Üst düzey yöneticiler Birleşmiş Milletler desteğiyle yargılanıp ömür boyu hapis cezasına çarptırılıyorlar. Cezaları 2011’de kesinleşiyor, halen hapisteler.

Tuol Sleng Soykırım Müzesi

Başkent Phnom Penh’te yer alan ikinci merkez, Tuol Sleng Soykırım Müzesi. Burası şehrin merkezinde yer alan, 15.000 kişinin işkencelerle öldürüldüğü tahmin edilen bir sorgulama merkezi. Öncesinde bir okul olan binalar Security Prison 21 (Güvenlik Ofisi 21) adıyla bir işkence haneye dönüştürülmüş. Dolaşırken insanın tüylerini ürperten müzede bazı sınıfların yazı tahtaları hala yerlerinde asılı, panolarda ise kurbanların merkezin kayıtları için çekilen fotoğrafları var. Binaların bazı katları ahşap veya tuğlalarla neredeyse sadece nefes almaya yetecek büyüklükte hücrelere bölünmüş. Vietnam işgaliyle iktidar yıkıldığında merkezde sadece 8 kişi sağ olarak bulunmuş, bütün işkence aletleri, askılar, prangalar hücreler ise yerli yerinde duruyormuş.

Kamboçya yaralarını henüz tam olarak sarabilmiş değil belki ama kendi çapında bir demokrasi işletmeye çalışıyor. Ekonomik sorunları ağır, halkın çoğunluğu yoksul. Ama geçmişiyle yüzleşmeyi büyük ölçüde başarmış görünüyor. Kızıl Kmerler iktidarı birer yüzleşme kalesi diyebileceğim o iki müzeye gömülmüş gibi.

Ah biz de yüzleşebilsek

Bizim geçmişimiz denince nedense sadece parıltılı sayfalar hatırlanmak istenir. Yüzleşme noktasından henüz çok uzağız ve nedense bir türlü de yaklaşamıyoruz. Oysa bu ülke bir 12 Eylül yaşadı, bir Diyarbakır Cezaevi gerçeği yaşadı. Bir tane bile önüyle arkasıyla açığa çıkarıp sorgulayıp kenara koyabildiğimiz yüzleşme hikâyemiz yok. Güneydoğuda on binlerce kayıp insan, bir ara açılmaya başlanmış toplu mezarlar, suçlular hakkında açılan davalar… Biraz umut ama sonrasında daha da karanlık sayfalar, yeni toplu mezarlar… Cizre’nin bodrumlarına, Sur’un duvarları arasına gömülen yeni bedenler.

Geçmişimiz… Ah ne yazık ki geçmişimizle hesaplaşmadan iki yakamız bir araya gelmeyecek. Ermeni Soykırımı, Türkleştirme politikaları adına yapılan zulümler, mübadeleler, Dersim katliamı, Varlık Vergisi, 1980 öncesi katliamlar Kahramanmaraş, Çorum, 1 Mayıs 77… 12 Eylül darbesi, Diyarbakır Cezaevi, Sivas Katliamı… Memleketimizde kaç tane müze açılması gerekecek acaba? Kaç tane ölüm tarlası var güneydoğuda…

Soykırım müzesini gezerken yanımdaki Kamboçyalı arkadaş benim yüzümdeki mutsuz ifadenin etkisiyle olsa gerek, bir şeyler söyleme gereği hissediyor ama söyleyemiyor da ellerini iki yana açarak yüzüme bakıyor sadece, bakışları “Kamboçya böyle işte, çok kötü şeyler yaşanmış, ne yapabiliriz?” diyor.  Oysa ben o sırada, müzede sergilenen işkence aletlerine bakarken dalıp gitmişim. 21 yaşımda İzmir’in denize bakan modern emniyet binasında bunlardan hangilerine maruz kaldığımı anlamaya çalışıyorum. Kollarımı arkadan bağlayarak nasıl bir düzenekle astılar acaba, tavanda kanca gibi bir şey mi vardı? Sonradan takmış olmalılar. Demek işkence sırasında burada da soyuyorlarmış insanları. Cinsel organıma vurdukları sopa acaba şurada duran ince burgulu olan mıydı? Yok bu tropikal bir bitki olmalı bizde yoktur.  Sopalar çok çeşitli, inceden kalına, düzden burgulu olanına çeşit çok. Falaka sırasında şu düz kalın olanla ayaklarımı kaldırmış olmalılar, hangisiyle vurdular peki? Dedim ya dalıp gitmişim, keşke bizde de açılsa da işkence müzeleri diye düşünüyorum, anlasak neyi nasıl yaptıklarını… Kollarımı iki yana açıp gülümsüyorum ben de sadece...

(T24 – Yılmaz MURAT BİLİCAN – 9.6.2017)

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2005 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar