1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Unutulmayacak bir Kıbrıslı aydın: Tuncer Bağışkan...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Unutulmayacak bir Kıbrıslı aydın: Tuncer Bağışkan...”

A+A-

Ulus IRKAD

Tuncer Bey’i Kıbrıs Türk Rehberler Birliği’nin Başkanı olduğu zaman tanımıştım. 1977 yılında Baydu Necati Özkan’ın Rehberler Birliği’ni kurduğu zaman Tuncer Bey daha Rehberler Birliği’nde yoktu sanırım. 1990’lı yılların başlarında, Rehberler Birliği’nin başkanlığını alarak bu sorumluluğu aldı ve Rehberler Birliği’nin hak mücadelesini, o da varolan o kısıtlı şartlarda ileriye götürdü. Rehberler Birliği üyeleri onun zamanında da birçok haklar kazandı. Bir ülkede üstteki ilgililer, altta olanların farkındalığında değil ve onların kendi iş alanlarında çektikleri sorunları takdir edemiyorlarsa, maalesef bu çok zor  bir durumdur. Çünkü bir mücadeleyi ileriye götürmek veya bir sorunu çözmek, bir farkındalık ve ilgi sorunudur mevzu bahis olan. Başka sorunlar için de bu aynıdır. Örneğin ilgililer, bir ülkede çevre ve doğa sorunlarının farkında değiller ve bir çözümün olmasını istemiyorlar veya çözümlere ilgi duymuyorlarsa, o ülkede maalesef çevresel, sosyal ve ekonomik sorunlar devam eder. Kuzey Kıbrıs’ta veya başka bir ülkede de olsa, durum aynı değil midir sanıyorsunuz? 50 yıllık Kuzey Kıbrıs Tarihi’nde, sorunların ana temeli de buraya kadar dayanmaktadır. Eğer sizin gördüğünüz bir sorunu, ilgili veya sorumlu biri görmüyorsa  ve sanki de bu dert sizinmiş gibi omuz silkiyorsa, siz böyle bir ülkede nasıl çözüm bekleyebilir veya çözülmesini isteyebilirsiniz? Adam yere kağıt atmaya devam edecek, etrafı temiz tutmaya çalışmayacak, denizin kirlenmesi, kendi sorunu değilmiş, birkaç derneğin veya grubun sorunuymuş gibi dert etmeyecekse, şehirlerinizin, kıyıların veya yolların temizlik sorunu devam etmeyecek midir? Edecektir elbette..

Kıbrıslı Türklerin  en duyarlı aydınlarından biriydi Tuncer Bağışkan ve sadece turizmdeki veya arkeolojideki sorunları değil, ülkedeki tüm sorunları kendine dert ederdi. Etmeliydi de… Eğer turizmle ilgileniyorsanız, çevresel ve doğasal kirlilikler turizmi de etkilemeyecek miydi? Elbette edecekti. Maalesef ilgili sorumlu merci veya kişiler en başa gelirlerken o sorumuluk bilinciyle gelmiyorlarsa, o makamlara sorun anlatma uğraşlarınız boşuna kalırdı. Tuncer Bey işte bu sorumluluklarını her zaman öne çıkardı. En ücra köylerde, çok eski tarihsel dönemlere ait mağara ve mezarlıkları dert etti. Onların devamlılığının kültürel ve tarihsel bir sorumluluk olduğunu biliyordu. İkonların, üstelik 24 bin ikonun ve onlarca önemli duvar fresklerinin dışa satılmasının büyük bir sorun olduğunu, bunun birçok yönden ülkenin onurunu zedeleyeceğini, büyük bir kayıp olduğunu, bu tarihi varlıkların satılmaması gerektiğini vurguladı ama bu konuda sorumluluk alması gerekenlerin sorumsuzluğu onu yıktı ve kırdı.

sayfa-17-tuncer-huseyin-bagiskan.jpg

Tuncer Bağışkan’ın bu ülkeye bıraktığı en büyük miras, aslında bu ülkenin tarihi ve kültürel miraslarına karşı duyulan yurtseverlik sorumluluğu ve bu tip zenginliklerin aslında gelecek nesillere karşı borçlu olunduğunu bilmesindendi.

Duyarlı olmak, her türlü kültürel ve tarihsel mirasa karşı farkındalık ve sorumluluktu.

Tuncer Bağışkan denildiğinde bu ülkede ebediyyen hatırlanacak olan da bu üstün sorumluluk duygusudur.

Tuncer Bağışkan, ülkemiz için örnek bir insan, örnek bir yurtsever, örnek bir aydın ve örnek bir Kıbrıslıydı.

Anısı önünde saygıyla…


“Zehra ablayla Necip dayımızın ardından...”

Ulus Irkad

sayfa-17-zehra-hanim-ve-necip-bey.jpg

Onları herhalde 1963 sonrasında çekildiğimiz Baf Ülkü Yurdu Mahallesi’nin altındaki ovalarda tanımıştım. Orta yaşlarda hayatlarını çobancılık ve hayvancılıkla kazanan ve belki de o zamanki şartlarda, eve katkılarda bulunmaları için yetiştirdikleri çocuklarıyla mutlu bir şekilde yaşamaktaydılar. Ta Kral  Mezarlarından, Vikla ve Lorega altına kadar geniş Baf ovalarında, kalabalık koyun ve keçi sürüleri ve tabi ki evlatları ile, hayvancılığı idame ettirip, ekmek paralarını çıkarmaya çalışırlardı. Her Yaz Mevsiminde, Kral Mezarları’ndaki deniz kıyısına yürürken, ya Necip Dayı’yı, ya da çocuklarını yolumuz üzerinde görür ve haberleri de onlardan alırdık.

“Bugün aşağıda çok İngiliz turist var ha!”

“Aşağıda balıklara dinamit attılar, Rum polisi etrafta dolaşıyor, Dereağzı’na gitmeyin ha!” diye ikazları onlardan alırdık.

“Bugün aşağıda Kral Mezarlarına bayağı Rum aile de geldi” diye Necip Dayı ve Zehra ablanın çocuklarından haberleri alır ve ona göre, bir rahatsızlık yapmamak için dikkatli olurduk.

1964 olayları olduktan sonra, çoğunlukla annemizle, nenemle birlikte ot toplamaya çıktığımızda, onların evlerine kadar uzanırdık. Hostes ve girdama en fazla toplanan otlardı Baf’ta. Bunlardan hostes otundan çok güzel yahnili bir yemek, girdamadan da turşu yaparlardı. Girdama zivaniya ve konyağın mezesiydi bizim oralarda. Arada sırada Necip dayı ve Zehra ablaya hellim siparişi de verirlerdi annemle nenem. Zehra abla ve Necip dayı 1940’lı yılların sonlarından itibaren bölgede hayvancılık yapmaya başlamıştı. Nenem Ayşe Beyaz’ın anlattığına göre, onun 1955 yılında Aşağıda Baf’taki Kral Mezarları’nda çobancılık yapan nenesi Büyük Büyük nenem Ayşe Beyaz’ı da tanırdı Zehra abla ve Necip Dayı. Birlikte çobancılık yaptıklarını anlatırdı ta 1955 yılına kadar. Ayvarvaralı Büyük Büyük nenem Ayşe Beyaz ta 120 yaşına kadar oralarda çobancılık yapıp, 1955 yılında ölmüştü. Annemin annesi Ayşe Nenem (Büyük büyük nenemle aynı ismi taşırlardı) onları büyük nenemden yadigar sayar ve bundan dolayı da çok severdi.  Necip Dayı’nın hangi aileye mensup olduğunu unuttum ama Zehra abla, Baf Gazi İlkokulu’nun temiz yürekli hademesi rahmetli Hayriye ablanın kızıydı. Ramadan Dadi’nin kızkardeşiydi. Etraflarında genelde Rum bahçeciler vardı. Bunlarla genelde dosttular. Mesela Loregalı Sisami, Necip dayıları çok severdi. Yorgo Azina ve Andivoni Azina çifti de onları çok sevmekteydi. Hemen yakınlarında bostanları vardı Azinalar’ın. Sözü geçen Kıbrıslırum aileler de benim ailemle dedelerim ve nenelerimle dost oldukları için, onlardan da devamlı Necip Dayıları övdüklerini duyardım. 1963 yılında bir grup EOKA’cı aşağıda sürülerini otlatan Necip Dayı’yı öldürmeye gelmiş, Sisami önlerine geçerek;

“Onu öldürecekseniz önce beni öldürün, benim cesedimi çiğnedikten sonra onu öldürebilirsiniz” demişti.

Sisamiler’in oğlu öğretmen Andrea’yla, 1974 sonrasında, iki toplumlu etkinliklerde buluştuğumda da Andrea, onlara benimle çok selam göndermişti.

Necip Dayı’yla 1974 sonrasında Maraş’ta kahvehanede buluşup konuşurduk. Eskileri yadederdik. Eski günleri özlerdi. Bafı, aşağıki ovaları ve sürülerini… 1974 sonrası Maraş’a (Mağusa) geldiğimizde bu fırsatı bulamamıştı artık.

Necip Dayı bir gün sessizce ölüp gitmişti. Ölmeden bir müddet önce Zehra Abla’nın çağın hastalığı olan Alzaymer olduğunu söylemişti bana. Sonra sessizce o,  Zehra abladan da önce terketmişti buraları. Geçen gün büyük oğlu Aygün’ü gördüm manavda;

“Annem ölüp gitti” dedi… Çok duygulandım. Öyle, o da, Necip Dayı gibi sessizce terketmişti dünyayı… Şimdi Baf’ı hatırlayacak, Büyük büyük nenem Ayşe Beyaz’la çobancılık günlerini, Sisamileri, Azinaları anacak kimler kaldı ki? Hiçkimse kalmayıyor etrafımızda, bundan 70-80 sene önceyi yadeden ve yadedenlerden…son kalanlar da bir bir terkediyorlar bizleri…

Kral Mezarları, Anavloda, Melanolar, Lorega, Cisonerga, Peya ve diğerleri… Zehra abla ve Necip dayı da artık yok… Muhakkak oralardadır şimdi ruhları…Bizlere şu anda el sallıyorlardır…

Hoşçakal Zehra abla ve Necip dayı, hep aydınlıklarda kalın…


GİDENLERİN ARDINDAN...

“Bir sporcu, bir aydın ve bir öğretmen...”

Ulus Irkad

sayfa-16-yasar-eryasar.jpg

1980-81 Eğitim yılında askerliği bitirir bitirmez, o yıllarda da büyük öğretmen açığı olduğu için Mağusa’da, Aşağı Maraş Bölgesi’nde, Şehit Osman Ahmet İlkokulu’nda öğretmenliğe başlamıştım. Oradaki bazı benden yaşça büyük öğretmenleri tanıyordum. Bazı öğretmenler de benimle birlikte Öğretmen Koleji’nden mezun olmuş  genç arkadaşlarımdı. Yaklaşık 20’ye yakın bir kadrosu vardı okulun. Hatırladığım kadarıyla da 500 civarında öğrencisi de vardı. Şunu yazayım; eğer bir okulda öğrencilerle bir sevgi bağı oluşturulursa, o öğrenciler sizi unutmaz ve her zaman için sizi severler ve unutmazlar. Benim hem öğretmen kadrosu hem de öğrencilerle böyle bir sevgi bağım vardı ve o okulun öğrenciler her zaman için beni sevdiler, saydılar ve hala daha saygılarını belli etmektedirler. Bir kısmı Baf’tan gelmiş, öğretmen kadrosu içinde Baf’tan da tanıdığım Redif Hoca, Muhsin Hocaları da unutamam ve onlara da buradan rahmet diliyorum. Gene Mustafa Muratağa öğretmenimiz de ailesinin tümünü Muratağa Köyü’nde katliamda kaybetmiş (Hanımını ve çocuklarını, başka bir yerde tayini olduğundan, katliamdan kurtarmıştı), çok saygın, kalbi temiz, dürüst, şakacı ama her zaman için o acı olaydan dolayı kalbi sızlayan bir öğretmenimizdi ve Mustafa Hocamızı da bir trafik kazasında emekliliğinden hemen sonra maalesef yitirmiştik. Baf’tan gelen öğretmenimiz Muhsin Hoca aynı zamanda 1948 yılında Baf Gazi İlkokulu’nda annemi de okutmuştu. Redif Hoca ise Baf’tan tanıdığım ve oğlu Raif’le Akıncılar’da (Lurucina) askerlik yaptığım  bir büyüğümüzdü. Raif Tuğcu Hocamız ise Baf’ın Yalya Köyü’nden gelmiş ve bize okulda abilik yapan daima tavsiyeler veren bir abimizdi bir büyüğümüzdü. Filiz Hanım, Feray Hanım ve ismini hatırlayamadığım bir o kadar daha Hanım arkadaş ve büyüklerimi de buradan saygı ile anıyorum…

YAŞAR ERYAŞAR HOCA...

Bunların yanında bugün toprağa verdiğimiz Yaşar Eryaşar Hocamız da, hem entellektüel, hem aydın, hem sporcu ve birçok yönlerden üstün meziyetleri olan bir abimizdi ve Yaşar Hocamızla ölene yani onu toprağa verene kadar dostluk ve abilik ilişkilerimiz devam etmiştir. Tayin olduğum ilk sene okulumuzu basketbolda Kıbrıs şampiyonu yapmıştı, bu başarıları da unutulamaz. Kendisi aynı zamanda Dumlupınar ve Mehmetçik takımlarının antrenörlüğünü de yapmıştı, başarılıydı… Okulumuzda rahmetli olan büyüklerimle de diğer merhum olmayan büyüklerimle de ilişkilerim her zaman iyiydi.

KİTAPLARI KONUŞURDUK...

Teneffüslerde veya boş saatlerimizde Yaşar Eryaşar Hocamızla konuştuğumuz konular arasında ya spor, ya siyaset veya genelde kitaplar başı çekerdi. Sosyal demokrat çizgide, hoşgörülü bir insandı… O, Şevket Süreyya Aydemir’den, Yaşar Kemal’den, Hasan İzettin Dinamo’dan (Kutsal İsyan) söz eder, bu kitapları okuyan benden de görüş isterdi. Yaşar Eryaşar’la ben de bu konularda konuşur, onunla her kitap etrafında tartışır ve görüşlerimizi bu şekilde ortaya korduk. Okuduğu veya odaklandığı konularda benden de görüş almayı veya tartışmayı çok severdi. Ecevit’i sever ve takdir ederdi. Kıbrıs olaylarında gelinen safhanın artık olayların genel sürecinin bir yansıması olduğunu, sosyal demokrat görüşleriyle ortaya koyardı. 1962 yılında öğretmenliğe Lefke’de başlamış, ama daha sonra 1963 yılında, olayların başlaması sırasında, nişanlısını görmeye gittiği Limasol’da, sırf yollardan alınmasın diye orada kalmıştı. Birçok konuda hikayeleri vardı.

ŞİİR YAZARDI...

Duygusaldı ve şiir yazmayı, duygularını şiirle belirtmeyi çok severdi. Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli ve Halit Sait Abasıyanık sevdiği yazarlardı. Orhan Veli’den bir şiiri muhakkak dile getirirdi ve birçok şairin şiirini ezbere bilirdi. Garip Akımı’nın şiirde takipçilerindendi. Tango şarkılar yanında, Türk Sanat Müziği, Klasik Batı müziği, Osmanlı Edebiyatı, Ziya Paşa, Nedim ve Nefi en beğendiği Osmanlı yazarlarıydı. Beyatlı’yı da severdi. 1950’li yıllarda Namık Kemal büstü açılacağında, Mahmud Adiloğlu’nun kendi yazıp okuduğu “Namık Kemal” adlı şiiri uzun olmasına rağmen hatırlar ve gözleri yaşararak okurdu. Nazım Hikmet’in şiirleri de aklındaydı. Sendika grevlerinde Nazım Hikmet’in emek üzerine şiirlerini okurdu. Kendi yazdığı şiirlerinden de Öğretmenler Odası’nda okur ve şairliğini de bize isbat ederdi. KTÖS üyesiydi ve o yıllarda bile sendikadar aktifti, sendikanın hiçbir genel kurulunu kaçırmazdı. 1970 yılında “BEY” Yönetimi sendikayı kapattığı zaman, Mağusa Kazası’nda, sendikadan baskılarla istifa etmeyen tek öğretmen oydu ve bunu da öğünerek devamlı söylerdi.

Boş saatlerde öğretmenlere muhakkak ya şarkı, ya tango, ya da Türk Sanat müziği şarkıları söyler ve Münür Nureddin Selçuk’un Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirinden bestelediği “Artık Demir Almak Zamanı Gelmişse Bu Liman’dan” şarkısını söylerdi. “Papatya Gibisin Beyaz ve İnce” Tangosu sık sık dansının taklidini de yaparak hareketli bir şekilde söylediği favorileri arasındaydı.

“GÜL” ADLI BİR ŞİİR KİTABI VARDI...

Demin kütüphanemde, onun bana yaklaşık 40 yıl önce hediye ettiği “Gül” adlı şiir kitabından ilk şiirini buldum. O şiirle ona veda ediyorum. Yaşar Hocamız bu şiiri sanki de bugün için yazmış;

KADER

Bir ışık var gözlerinde,

Bir ışık…

Şimşekler kadar parlak aydınlık,

Bir bakış var gözlerinde,

Bir bakış…

Yanardağ lavları kadar yakıcı.

Bir gülüş var dudaklarında,

Taze açmış konca kadar tatlı…

Bir nefesin var,

Okşar da geçer yüzümü…

İlkbahar mevsimi kadar tatlı

Yaz mevsimi kadar ılık.

Gözlerin karası derler…

Gözlerinden bahsederler sanırım

O gözlerin ki…

Kara gözlerin en güzeli

En karası.

Kader derler…talih derler…

Gülermiş bazılarına en alasından

Bazılarına ise zehir sunarmış,

En karasından,

Kaderimizi söylerler  sanırım.

Çünkü ben bilirim,

Bende bir yazı var,

Şurda alnımda,

Kara bir yazı,

Hem de yazıların en karası,

Buna da alın yazısı derlermiş

Kader, galiba…

Onun anısına saygıyla…

Bu yazı toplam 1024 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar