1. YAZARLAR

  2. Niyazi Kızılyürek

  3. Zeki: Nostaljik ve Ütopik Bir Kıbrıslı
Niyazi Kızılyürek

Niyazi Kızılyürek

Zeki: Nostaljik ve Ütopik Bir Kıbrıslı

A+A-

“Kıbrıslı Türk” veya “Kıbrıslı Rum” dendi mi kızardı. Kendisine “Kıbrıslı/Kipreos” diye hitap edilmesini isterdi. Rumcayı da Türkçe gibi Kıbrıs ağzıyla konuşurdu. Tel örgülerin iki yakasında milliyetçilerin büyük tutkularla anlattıkları büyük yalanlara çocuk saflığıyla söylenmiş hakikat sözleriyle itiraz eder, milliyetçi hamasete beş kuruşluk değer biçmezdi.

Örneğin, tankların çizdiği ayırım çizigisinin üzerine kurulan barikatlardan geçiş yasağıyla dalga geçerken, “Ne tuhaf, su geçer, kuşlar geçer, insanlar geçemez” derdi. Bu cümleyi Rumca söylemeyi severdi: “Perna to nero, pernan ta poulia, oi anthropoi den pernoun...”

Zeki Beşiktepeli, Poli Hrisohu’ya yakın Melandra köyünde doğdu ve iki dili de konuşarak büyüdü.

O bölgenin insanları ezelden beri Rumlarla içli dışlı yaşarlardı. Birbirlerine düşman gözüyle bakmazlardı. Uzun yıllar Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı bir arada yaşamışlardı. Bir dinden diğerine kolayca geçebiliyorlardı.

Ta ki, milliyetçi söylemlerle edimler, o uzak ve tenha bölgelere ulaşıncaya kadar...

EOKA Enosis için “eylem yapmaya başladığı zaman, TMT de bölgeye inerek “Vatandaş Türkçe Konuş” ve “Türk’ten Türk’e” kampanyaları açtı. Mavi-Beyaz veya Kırmız-Beyaz bayrakların arkasından yürümeye zorlanan bölge halkı en azından görünüşte “milli telkinlere” uymuştu. Tıpkı  geçmişte bir dini benimsermiş gibi yapıp başka bir dininin vecibelerine uydukları gibi...  Şimdi de Rumca yasağına görünüşte uyuyorlardı. Yani, etrafta bir TMT yetkilisi varsa dağarcıklarındaki bütün Türkçe sözcükleri, uysun uymasın, peşi sıra sıralıyorlardı. Ortalık tekin olduğunda ise, yani kendi aşina ortamlarında çoğunlukla Rumca konuşuyorlardı.

 

“Türk milliyetçilere hiç inanmadı.”

O bölgenin Kıbrıslı Türkleri, Rumlarla temas kurmak yasaklandığında bile komşularıyla yakınlıklarını sürdürmeye devam ettiler. Bahçelerde, tarlalarda, bölgenin maden ocaklarında birlikteydiler. Sert coğrafyaları aslında bu türden birliktelikleri biraz da zorunlu kılıyordu. Gündelik ilişkileri, komşulukları o kadar ilerlemişti ki, bazı Kıbrıslı Türkler, İngilizlerden saklanan EOKA üyelerine gizlice erzak taşıyacak kadar içli dışlıydılar Kıbrıslı Rumlarla...

Zeki böyle bir ortamda dünyaya geldi ve bu türden anlatıları dinleyerek büyüdü. Bu yüzden, milliyetçi hamesete, “ebedi düşmanlık” söylencelerine hiç aldırmıyordu. Özellikle, TMT yetkililerinin ve Kıbrıs Türk liderliğinin “Melandra Katliamı” gibi bir yalanı uydurup bu yalanı yıllarca söylemeye devam ettiklerini öğrendikten sonra, Türk milliyetçilerinin sözlerine hiç inanmaz olmuştu.

Üç Kıbrıslı Türkün köyün yakınındaki ormanda çalışırken balta ve nacaklarla katledildiklerinde tarihler 4 Aralık 1957’yi gösteriyordu. Yani, Zeki henüz doğmamıştı...

Halil Mustafa, Ali Arif ve Halit Derviş adlı üç köylü öldürüldüğünde Dr. Küçük Türkiye başbakanı Adnan Menderes’e çektiği telgrafta “her gün artmakta olan Rum vahşetinden” ve bu “durumun Yunan katliamının başladığını ispat ettiğinden” söz ediyordu. Menderes’e, “can ve namusumuzun korunması, ancak sizlerin müdahalesiyle mümkün olacağına inanıyoruz” diyordu.

Dr. Küçük bununla da yetinmeyerek, BM Genel Sekreteri, NATO Genel Sekreteri ve İngiltere başbakanı Macmillan’a da iddialı bir tegraf göndermişti: “Tedhişçilikle Kıbrıs’ta Türklerin gür ve haklı sesini susturmak teşebbüsünde bulunan Rum elemanlar, işleri başına gitmekte olan üç Türk’e pusu kurarak kendilerini baltalarla vahşiyane bir surette öldürdüler.”

Dr. Küçük devamla, BM’ye, “onların realist olmayan haksız davasını reddediniz ve vahşiyane cinayet kampanyasına son vermek için yegâne çare olan Türklerin Taksim tezini destekleyiniz” diyordu.

Yalan korosuna TMT de katıldı. Teşkilat, 13 Aralık 1957 tarihinde yayınladığı bir bildiride “Melandra Faciası”ndan söz ediyordu: “Melandra Faciası... Bu tüyler ürpertici olay, evvelce, Girit’te yapıldığı gibi, Kıbrıs Türkünü insan dışı vahşiyane katliamlarla yok etme ve adadan kaçırmaya doğru bir hareket ve gidişin en bariz bir işaretidir. Atina’dan gelen haberlerden Rumların umumi bir taarruza geçeceği anlaşılmaktadır.”

Oysa bunların hepsi tamamen asılsızdı. Bunların yalan olduğunu yetkililer de biliyordu. Örneğin Dr. Küçük ile bir araya gelen Vali-Yardımcısı (Vali yurt dışındaydı), Dr. Küçük’e dile getirdiği görüşlerin “dayanaksız” olduğunu, cinayetin siyasi amaçlarla işlendiğine veya katillerin Kıbrıslı Rum olduğuna dair hiçbir kanıtın bulunmadığını söyledi.

13 Aralık 1957 tarihinde, Vali Foot İngiliz Dışişlerine ve İngiltere’nin Ankara büyükelçiliğine çektiği telgrafta cinayeti kimin işlediğini kanıtlayacak verilerin bulunmadığını, Melandra köylülerinin cinayeti EOKA’nın işlediğini iddia ettiklerini ama bu iddialarını ispatlayacak hiçbir kanıt göstermediklerini belirtiyordu.

Dönemin hâkimlerinden Antonis Attalides de yaptığı inceleme sonucunda cinayetin bir “namus cinayeti” olduğunu ve Melandralı bir kızı taciz eden Halit Derviş’in öldürüleceğinden korktuğunu, bunu ebeveynlerine söylediğini belirtiyordu. Attalides raporunda, Halit Derviş ile birlikte katledilen diğer iki kişinin, “katili veya katilleri tanıdıkları için” katledildiklerini ileri sürüyordu.

Zeki, resmi çevrelerin anlatılanlarının yalan olduğunu çok iyi biliyordu. Ben, “Bir Hınç ve Şiddet Tarihi” adlı çalışmamı hazırlarken elde ettiğim verileri Zeki Beşiktepeli ile paylaşıp yardım istediğimde, yardımsever bir insan olan Zeki, sadece bildiklerini benimle paylaşmakla kalmadı, konunyu yakından bilen, bizzat yaşamış olan köylüler ile buluşup sözlü tarih çalışması yapmama olanak sağladı.

20 Eylül 2012 tarihinde Halit Derviş’in kız kardeşi ve eniştesinin Hamit Mandres’teki evlerinde yaptığım görümeyi bizzat Zeki ayarladı. Orada bize anlatılanlar, Melandra cinayetini Kıbrıslı Rumların değil, Kıbrıslı Türklerin işlediğini açıkça ortaya koyuyordu. Üzerinde fırtınalar kopartılan Melandra cinayeti siyasi değil, bir “namus cinayeti” idi ve failler de Kıbrıslı Rum değil, Kıbrıslı Türktü. (Ayrıntıları “Bir Hınç ve Şiddet Tarihi” adlı kitabımdan okuyabilirsiniz.)

Zeki, milliyetçi anlatıların yalan üzerine kurulduğunu biliyordu. Bertol Brecht’in dediği gibi “insanları yalan, domuzları ise patates ile beslediklerini” erken yaşlarda öğrenmişti. Bu yüzden, milliyetçi hamaseti hiçbir zaman ciddiye almadı.

Zeki, Kıbrıs’ın bütününü yurdu sayıyordu ve Kıbrıs’ın bütünleşmesi için mücadele ediyordu.


Öğrencilik Yılları ve Bir Mucize

Zeki Beşiktepeli yükseköğrenimini Sovyetler Birliği’nde yaptı. Moskova’da iktisat okudu. Öğrencilik yıllarında birçok Kıbrıslı Rum arkadaşı oldu. Zeki için Kıbrıslı Rumlarla birlikte olmak olağanüstü bir durum değildi. İki-toplumlu bir ortamda ve Türkçe kadar Rumca da konuşarak büyümüştü. Fakat 1974 öncesinde Kıbrıslı Türk gerçekliğinden uzak büyüyen Kıbrıslı Rumlar için Zeki ile tanışmak başlı başına bir olaydı. Hele Zeki gibi, kendini “Kıbrıslı” olarak tanımlayan ve Rumca konuşan güzel bir insan söz konusu olunca, etkilenmemeleri mümkün değildi. Nitekim Moskova’da dostluk kurduğu Trifonas, Menelaos ve Andreas Parashos gibi kişilerle hayatının sonuna kadar dost kaldı.

Fakat Kıbrıslı Rumlar arasında biri vardı ki, onunla buluşması için adeta “evren komplo” yapmış olmalıydı. Gazeteci Yorgos Pavlidis’ten söz ediyorum.

Kuzey göçmeni olan Yorgos, Yüksek tahsili için Moskova’ya ayak bastığında ilk karşılaştığı Kıbrıslı öğrenci Zeki olmuştu. Kendini “Melandralı Zeki” olarak tanıtan Beşiktepeli, iyiliği, içtenliği ve güzel gülüşüyle Yorgos Pavlidis üzerinde çok olumlu izlenimler bıraktı. Sohbetleri derinleştikçe Kıbrıs trajedisi kendini daha fazla belli etmeye başladı. Yorgos 1974’te adanın kuzeyinden güneyine göç etmek zorunda kalmış biriydi. Zeki ise adanın kuzeyine yerleşmişti. Doğrusu, bunda şaşılacak bir durum yok. Ülkemizde onbinlerce insan yer değiştirmek zorunda bırakılmamış mıydı?

Fakat Zeki’nin yerleştiği köyün, Yorgos’un kovulduğu köy olduğu anlaşılınca durum değişti. İlgi ve heyecan daha da arttı. Bu tür durumlarda Kıbrıslı Rumların her zaman yaptığı gibi, Yorgos da köyünün ne halde olduğunu soruyor ve evini merak ediyordu. İşte, “evrenin komplosu” burada başlıyordu: Zeki, Yorgos’un evinde kalıyor, odasında yaşıyor, yatağında uyuyordu...

İki genç insan arasında o gün kurulan dostluk, hiç aksamadan yıllarca devam etti...

Zeki’nin ölüm haberini bana Yorgos verdi. Çok üzgündü. Zeki’nin bütün Kıbrıslı Rum arkadaşlarını toplamış, köyü Laranakas tis Lapitho’ya (Kozanköy) gitmeye hazırlanıyorlardı. Avrupa Parlamentosu’nun erteleyemeyeceğim bir işi için Litvanya’da olduğumdan cenaze törenine katılamayacağımı söyledim.

Sonradan cenaze töreninin bütün ayrıntılarını öğrendim.

Zeki, Yorgos’un evinin, yani aslında artık bir anlamda ikisinin de olan evin 50 metre uzağına gömülmüştü. Yani, Yorgos evini her ziyaret ettiğinde, Zeki’yi de ziyaret etmeye devam edecek. Kim bilir, belki bir gün Kıbrıslı Rumlara doğdukları yerlere gömülme yasağı gibi kabul edilmez eziyet sona erer ve köyüne, Zeki’nin yanına gömülür...

Cenaze töreninde, “Tourkos esi kai ego Romios” şarkısı hep bir ağızdan söylenmiş... Eminim Zeki, bu şarkıyla çok ah çekmiştir...

Törenin son konuşmacısı Moskova’da edindiği dostlarından Menelaos Avraam idi. Zeki’yi, “gerçek bir insan, gerçek bir Kıbrıslı” sözleriyle uğurladı...

 

Öfkesi Gülüşünü Yenmedi

Gerçekten de Zeki bir “Kıbrıslı” gibi yaşadı. Ben bu kavramı iki türlü yorumluyorum: Bir, milliyetçilik öncesi Kıbrıs’a duyulan “Nostaljik Kbrıslılık”, iki, geleceğin milliyetçilik ötesi birleşik Kıbrıs’ına / Oliki Kipros’una dönük “Ütopik Kıbrıslılık...”    

Zeki’de her ikisi de vardı. Geçmişin Kıbrıs’ına özlem duyuyordu ama aynı zamanda geleceğin birleşik Kıbrıs’ı için mücadele ediyordu. Bu yüzden Zeki, sadece 1974 öncesini özleyen Kıbrıslı Rumlarla, Denktaşizmin “nostalji yasağına” uyup doğup büyüdükleri yerleri unutan (bunda ganimetin de rolü vardı) Kıbrıslı Türklerle, Kıbrıs’ın birleşik geleceği için mücadele etmeyi unutan ve statükoya çakılı kalan Kıbrıslı Türk solcularla kavga ediyordu.

Fakat bu kavgada kendini beğenmişlikten eser yoktu, kendini merkeze koymuyordu, en iyisini ben biliyorum demiyordu ve hiç hiç kimseyi azarlamıyordu. Öfkesi, gülüşünü yenmemişti...

Gandivari bir kavgaydı Zeki’ninki...

Bu yazı toplam 3953 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar