1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Arçoz’dan bir sandaliyecinin hikayesi...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Arçoz’dan bir sandaliyecinin hikayesi...”

A+A-

Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız Konstantinos Emmanuelle, “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” sayfasında yer alan yazısında, bu kez eniştesi Yannis’in öyküsünü kaleme aldı... Eniştesi Yannis, 100 yaşına yaklaşmış ve araştırmacı-yazar, akademisyen ve grafik sanatçısı arkadaşımız Konstantinos Emmanuelle’e göre, “Kıbrıslı olmanın en iyi yanlarını” temsil ediyor...

Konstantinos Emmanuelle’in yazısını okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik. Konstantinos Emmanuelle, şöyle yazıyor:

***  Bugün bu yazımı çok sevgili, güzel eniştem Yannis Hrisostomu’ya ithaf etmek istiyorum – Leymosun’un Arçoz köyündendir eniştem... 100 yaşına yaklaştığı bugünlerde Yannis Enişte, Kıbrıslı olmanın en iyi yanlarını temsil ediyor... Eşi Panayota, anneciğim Panayota’nın birinci yeğeniydi, Konnaris ailesinden...

***  Ben Eniştem Yannis’le ilk kez Mayıs 1974’te ailemizi Arçoz’da ziyaret ettiğim zaman tanımıştım... O günlerde köydeki güzel genç kızlar dikkatimi dağıttığı için, ona pek fazla dikkat etmemiştim. Çok şükür büydükçe, onun hayatı hakkında daha fazla şey öğrenmek için özel bir çaba harcadım. Tek üzüntüm, Avustralya o kadar uzak olmasaydı, onu daha fazla ziyaret edebilirdim... Bu harika adam hakkında bildiklerimi aktarıyorum size... Tadını çıkarınız!

***  Yannis Hrisostomu, Arçoz köyünde Ocak 1924’te dünyaya gelmişti. Babası Hrisostomos Yannis ve annesi Fostira Neokleus idi. Yannis’in bir kardeşi vardı, abisi Haralambos. Yannis küçük bir çocukken Arçoz’un nüfusu 1,500 kadardı. “O günlerde çevrede çok insan vardı” diye anlatıyor bana... “Aslına bakacak olursan, Leymosun kazasında en büyük köylerden biriydi Arçoz. Hatırlarım da beş ya da altı tane kahvehanesi vardı ve her zaman oynayabileceğimiz çok sayıda çocuk vardı... “Mappa” (futbol) oynardık, lingiri oynardık... Rüzgarlı günlerde köyün dışındaki tepeye tırmanarak kendi yapmış olduğumuz “petaça”larımızı (“uçurtmalarımızı”) uçururduk. Çok eğlenirdik...”

***  1930’lu yıllarda Kıbrıs’taki pek çok çocuğun tersine, Yannis, ilkokulu bitirmeyi başarmıştı... “Okuldaki öğretmenimizin çok sert olduğunu hatırlarım. Adı Platridis idi ve çoğu zaman bize uzun bir değnekle vururdu. Okulu 1936 senesinde bitirdim ve sonra da aileme bağlarındaki işlerde yardım etmeye gittim. 12 yaşındaydım. Babam bir gün bana, “Senin için böyle bir hayat istemem Yannis” dedi, “Sabahtan akşama tarlalarda işlemeni istemem. Senin bir zanaat öğrenmeni isterim...”

***  “İşte o zaman “kareklas” yani bir sandaliyeci olmaya karar verdim. Abim Haralambos tarlalarda çalışıyordu ve nihayetinde bir yapıcı oldu...” Babası, Yannis’i Arçoz’da Leonidas Lukas adlı usta bir sandaliyecinin yanında çalışmaya gönderecekti. “İki sene Leonidas Usta’nın yanında çırak olarak çalıştım, tek bir şilin bile para kazanamadım...” diye anlatıyor Yannis Enişte... “Beleşe işlemekteydim ancak unutma ki o günlerde bu yaygındı... Her halukarda Leonidas Usta, istese de bana para ödeyemezdi. Bakması gereken bir ailesi vardı... Pek çok sandaliye yapıp sattığı halde, neredeyse hiç kar elde edemiyordu...”

***  Ustasının dikkatli gözetimi altında Yannis bu eski zanaatı, tahta ve hasırdan oluşan geleneksel sandaliye yapımını öğrendi. “İyi bir usta mıydı?” diye soruyorum Yannis enişteye... “Evet, çok iyi bir insandı” diye yanıtlıyor çabucak eniştem. “Hanımı da çok iyi bir insandı. Bana o kadar iyi bakıyorlardı ki, hiç şikayet edemem... Onun için çalıştığım iki sene boyunca hiçbir zaman bana sesini yükseltmedi ya da bana öfkelenmedi. Sabah erkenden dükkanına giderdim ve öğleyin eve giderdim yemek için. Öğle yemeğinden sonra işe dönerdim. Kış aylarında işimi öğleden sonra 2 gibi bitirirdim ancak yaz aylarında ikindin saat 4’e kadar işlerdim. Ne zaman fırsat bulsam aileme çiftlikte yardım ederdim. İnsanlar o günlerde uzun saatler boyunca işlerdi. Hiç kimse öyle boşta oturmazdı...”

adamcik.jpg

***  1939 yılında 15 yaşındayken Yannis, Leonidas Lukas’ın yanındaki çıraklık eğitimini tamamlamıştı ve babasının yardımıyla Arçoz’da kendi dükkanını açmıştı... Ondan geleneksel bir Kıbrıs sandaliyesi yapma sürecini anlatmasını istedim. Şöyle dedi: “Benim yaptığım bütün sandaliyeler, el yapımıdır. İlk yıllarda okşa denen bir kereste kullanıyordum, sonra kestane denen bir kereste kullanmaya başladım. Leymosun’a giderek bu tahtadan büyük tahta plakalar satın alıyordum, Lanitis adlı bir dükkandan alıyordum bu plakaları. Her bir plakayı çalışma tezgahıma koyuyor ve bundan bir el testeresiyle uzun parçalar kesiyordum... Sonra da bu uzun tahta parçalarını alarak bir kalemle sandaliyenin şeklini çiziyor ve “arze” denen özel bir aletle bunları kesiyordum. Sandaliyenin kolları ve bacaklarının şekline ilişkin özel kalıplarımız vardı... Bu tahta kısımları ahşap keskilerle, rendelerle camkağıtlayıp bunları pürüzsüz hale getiriyordum... Açılması gereken delikleri de elle çalışan bir matkapla açıyordum... Parçaları bir araya getirmek için özel bir yapışkan kullanıyordum. Bu yapışkanı da Leymosun’da bir dükkandan satın alıyordum...”

***  “Sandaliyenin dokunmuş oturma yerine gelince, Ağrotur’dan sazlar kullanıyordum, bunlar kurutularak özel olarak dokuma için hazırlanmış sazlardı. Önce sazları açıp düzleştirmeniz gerekir tek tek, sonra da onları bükerek ip haline getirirsiniz... Daha gençken bir sandaliyenin oturma yerinin dokumasını birbuçuk saatte tamamlardım. Şimdilerde bir tam günümü falan alıyor bu işlem. Kış aylarında sipariş alarak sandaliye yapıyor ve yaz aylarını da bunları satmakla geçiriyordum...”

***  İkinci Dünya Savaşı esnasında, Leonidas Usta, Britanya Ordusu’na katılmaya karar vermişti... “Hatırlarım da bana ‘Ben gidip asker olacağım, bütün aletlerim senin olsun’ demişti... Elbette babam ona bu aletler için ödeme yapmıştı. Arçoz’da dükkanımı açtığımda, köyde üç sandaliyeci daha vardı. Papa Yorgis’in güveyisi vardı, adını unuttum şimdi. Perikli’nin oğlu Kosta vardı ve Dimitri’nin oğlu Melandis vardı... İlk ikisi nihayetinde Arçoz’dan ayrılmışlardı, böylece bir tek ben ve Melandi kalmıştık sandaliyeci olarak köyde... Doğruyu söylemek gerekirse, zar zor geçincemi çıkarıyordum... Bütün malzemeler için ödeme yaptıktan sonra – ve tek bir sandaliyenin yapımı bütün günümü alırdı – haftada birkaç şilin kar elde etmişsem, kendimi şanslı sayıyordum...”

***  “O günlerde – ki 1930’lu yılların sonlarından bahsediyorum – bir sandaliye, ikibuçuk şiline satılırdı... Daha önce de söylediğim gibi, tek bir sandaliyeyi yapmak tam günümü alırdı – buna başından sonuna verilen emek, ahşabı kesip biçimlendirme de dahildi. Altı sandaliye sipariş edebilirdiniz 15 şiline. Savaştan sonra, Kıbrıs’taki el yapımı sandaliyelerin fiyatı arttı. 1946 yılında bir sandaliyenin fiyatı 10 şilindi ve 1950’ye geldiğimizde bir sandaliyenin fiyatı 25 şiline kadar yükselmişti...”

***  Eniştem Yannis konuştukça anlıyordum ki mesleğini çok seviyordu... “Bir sandaliyeci olmayı çok seviyorum” diyor gururla... “Bölgemizde herkes için sandaliye yaptım ve herkes de beni tanır... Malya’dan, Filusa’dan, Aynikola’dan, Mandirga’dan, Podamyu’dan, Muzere’den, Arşimandriya’dan, Vasa’dan, Dora’dan ve bölgedeki tüm köylerden insanlar için sandaliyeyaptım. Aynikola’da pek çok Kıbrıslıtürk arkadaşım ve müşterim vardı... Tüm bölgeden insanlar gelip bana sandaliye siparişi veriyordu ve siparişlerini yaptıktan sonra eşşeciğimle onlara bunları götürüyordum. İnsanlar ayrıca eski ya da kırık sandaliyelerini dükkanıma getiriyor ve ben de onları onarıyordum... Sandaliye yaptığım ve onardığım tüm o yıllar boyunca yalnızca elle çalışan aletler kullandım. Popüler ve satın alınabilecek makul fiyatlara geldiğinde dahi hiçbir zaman elektrikli aletler kullanmadım. Ve unutmayın ki köyümüzde 1960’lı yıllara kadar elektrik de yoktu...”

***  1948 senesinde Yannis, Panayota Konnaris’le tanışıp onunla evlenmişti... Muzere köyünden Ttoulis ve Androniki Konnaris’in en büyük kızıydı Panayota Hanım... “Onunla nasıl tanışmıştın?” diye soruyorum enişteme. Gülümsiyor ve cevap veriyor: “Panayota’nın bizim evin yanında yaşayan bir teyzesi vardı. Annesi Androniki’nın kızkardeşiydi bu... Benim teyzem de mahallemizde yaşıyordu ve Panayota’nın teyzesiyle konuşup dedikodu yaparak planlar kuruyorlardı... Bir gün, Panayota ile benim evlenmemiz gerektiğine karar vermişlerdi. Böyle işte! Ve bu düzenlemeyi bizim için yaptılar! Hatırlarım da Panayota, babasıyla birlikte Muzere’den Arçoz’a gelerek ailelerine ait mallara bakarlardı. Arçoz’da malları vardı... Onu uzaktan görürdüm ancak hiçbir zaman ona yanaşma cesaretini bulamamıştım...”

***  Yannis ve Panayota, 11 Kasım 1948’de evleneceklerdi... Yannis enişte 24 yaşındaydı, Panayota hanım da 26 yaşındaydı... Enişteme takılıyorum: “Ama senden iki yaş daha büyüktü” diye... “Evet, evet, beni kandırdı” diye gülüyor. “Düğünümüz Muzere’de yapılmıştı. Büyük bir düğündü, üç gün üç gece devam etmişti. O günlerde gelenek böyleydi... Dora’dan bir kemaneci gelmişti bir de lavta çalan müzisyen vardı. Kemaneci kördü ancak çok iyi bir müzisyendi. Üç günlük kutlama ardından Salı günü akrabalarımız tavuk getirdiler ve bir ziyafet daha yapıldı. O kadar güzel bir düğündü ki... Panayota hanım ve ben 70 sene boyunca bir arada olduk ve tek bir kere bile kavga etmedik. Çok iyi bir hayatımız oldu. Hiç şikayet edemem...”

***  “Panayota’yla birlikte yaşamamız için babam bize Arçoz’da bir ev satın aldıydı” diye anlatıyor Yannis enişte. “Bu ev için 2 bin lira ödediydi. Kaynatam Ttoulis de bize bir ev vermişti... Muzere’de ana yol üstündeydi bu ev. Muzere’ye gittiğimizde de kalacak bir yerimiz olsun istiyordu, ben de oraya gidip bağlarda çalışıyordum... Bazan Muzere’de onbeş gün kaldığımız da olurdu, arazide çalışmamız gerektiğinde... O günlerde oraya at sırtında giderdik... Muzere, Arçoz’dan sekiz mil kadar uzaktaydı ve oraya gitmemiz birbuçuk saatimizi falan alırdı... Eğer bindiğiniz hayvan çok iyi değilse, o zaman ikibuçuk saatte falan giderdiniz. O günlerde benim iki tane çok güzel atım vardı...”

***  Yannis ve Panayota’nın dört çocuğu olacaktı: Üç kız (Sulla, Niki ve Andri) ve Fotis adlı bir oğluları olacaktı... 1962 yılında Yannis’in abisi Haralambos, henüz 44 yaşında kansere yenik düşecekti... “Benden dört yaş büyüktü” diye anlatıyor hüzünle Yannis... “O kadar dışa dönük bir insandı ki, hep enerji doluydu... Ve bu da bizim için tam bir trajedi olacaktı...”

***  Yannis, 1939’dan 1972 yılına kadar sandaliyeci olarak çalıştı. “Tam 33 sene boyunca sandaliyeci olarak çalıştım” diyor gülümseyerek... “Sonra kızım Sulla evlendi ve onun evi için bütün sandaliyelerini yaptıktan sonra emekli oldum...” Biraz sessiz kaldıktan sonra şöyle diyor: “Ama gerçeği söylemek gerekirse, hiçbir zaman bu meslekten emekli olmadım. Neredeyse yüz yaşına geliyorum şimdi ve hiçbir zaman sandaliye yapmaktan ve insanların sandaliyelerini tamir etmekten vazgeçmedim...”

***  “Köyden ayrılmak ya da yurtdışına seyahat etmeyi hiç düşündün mü?” diye soruyorum Yannis enişteye... “Hayır!” diyor Yannis enişte, “Arçoz’da, bu bölgede yaşamayı çok seviyordum... Gerçeği söylemek gerekirse, Arçoz’dan ayrılıp yurtışında yaşamaya gidenler bunu maddi imkansızlıklardan ya da belirsizliklerden ötürü yaptılardı. Örneğin Filippos Kolotas’ı ele alalım. Altı tane çocuğu vardı, beşi kızdı. O günlerde evlendireceği her kız çocuğu için babası ev yaptırmak zorundaydı. Eğer çocuklarını eğitmek ve onlara cehiz sağlamak istiyorsaydı, köyde kalmayı göze alamazdı. Onun neden köyden ayrıldığını anlıyorum. Ayrıca Sydney’de kardeşleri vardı ve ona göç etmesi için yardım etmişlerdi. Benim dört çocuğum vardı. Eşim Panayota bana çok yardım etti. Birlikte tarlalarda çalıştık, çappa çektik, bağlarımızı ektik... Bana dükkanımda sandaliyelerde de yardım ediyordu Panayota... Bazan insanlar bana tarlalarını ekip bişmem için ödeme yapıyorlardı. Bir çift atım vardı ve bir tarlayı nasıl süreceğimi çok iyi biliyordum... 80 yaşıma gelinceye kadar tarla sürdüm...”

amcacik.jpg

***  Panayota Hanım, kısa süre demansla mücadele ettikten sonra 95 yaşındayken 2016 yaşında vefat etti... O günlerde ben köyde kalıyordum ve onu son bir kez görebilmiştim... Ertesi günü sabah saat 5’te köydeki kilisenin çanlarıyla uyandığımda, onun vefat etmiş olduğunu hemen anlamıştım... Huzur içinde dinlensin...

***  Eniştemin kuşağından erkek olsun, kadın olsun, tüm Kıbrıslı zanaatkarlara sorduğum soruyu, ona da soruyorum: “O zaman bu geleneksel zanaatı kim devralacak senden?” Yannis enişte başını sallıyor yanıtlamadan önce, “Hiç kimsecikler” diyor hüzünle. “Ben gidince, bu zanaat da sona erecek. Ailemizde bu işi devralabilecek kimse yoktur. Bizim kuşak göçüp gittikten sonra Kıbrıs’a özgü pek çok zanaat yok olacak” diyor.

***  “Peki ya Arçoz’un geleceği?” diye soruyorum son olarak... “Bana göre” diyor elini sallayarak, “tüm bu gördüklerin sonuçta çürüyüp gidecek... Böyle düşünüyorum... Evlere, tarlalara kim bakacak? Şimdilerde çocuklarımız kentlerde yaşıyor aileleriyle birlikte... Belki bizden sonra gelen kuşaklar bu evleri ellerinde tutacaklar ve yaz aylarında aileleriyle kalmak üzere köye gelecekler... İnşallah böyle yaparlar... Ve sana gerçek olduğunu bildiğim bir şey daha söyleyeyim” diyor... “Ben büyürken var olan hayat, bugün olduğundan çok daha güzeldi...”

***  “Neden böyle söylüyorsun?” diye soruyorum Yannis enişteye ve o da şöyle diyor: “O günlerde daha fazla sevgi ve destek vardı, böyle hissediyorum... İnsanlar birbirine çok daha fazla yardım ederdi... Eğer yapacak büyük ve zor bir işiniz varsaydı, her zaman size yardım teklif eden birileri çıkardı. Her zaman size yardım edecek bir arkadaşınız ya da bir akrabanız olurdu. Şimdilerde insanlar yalnızca paraya ve zenginliğe ilgi duyuyor. Ve şöyle düşünüyorlar: “Bu insana yardım edecek olursam, benim çıkarım ne olacak...” Ve eğer maddi bir çıkar yoksa, o zaman sizi görmezden geliyorlar. Hayat, bugünlerde o kadar da iyi değildir. Ben böyle düşünüyorum. Ve bunun da ötesinde, insanlar evleniyor, sonra da boşanıyor ya da ilişkileri oluyor. Herşey o kadar çok değişti ki... İnsanlar çürüdü... Bizim zamanımızda boşanmak, büyük bir aşağılamaydı, aile onurunuz lekelenirdi...”

***  Yannis Enişte’yle ilgili “Kıbrıs’ın Hikayeleri” sayfasında birkaç kez yazdım, hayat tarzının nasıl zinde ve sağlıklı kalmasına ve 100 yaşına varmasına yardımcı olduğundan bahsettim. Bu gerçekten olağanüstü birşeydir. O organik, kendi yetiştirdiği yiyecekleri yiyor, oruç tutuyor zaman zaman ve mümkün olduğunca çok ayakta kalıyor, dolanıp duruyor – tüm bunlar, benim de hayat felsefem ve hedefim oldu... 2008 yılında Arçoz’a ziyaretim esnasında Yannis Enişte’yle çok sevdiği kahvehanede buluşmuş ve evine varabilmek için oldukça dik ve dar monobadilerden tırmanmak zorunda kalmıştık. Onun avlusuna varıncaya kadar ben nefes nefese kalmıştım. Ancak ona baktığımda gülümsüyor ve sakin biçimde duruyordu, sanki bir dağ keçisi gibiydi... “Bu yaşlı adam yorulmadı, nasıl olur da benden daha zinde ki?” diye düşünmüştüm... İşte o anda benim kentsel tarzdaki hayat biçimimin bir işe yaramadığını anlayacaktım. O anda anlamıştım ki, daha rustik ve köy tarzı bir hayat biçimini benimsemeliyim...

***  Yannis Enişte’ye bana zaman ayırıp hayatının hikayesini anlattığı için çok teşekkür ederim. Ne yazık ki onu evinde 2019 yılında son ziyaretimde, kopyalamam için aile fotoğraflarını bulamamıştı... Onların yıllar önce çöpe atılmış olmasından korkuyordu...

(TALES OF CYPRUS yani “KIBRIS’TAN HİKAYELER” sayfasında Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

Bu yazı toplam 1015 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar