Müzakerelere engel olan nedir?
En sonda söylemem gerektiğini şimdiden söyleyeyim. Genel olarak toplumlararası ilişkiler ve özel olarak müzakereler 2020-25 döneminin gölgesinden kurtulma aşamasındadır.
O dönemde, iki lider ve zaman zaman da ‘garantör’ devletlerin katılımıyla BM gözetiminde gayrı resmi bazı toplantılar yapılsa da, Kıbrıs sorunu buzdolabına konulmuştu.
Hatta bu dönemin 1963 Aralık ayından bu yana, liderler arasındaki ilişki bağlamında en kötü dönem olarak tanımlanması abartı sayılamaz.
BM, 2020-25 sürecinde, çözüm için kendi katkısını sunmaya hazır olduğunu taraflara resmen duyurmak, herhangi beklenmedik bir kazaya karşı uyanık kalmak ve her iki toplumu kapsayacak şekilde Kıbrıs kamuoyunun çözüm iradesini yoklamak adına sahneyi terketmemişti.
Bugün, sorunun artık buzdolabından çıkarılmasını olanaklı kılan şartlar oluşmuştur.
Ama bu yazının başlığını oluşturan soru halen anlamını ve güncelliğini korumaktadır.
Bu soruya, doğrudan doğruya verilecek en geçerli yanıt çok basittir:
‘Kıbrıs’ta taraflar arasında var olan güven bunalımı, çözümsüzlük ortamı dahil olmak üzere her olumsuz gelişmenin temelinde yatan nedendir.’
Güven bunalımı veya karşılıklı güven yoksunluğu sadece müzakerelerin başlamasına engel oluşturmuyor ama ayni zamanda, müzakereler başlasa bile, olumlu bir sonuca doğru ilerlenmesine de engel oluşturuyor.
Bu, birilerinin bugün keşfettiği bir durum değildir. Taraflar bu güven bunalımını iliklerine kadar hissediyor. Ama bir türlü bundan kurtulamıyor. Acaba neden?
Nedenlerin başında tarafların, diğer toplumun sıradan üyelerinin beklentilerini hesaba katacak bir yaklaşıma sahip olmamaları gelmektedir.
Elbette bu durumun, bazı nesnel nedenleri de vardır.
1963 Aralık ve 1974 Temmuz ayları bu güven bunalımını körükleyen gelişmelerle doludur. Taraflardan her biri, maalesef muhatabının yüzüne bakarken bugünkünü değil, 1963 ve 1974 görüntülerini görüyor.
BM Güvenlik Konseyi, Barış Gücü 1964 yılında adaya yerleştikten hemen sonra, tarafları, durumu kötüleştirecek davranışlardan sakınmaya çağırmaktaydı.
Ama daha da önemli olan şey, BM’nin tarafları işbirliği yaparak, normal koşullara dönüşü kolaylaştıracak adımları atmaya yönlendirmeye çalışmasıdır.
Bu adımlardan bir kısmı, sekteye uğrayan bazı kamu hizmetlerinin yürütülmesini sağlamak üzere, KıbrıslıTürk kamu görevlilerinin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilgili kurumlarındaki görevlerine geri dönüşünü içeriyordu.
Ame ne yazık ki her iki taraf da ayni gerekçeyi ileri sürerek adım atmaktan kaçındı.
Her iki tarafın liderleri (zaten o zaman sadece iki lider vardı), farklı gerekçelerle hareket ederek ayni noktada buluştu: KıbrrıslıTürk kamu görevlilerinin görevlerine geri dönüşü Kıbrıs sorununun çözümlenmesi şartına bağlandı!
BM bu süreçte nihai bir çözüm düşüncesine destek vermekle birlikte, mevcut durumun iyileştirilmesini öngören adımların da atılmasına odaklanmıştı. Aynen bugün olduğu gibi!
BM daha o dönemden başlamak üzere, iki toplum liderlikleri arasında bir iletişim eksikliği ve güven sorunu bulunduğunu tesbit etmekte ve bunların giderilmesi gerektiğini vugulamaktaydı.
Bu konu bugün de önemini koruyor.
BM GK 1964 yılından beri iki toplum liderleri arasında doğrudan görüşme yapılmasını esas almış ve tarafları bu yönde motive etmeye çalışmıştır.
Taraflar ise kendi kafalarındaki çözümü dayatmak yönünde hareket ederek koşulların iyileştirilmesi yönünde adım atmaktan kaçınmaktaydı.
Örneğin Kıbrıs Rum tarafı azınlık haklarının garantiye alındığı bir çoğunluk rejimini dayatmaya çalışırken, Kıbrıslı Türk tarafı iki toplumun birbirinden fiziken ayrılmasını esas alan bir çözüm peşinde koşmaktaydı.
Fiziki bölünmenin gerşekleştiği 1974 Temmuzu’nun hemen ardından, BM, toplum liderlerini ve ‘garantör’ devletleri Kıbrıs sorununa siyasi bir çözüm bulmak üzere müzakereye çağırmanın yanı sıra, normal koşullara dönüşün gerekli olduğunu da ifade etmekteydi.
Bazı istisnalar hariç, iki tarafın liderleri normal koşullara dönüşü sağlayamadı veya bunun gerçekleşmesine bilinçli ya da bilinçsizce engel oluşturdu.
Yeni dönemde bu durumun değişmesi için bazı adımların atılması ve tarafların birbirini anlamaya çalışması gerekmektedir.
Seçilmesinin hemen ardından, Tufan Erhürman muhatabına ‘müzakere yapmak için değil, çözüm üretmek için müzakere masasına oturmak istediğini’ açık bir dille duyurdu. KıbrıslıRum lider ise, bu yaklaşıma karşı ‘Crans Montana’da kalınan yerden müzakereye başlama’ çağrısı yaptı.
Yani iki taraf, iki doğrudan sadece bir tanesini vurgulayarak tanışmayı tercih etti.
KıbrıslıRum tarafı sonuç alıcı bir müzakere sürecine hazır değil midir? Görüşelim ama birşey değişmesin anlayışında mıdır? Ya da KıbrıslıTürk tarafı müzakereye nereden başlamak istiyor? Eşit uluslararası statü ve egemen eşitlik noktasından mı, yoksa Crans Montana'da bırakılan yerden mi?
İki doğrunun farklı ağızlardan dile getirilip yeni dönemin çöpe atılması yerine, her tarafın da bu söylemlerin her de ikisine birlikte sahip çıkmaları gerekmektedir.
Crans Montana'da bırakılan yerden müzakerelere devam ederken, aynı zamanda güven yaratıcı önlemlerin hayata geçirilmesine engel olan şey nedir?
Bu sorunun yanıtını biliyoruz: Güvensizlik.
KıbrıslıTürk tarafı, KıbrıslıRum tarafının bir çözüme doğru ilerlemek yerine süreci oyalamaya hazırlandığını düşünmektedir.
KıbrıslıRum tarafı ise KıbrıslıTürk tarafının aslında ayrılıkçı bir ajanda eşliğinde hareket ettiğini ve bu nedenle müzakere masasında esnek davranmayarak sürecin çökmesine zemin hazırlamak istediğini düşünüyor.
Crans Montana’da kalınan yerde aynı zamanda BM Genel Sekreteri’nin telaffuz ettiği Stratejik Anlaşma arayışı vardır.
Bu olguyu en iyi bilenler arasında şimdiki toplum liderlerinin olduğunu söyleyebiliriz.
Guterres’in ‘stratejik anlaşma’ diyerek anlatmak istediği şey, tarafların geriye dönüş yollarını kapatacak ve anlaşıldığı kadarıyla, ayrıntılar içeren bir ‘Çerçeve Anlaşması’dır.
Stratejik Anlaşma’nın bir pusula niteliğinde vazife görmesi, tarafların Federal çözüme doğru adımlar atması ve nihayetinde federal anayasanın oylanarak kabul edilmesiyle sonuçlanacak olan bir geçiş süreci öngörülüyor.
BM Genel Sekreterinin öngördüğü modelde tarafların birbirine güven duyabilmesini sağlayacak somut mekanizmalar olmalıdır.
Zaten sahada birtakım adımların atılması, iki toplum nezdinde elde edilen güvenin liderliklere de nüfuz etmesini kolaylaştıracaktır.
Bunun için KıbrıslıTürk tarafını 1960 Kuruluş Andlaşması’nın öngördüğü şekilde anayasal bir statüye kavuşturacak bazı mekanizmaların kurulması stratejik anlaşmanın mantığıyla uyumludur. Buna, ayni şekilde askıda olan Kapalı Maraş, askeri güvenlik önlemleri, Ercan Havaalanının uluslararası trafiğe açılması ve KıbrıslıRumların mülküyet haklarının Guterres çerçevesinde belirtildiği şekilde ele alınmasını da dahil edebiliriz.
KıbrıslıTürk tarafının mizakerelere dönüş sinyalini verdiği bu yeni dönemin ileride de ‘yeni dönem’ olarak adlandırılabilmesi için iki lider ve federal çözüme ilkesel olarak destek veren siyasal partiler arasında yeni bir iletişim mekanizmasına da ihtiyaç vardır.
Yani yeni dönemi, sadece iki liderin tartışması-uzlaşması zeminine sıkıştırmak gerçekçi olmayacaktır.
Yeni süreçte, çoğulcu bir ortamın yaratılmasını öngören mekanizmaların bulunması, güven tesisine de yardımcı olacaktır.
Kısaca, yeni sürecin başarılı olması için AKEL ve DISI ile CTP ve TDP’nin ve elbette federal çözüm talep eden diğer siyasal partilerin de devrede olması bu çoğulcu ortamın yaratılmasına katkıda bulunacaktır.
Ayrıca toplum liderlerinin ve siyasal partilerin, sadece kendi toplumlarına değil, diğer toplumun sıradan üyelerinin de beklentilerine kulak vermeleri zamanı gelmiştir.







