1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Victor Hugo’nun Sefiller romanını kıskandıracak bir Kıbrıs-Baf öyküsü…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Victor Hugo’nun Sefiller romanını kıskandıracak bir Kıbrıs-Baf öyküsü…”

A+A-

Ulus IRKAD

Turgay Hilmi ve Bülent Berkay arkadaşlarımın aflarına sığınarak Baf'ta 1974 öncesinde Büyük Büyük Dayım Mehmet Zihni İmamzade'den dinlediğim bir gerçek hayat öyküsünü buradan siz okuyuculara aktarmak istiyorum.

1800'lü yıllar hem Kıbrıs'ta hem de Anadolu'da Osmanlı'nın bozuk ekonomik şartlarından dolayı gerek Anadolu dağları gerekse Osmanlı'dan arta kalan Kıbrıs'taki dağlar da eşkiyalarla doludur.

 

DAĞLARDA İZ SÜREN KOMUTAN…

İngiliz Hükümeti 1878 yılında adaya geldiği zaman dağlarda eşkiyalar ve çeteciler vardı. Onları dağlarda yakalatıp veya termine edip hapishanelere tıkan önemli bir Kıbrıslıtürk komutan vardı. Dağlardaki ezilmiş otlardan veya ezilen dağ bitkilerinden, oynamış taşlardan, çamurlardan bile mana çıkarıp iz süren çok tecrübeli olağanüstü başarılı bir komutandı anlatılan ve de  Kel Zabit veya Hasan Alişan olarak tanınmaktaydı.

 

O BİR EFEYDİ…

Oysa aslına bakarsanız Hasan Alişan veya Kel Zabit Kıbrıslıtürk değildi. Osmanlı'dan 1800'lü yıllarda kaçarak Kıbrıs'a gelen gene zamanında Anadolu'da çok iyi tanınan ve Osmanlı'nın kendisini devamlı aradığı bir efe veya Osmanlı tabiriyle dağlarda bulduklarını, Osmanlının sunduğu imkanlarla halkı sömürerek kazandıkları haksız serveti  sömürerek elde eden zenginlerden alıp halka sunan bir efeydi. Osmanlıya göre eşkiya, Anadolu halkına göre ise soyduklarını halkla paylaşan bir efeydi. Hasan Alişan 1800'lü yılların sonlarında Osmanlı tarafından yakalanacağını anlayınca bir deniz kıyısında bulduğu bir balıkçı ve kayığıyla Kıbrıs'a kaçırılır ve burada İngiliz polisi olur. İlk görev yeri Baf’tır. Polis eridir ama zamanla sivrilmeye başlar çünkü Anadolu'daki eşkiya iken elde ettiği iz sürücülüğü onu İngilize karşı güvenli biri yapar. Dağlarda eşkiyaların yakalanmasında İngilize yardımcı olur.

 

KEL ZABİT…

Bu başarılar devam edip İngiliz polis komutanlığına da yükselen Hasan Alişan veya nam-ı ismiyle Kel Zabit komutan olduktan sonra, Anadolu'da da Osmanlı idaresi sürerken Anadolu'daki tanıdıklarını ve akrabalarını ziyaret etmek ve onları görmek ister. Ne var ki planı istediği gibi olmaz ve Osmanlı Anadolu'ya vardığı anda onu hemen derdest edip İstanbul'daki hapishanelere kor. Orada idam edilme cezasıyla karşılaşır. Fakat Kel Zabit o kadar kurnazdır ki idam edilen bir Osmanlı suçlusunun kefeninin içine girer. O zamanlar adet olduğu üzere idam edilen suçlular, İstanbul Boğazı'nda denizin içine ayaklarına demir ağırlıklar bağlanarak atılırlar. Eline de bir bıçak alan Hasan Alişan veya Kel Zabit İstanbul Boğazı'na atılır ama denizin derinliklerinde elindeki bıçağı ile kefeni yırtar ve dışarıya çıkar. Sonra da yüzerek kıyıya varır. Bir yolunu bularak tekrar Kıbrıs'a gelir. Hasan Alişan artık hayatı boyunca hiç Türkiye'ye gitmez.

 

İYİ BİR AİLE BABASI…

Baflılar onun Baf'ta Baf Polis komutanı olduğu zaman hanımına madalyaları ve rütbesi ile eve girdiğinde şöyle seslendiğini söylerler veya anlatırlar: "Gel hanım göresin bu İngiliz benim gibi Kel eşkiyayı Polis Komutanı yaptı, artık bu eşkiya İngiliz Polis Komutanı Kel Zabit’tir" dediğini anlatırlar. Onun Kıbrıs'taki beyefendiliği, halkla ilişkileri, nezaketi ve iyi bir aile babası olması hep anlatılır. Bu arada 1920'li yıllarda da işlenen ve bulunmayacağı söylenen Karpaz'daki Kaleburnu'lu Karagözcü cinayetini de ortaya çıkaran gene Kel Zabit’ti. Ben bu bilgileri o dönemleri yaşayan Büyük Büyük Dayım Mehmet Zihni İmamzade'den aldım.

 

DAVUL ZURNAYLA KARŞILANMIŞLAR…

Bunun yanında Kel Zabit öldükten sonra ailesi bir gün,1970'li yıllarda, onun Anadolu-Türkiye'de doğduğu yerleri ve akrabalarını ziyaret etmek isterler. 1970'li yıllardır... Bülent Berkay arkadaşımın bana anlattığına göre tüm köy halkı ve yöre halkı onları davullu zurnalı ve tezahüratla karşılamışlar. Bu bilgi de bana 30 yıldan fazla bir zaman önce Salamis Bay Otel’de o zamanlar Müzisyen olan torunu Bülent Berkay arkadaşımdan gelmişti. Sayfadaki resimler ve bilgiler için ona da Turgay Hilmi arkadaşıma da teşekkür ederim.

 

NACİYE ENVERİ HANIMEFENDİ…

Bunun yanında Hasan Alişan Bey'in kızı Naciye Enveri Hanımefendi teyzemiz (Berkay ve Turgay'ın büyük teyzeleriydiler) Baf Komiseri veya Kaymakamı olan Burhan Enveri Bey'in hanımıydı ve Burhan Enveri Bey, 1940'lı yıllarda görevi başında araba kazası geçirip hayata gözlerini kapamıştı. Naciye Hanımefendi teyzemiz rahmetli Burhan Bey'in çok yakın arkadaşı olan rahmetli Dedem Hamza Erdoğan’dan dolayı bizim ailemizle 1974 yılına kadar temasta olmuştu. Bu arada Naciye Hanımefendi teyzemiz Baf'ta Necdet Laki, Pırlamalar’la, 1974 şehidi Şehit Dilaver Teğmen'in komşularıydı. 1974 sonrası Lefkoşa'ya yerleşen Naciye Enveri Hanımefendi teyzemiz de orada 1974 sonrası vefat etmiştir. Babaları-dedeleri Polis Komutanı Hasan Alişan ve vefat eden tüm aile fertleri için aydınlıklar içinde kalsınlar diyorum.

sayfa-16-serdar-korucu.jpg
Serdar Korucu


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR…

“Türk basınında Yahudi Mülteciler: 1938-1945…”

Vecit CUZDAN

Gazeteci-yazar Serdar Korucu, Alfa Yayınları'ndan çıkan "Türk Basınında Yahudi Mülteciler: 1938-1945" adlı kitabında II. Dünya Savaşı döneminde Yahudi mülteci gemileri ve Türkiye'nin Yahudi mülteci krizine bakışını ele alıyor.

Bu kapsamda hem dünya literatürünü hem de dönemin Türk basınında yayımlanan gazete ve dergileri tarayarak kapsamlı bir çalışma kaleme alan Korucu, "Bu dönem içerisinde Almanya'dan gelen Yahudi akademisyenler ile Türkiye'deki Yahudi toplumunu birbirine bağlayan tek şey, geleceğin her iki kesime de ne getireceğini bilememesi. Sık sık bu belirsizlik hali Türkiye'deki Yahudilere basın tarafından hatırlatılacak" diyor.

Serdar Korucu ile "Türk Basınında Yahudi Mülteciler: 1938-1945" kitabını, savaş yıllarında Türkiye'deki siyasi atmosferi ve mülteci politikasını konuştuk.

 

***  Kitapta, dönemin Türk basınındaki Yahudi temsiline ilişkin yazılı ve görsel birçok örnek sunuyorsun. Tüm bunlar kaç yıllık bir arşiv çalışmasının sonucunda ortaya çıktı?

2015 yılında başlamaya karar vermiştim bu kitaba. Özcan Alper'in "Rüzgarın Hatıraları" filmini izlerken orada bir sahne vardı. İstanbul'dan kaçmak zorunda kalan Aram'ın dinlediği radyodan şöyle bir haber geçiyordu: "Alman ajanslarından alınan bilgilere göre Varşova gettosunda mukim bulunan Yahudi cemaatinin dahil olduğu gayrikanuni bir ayaklanma hareketi bu ay içinde tamamen muvaffakiyetle nihayete erdirilerek..."

Bunun üzerine aklıma II. Dünya Savaşı, Holokost ve Türk basını üzerine bir kitap çıkarma fikri gelmişti. Fakat araya başka projeler girdi. Ama pandemi vurunca, hepimiz evlere kapanmak zorunda kaldık ve fırsattan istifade bu basın taramasını yapmak istedim. Arşivin bir bölümü zaten dijital olduğu için işim zor değildi, fakat geri kalanı için kütüphane taraması yapmam gerekiyordu. Uzun zaman kütüphaneler de kapalı kaldı. İlk açıldıkları dönemde maskeyi takıp gitmem gerekti eski gazetelerin arasına.

 

***  Çalışmaların sırasında ne gibi zorluklarla karşılaştın?

Bence en büyük zorluk kitabın yayımlanma kısmıydı. İşte bu noktada kitabın editörü olan Seçkin Erdi'ye teşekkür etmem gerekiyor. Çünkü ben bu çalışmayı yayımlamaktan vazgeçmiştim. Yazdıktan sonra pek kimsenin ilgisini çekmeyebileceğini düşünmüştüm. Sanırım o benden daha çok inandı kitaba. Alfa Yayınları'na da teşekkür etmem lazım, çünkü kendileri de projeyi kendilerine götürdüğümüz andan itibaren sahiplendiler, hızla yayıma hazırladılar.

Bu kitap aslında adından da anlaşılabileceği üzere Struma gemisi başta olmak üzere II. Dünya Savaşı sırasında Holokost'tan, soykırımdan kaçmaya çalışan Avrupa Yahudilerinin, bir dönem neredeyse tek kurtulabilecekleri hat olarak kalan Türkiye üzerinden geçmeye çalışmalarını konu ediniyor. Kitabın gerçek çıkış tarihi bu nedenle 24 Şubat olacaktı. Olamadı, çünkü 6 Şubat depremleri nedeniyle Türkiye'de kimsenin bir başka konuyu okuyacak, konuşacak takati kalmadığını düşündük. Kendimiz de dahil. O nedenle bir başka tarihi Yom HaShoah, yani Holokost'u Anma Günü'nü 17-18 Nisan'ı seçtik.

 

***  Göç sürecinin savaştan önce başladığı ve dönemin Türk yetkililerinin, Yahudilerin ülkeye alınmaması konusunda kararlı oldukları anlaşılıyor. Diğer yandan bu dönemin, Mustafa Kemal'in hayatta olduğu ve 1933'ten itibaren onlarca Yahudi bilim insanının Türkiye'ye kabul edildiği bir dönem olduğunu da görüyoruz. Bu iki farklı durum hakkında ne düşünüyorsun?

1930'lar akademisyen göçünün çok yoğun olduğu bir dönem. Almanya'dan Türkiye'ye gelmeyi bir kenara koyalım, Peter Burke, Theodor W. Adorno'nun sürgünlüğüne Oxford'da başlarken zorlandığını ve kendi felsefe tarzını İngilizlere anlatamamaktan, bu yüzden de bir "çocukla" konuşur gibi konuşmak zorunda kalmaktan yakındığını aktarır.

İstanbul Üniversitesi'nin bir zamanlar Almanya'nın yurtdışındaki en büyük yükseköğretim kurumu sayıldığını göz önünde bulundurursak bu akademisyenlerin Türkiye'de karşılaştıkları zorlukları tahmin etmek güç değil. Erich Auerbach ve Leo Spitzer 1933-1934 eğitim öğretim yılında İstanbul Üniversitesi'nde istihdam edilen kırk iki mülteci akademisyenden en meşhurları. Auerbach'ın tecrit halinden, Liselotte Dieckmann'ın da etraftaki güvensizlik havasından rahatsız olduğunun altını çizmek gerek. Bu tip pek çok anlatı var, Kader Konuk'un "Doğu Batı Mimesis" kitabında da hatırlattığı gibi.

 

***  Anadolu topraklarında tarih boyunca yoğun bir göç hareketliliği yaşandığını biliyoruz. Sence bugünün mülteci karşıtı kodlarının geçmişten günümüze taşındığını söyleyebilir miyiz?

1930'lar, 1940'larda... Örneğin, Romanya'daki Türklerin göçmenliğine sıcak bakılıyor, teşvik ediliyor, yaşadıkları sorunlar için Ankara eleştiriliyor. Yahudi mülteciler söz konusu olduğundaysa karşımıza birden "yabancı kan" vurgusu çıkabiliyor. Bugün de olduğu gibi.

Mesela, Yaşar Nabi Nayır "(...) yabancı kandan azlıklardan çok çekmiş olan Türk illeti yeniden vatanına başka ırktan insanların girmesine tabiidir ki müsamaha edemez" diyor. Yahudi mülteciler için basında antisemit bir de dil hakim. Dönemin ünlü kalemleri mülteci olan Yahudiler için "erimiyen çakıl", "Musanın serseri ahfadı", "bu unsur hicret esnasında parasını beraber götürebilse hiçbir şeyden korkmaz", "hiç kimseye husumet vesilesi olmasınlar" gibi ifadeler kullanıyorlar. Hatta Struma faciası sonrasında Çanakkale Milletvekili Ziya Gevher Etili "Devletin başına belâ oldu. Gittiler, belâlarını da kendileri buldular" diyor. Üstüne de dönemin başbakanı Refik Saydam, "Türkiye, başkaları tarafından arzu edilmiyen insanlara melce, olamaz. Türkiye başkaları tarafından arzu edilmiyen insanlar için vatan hizmeti göremez. Bizim tuttuğumuz yol budur" ifadelerini kullanıyor, kitabın da zaten alt başlığını işte bu söz oluşturuyor.

Yani evet, benzeri mülteci karşıtı kodlar bugün de hala yaşıyor, yaşatılıyor ne yazık ki...

(BİANET.ORG – Vecih CUZDAN – 6.5.2023)

 

OKURLARIMA NOT: Sağlık nedenleriyle yazılarıma bir süre ara vermek durumundayım... Yakında yeni yazılarda buluşmak dileğiyle... 

Bu yazı toplam 1998 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar