1. YAZARLAR

  2. Hamit Caner

  3. Liderlik mi, kült mü? Solun çatışan iki hafızası
Hamit Caner

Hamit Caner

Kumda Bir Balık

Liderlik mi, kült mü? Solun çatışan iki hafızası

A+A-

Liderler güç verir, kültler gölgeler: Solun bugün karşı karşıya olduğu soru, bu iki yolun hangisinin geleceği belirleyeceği.

Marx'tan Mao'ya Bir Paradoks

Sosyalist politikanın en büyük ironilerinden biri, kolektif idealler üzerine kurulu bir hareketin sıklıkla sonunda tek bir bireye takılıp kalmasıdır. Marx ve Engels'in ilk günlerinden beri, sosyalist düşünürler liderleri birer süperstar mertebesine yükseltme eğilimine karşı uyarıda bulunmuştur. Karl Marx'ın kendisi de bilindiği gibi herhangi bir 'kişilik kültü'nü reddetmiştir. Hatta hayranlık dolu övgülerin kamuoyunda yer almasına izin vermemiş ve hareketin tüzüklerinden lidere taparcasına övgü içeren tüm dili çıkarttırmakta ısrar etmiştir. Marxist teoriye göre, tarihi ileriye taşıyan şey tepeden kutsanmış 'büyük adamlar' değil, toplumsal güçler ve sınıf mücadelesidir. Gelgelelim, sosyalist partiler defalarca kendilerini devasa boyutlara ulaşmış liderler ve onların kişisel karizmalarının mıknatıs etkisiyle mücadele ederken buldular.

20’inci yüzyılda bu paradoks acı bir biçimde su yüzüne çıktı. Joseph Stalin dönemindeki Sovyetler Birliği bunun klasik bir örneğidir. Eşitliğe ve sıradan halka adanmış bir devrim, tek bir adamın neredeyse ilahlaştırıldığı bir sahneye dönüştü. Sokaklar Stalin'in portreleriyle dolup taşıyordu. Yoldaş Stalin'in "dahiliğine" övgüler dizmek ise adeta bir ritüele dönüşmüştü. Stalin'in ölümünün ardından, bizzat Komünist Parti, bu durumun sosyalist ilkelerden ne denli sapmış olduğunu itiraf etti. 1956'da Nikita Kruşçev, Stalin’in "kişilik kültü"nü kınayarak dünyayı şoke etti. Kruşçev, diktatörün görünüşte komünizm ideallerini savunurken aslında bir lider kültünü beslediğini belirtti. Vurgulanan gerçek açıktı: En tepede bir lidere tapmak sadece tuhaf bir aşırılık değildi; iktidarı 'yüce bir lidere' değil 'halka' vermeyi öngören ilkenin ihlal edilmesi anlamına geliyordu.

 

Marksist-Leninist İlkeler ve Kişilik Kültü

Marksist-Leninist ilkeler ile lidere tapınma arasındaki gerilim, sosyalist tarihin içinden bir fay hattı gibi geçer. Marksist-Leninist ideoloji kolektif liderlik ve demokratik merkeziyetçiliği savunur. Teoride, en önde gelen yoldaş bile partiye karşı hesap verebilir olmalı ve eleştiriye açık bulunmalıdır. Lenin'in kendisi de bir devrimi ileriye taşıyanların kitleler olduğunu, liderlerin ise o kitlelerin hizmetkârı olması gerektiğini vurgulamıştır. Nitekim Stalin sonrası dönemde, pek çok komünist parti "kişilik kültü" uygulamalarından vazgeçtiklerini ilan ederek kolektif karar almayı yeniden tesis etmeye gayret etti. 1956'da Kruşçev'in uyarısı bu konuda bir dönüm noktası oldu. Kruşçev tek bir kişiyi yüceltmenin Leninist kolektif liderlik ilkesini nasıl çarpıttığını partiye hatırlattı. Diğer sosyalist devletler de benzer yüzleşmeler yaşadı. Çin'de, Mao Zedong'u tabiri caizse, tanrısal bir mevkiye yükselterek yol alan çalkantılı Kültür Devrimi'nin ardından, parti liderliği yeni bir kültü önlemek amacıyla görev sürelerini sınırlandıran ve uzlaşı esaslı yönetimi getiren uygulamalar başlattı. Bu politika son yıllara dek büyük ölçüde yürürlükte kaldı. Kuzey Kore'nin kapalı kapılar ardındaki dünyasında bile, 1956 yılında bazı görevliler, Leninist kolektif liderlik normlarını adeta çiğneyen Kim İl Sung’un kendi etrafında merkezlenen bir ‘Kim İl Sung Kültü’ oluşturmasına karşı çıkmaya çalıştı. Bu girişimde bulunanlar mücadeleyi kaybetti ve Kuzey Kore hanedanvari bir kişilik kültünü iyice pekiştirdi. Bu durum böyle eğilimlerin ilkeyi nasıl gölgede bırakabileceğine dair çarpıcı bir uyarı olarak tarihe geçti.

Bu tür kültler, ideolojik dirence rağmen neden ortaya çıkıyor? Yanıtın bir kısmı, insan hikâye anlatımının güçlü çekiciliğinde yatıyor. Kitle hareketleri, amaçları ne denli yüce olursa olsun, çoğu zaman bir yüz ve isim etrafında kenetlenmenin daha kolay olduğunu görürler. Ete kemiğe bürünmüş bir lider, soyut bir idealin başaramayacağı biçimlerde umut aşılayabilir. Kriz dönemlerinde insanlar doğal olarak bir öncü figür aramaya yönelir. Stalin, halkını koruyan bilge "Milletlerin Babası" olarak lanse edilmişti; Mao ise Çin'in kaderini tayin eden "Büyük Dümenci" haline getirilmişti. Bu anlatılar insanları harekete geçirebilir. Ancak zamanla efsanelere de dönüşebilirler. Liderin imajı, eleştiri üstü ve gerçeklikten kopuk biçimde kendi başına yaşamaya başlar. Ve bu bir kez olduğunda, sağlıklı bir sosyalist demokrasinin tartışma, eleştiri, özeleştiri gibi geri bildirim döngüleri bozulur. Sağlıklı bir parti en tepedeki lider de dahil hiçbir üyesini eleştirinin üzerinde görmez; çünkü birini kolektifin üstüne koymak bir partiyi kült haline getirir. Muhalefet, hayranlık veya korku nedeniyle susturulduğunda hatalar katlanarak artar. Stalin'in dizginlenmemiş tasfiyeleri ve Çin'in feci "Büyük İleri Atılım" politikası, pohpohlamanın ve korkunun akılcı yönetimin yerini aldığı durumlara örnektir.

 

Modern Sosyalist Partiler ve Kişiselleşme

Günümüzde, daha çoğulcu demokrasilerde sosyalist ve sosyal demokrat partiler açıkça kişilik kültleri inşa etmeye pek girişmiyor. Ancak bu gerilim tamamen ortadan kalkmış değil. Karizmatik liderlik hâlâ iki ucu keskin bir kılıç olma özelliğini koruyor. Bir yandan, etkileyici bir lider sosyalist fikirleri popülerleştirip destekçileri harekete geçirebilir. Diğer yandan, modern siyasetin medya odaklı doğası, sol hareketlerin bile tek bir kişinin markasıyla özdeşleşme riski taşıdığı anlamına geliyor. Örneğin Jeremy Corbyn liderliğindeki Britanya İşçi Partisi'ni düşünelim. 2015–2017'de “Corbynmania” diye adlandırılan bir coşku patlaması yaşandı. Kalabalıklar mitinglerde ve müzik festivallerinde onun adını haykırıyor, bu mütevazı sosyalisti adeta bir halk kahramanı gibi selamlıyordu. Bazıları bu coşkunun bir kişilik kültüne doğru kaymasından endişe etti.

Fakat gözlemciler hayati bir farka dikkat çekti. Propaganda yoluyla yukarıdan empoze edilen eski Sovyet tarzı kültlerin aksine, Corbyn olgusu aşağıdan yukarıya, tabandan gelen bir heyecandı. Devlet medyası veya parti talimatıyla tasarlanmış değildi. Corbyn'in mesajına ilgi duyan sıradan destekçilerden kendiliğinden filizlenmişti. Gerçek kişilik kültlerinin genellikle resmi aygıtlar tarafından 'tepeden' üretildiği, oysa Corbyn dalgasının kendiliğinden ortaya çıktığı açıktı. Bu ayrım önemlidir: Corbyn’in hayranları onu alkışlıyordu, evet; ancak aynı zamanda politikalarını açıkça tartışıyor, parti stratejisini eleştiriyor ve başkalarını harekete geçiriyorlardı. Bu bir hayran kitlesiydi, körü körüne bağlılık değildi. Bir başka ifadeyle, liderin somutlaştırdığı fikirler etrafında kenetlenen bir siyasi hareketti, itirazı yasaklayan bir putlaştırma değildi. Benzer bir durum Amerika Birleşik Devletleri'nde Bernie Sanders için de söylenebilir. Ona gönülden bağlı destekçileri (“Feel the Bern” sloganıyla anılan) demokratik sosyalist program etrafında kenetlenmişti. Alkışlar onun güvenilirliği ve politikaları içindi. Sanders bu fikirlerden vazgeçseydi cazibesinin büyük kısmı yok olurdu. Başka bir deyişle, kişi bir davanın sembolüydü, davanın kendisi değildi.

Bununla birlikte, modern sosyalist siyaset lider-merkezli tuzaklara karşı hâlâ bağışık değil. Sosyal medya ve televizyon münazaraları çağı, parti liderlerinin orantısız şekilde ilgi görmesi sonucunu doğuruyor. Seçim kampanyaları, parlamenter sistemlerde bile, liderlerin yüzlerinin afişlerde yer aldığı ve kişiliklerinin medya anlatılarına yön verdiği başkanlık yarışlarına benzer hale geliyor. Bazı Avrupa sol partileri bu eğilimden rahatsız. Nitekim tarihsel olarak birçok sosyalist örgütün kolektif kurulları veya dönüşümlü sözcüleri tercih etmesinin asal nedeni örgütsel hareketin "Bonapartist" liderler tarafından ele geçirilmesi ihtimalini ortadan kaldırmaktı. Ancak rekabetçi demokrasilerde belli bir düzeyde kişiselleşme kaçınılmaz. Seçmenler liderlerle bağ kurar. Asıl mesele, bu bağı kültvari aşırılıklara kapılmadan kullanabilmektir. Sağlıklı partiler, liderlere yönelik coşkulu desteği teşvik ederken, aynı zamanda iç demokrasiyi ve yenilenmeyi de gözeterek bu dengeyi koruyabilir. Partiler başarısızlıkların ardından açıkça liderleri sorguladığında veya değiştirdiğinde bunu görebiliyoruz. Bu da örgütün misyonunun tek bir kişinin kaderi olmadığını gösterir.

Öte yandan, bazı günümüz sosyalizm eğilimli hükümetlerinde bu çizgi bulanıklaşıyor. Hugo Chávez dönemi Venezuela'sı bunun çarpıcı bir örneğidir. Chávez, karizması ve yoksulluğa karşı programları sayesinde halk kitleleriyle tutkulu bir bağ kurdu. Zamanla bu bağ adeta yarı-dini bir hava kazandı. Chávez’in ölümünden sonra, destekçileri onu ulusun üzerinde gözeten bir aziz misali “Comandante Eterno” (Ebedî Komutan) olarak selamladı. Duvar resimleri Chávez’in cennete yükseldiğini tasvir ediyor. Onun seçtiği halefi ise Chávez’in ruhuna rehberlik için sesleniyor. Bu, liderin imajına tapılan sadık kitleleriyle tam anlamıyla modern bir kişilik kültüdür. İronik olan, başlangıçta yoksullar için kapsayıcı, sosyalist bir proje olarak başlayan Chávez’in hareketi giderek tek bir adamın mitolojisi etrafında dönmeye başladı. Siyasal ve ekonomik model tökezlemeye başlarken bile, Chávez’in halefi Nicolás Maduro meşruiyeti sürdürmek için o mitosa sıkı sıkıya sarıldı; böylece risk apaçık ortaya çıktı. Sonuçta, kendini tek bir liderin mirasına sarmalayan bir hareket, o lider ortadan kalktığında sunabileceği pek az yeni fikre sahip olduğunu gördü. Bu, sosyalizmin vaadinin halkın güçlendirilmesi olduğu halde, kültvari bir yaklaşımın tüm umudu gerçekleşmesi zor bir kurtarıcıya yüklemesinin ne kadar kırılgan bir temel oluşturduğuna dair ibretlik bir hikâye niteliğindedir.

 

Küçük Bir Adada, Liderlik Üzerine Büyük Sorular

Bu meseleler ne süpergüçlere ne de büyük devrimlere özgüdür. Daha küçük toplumlarda bile, sosyalist veya solcu partiler liderlik sembolizmi ile kişilik kültü arasındaki dengeyi kurmakla boğuşur. Örneğin fiili bir devlet olan Kuzey Kıbrıs'ı ele alalım... Kıbrıslı Türk toplumunda güçlü bir sol gelenek vardır. 1970'te kurulan Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) sosyal demokrasinin meşalesini taşıdı ve özellikle “Soğuk Savaş” yıllarında Marksist düşünceden etkilendi. On yıllar boyunca CTP, Kıbrıs Türk liderliğini uzun yıllar ellerinde tutan milliyetçi başkan figürlerinin etrafında dönen kişiselleşmiş siyaset anlayışına karşı durdu. Söyleminde ve örgütlenmesinde bireysel liderleri yüceltmek yerine kolektif mücadeleyi, işçi ve emekçi haklarını ve toplumun yeniden birleşmesi ideallerini vurguladı. Bu yaklaşım tesadüf değildi! Birçok post-kolonyal toplumun içine düştüğü "büyük adam" siyasetinin bilinçli bir reddiydi.

CTP’nin kurucuları ve Özker Özgür gibi ilk dönem liderleri saygındı, seviliyordu. Lakin onlar hep eşitler arasında birinci olarak görülüyordu. Liderlik, parti içi seçimler ve kurultaylar yoluyla el değiştiriyordu. Hiçbir figür partinin kimliğini tekeline almamıştı. Bir anlamda CTP, platformun lider kültünden daha önemli olduğu Avrupa’daki sosyalist partileri kendine model almıştı.

Son gelişmeler, partinin hâlâ bu hassas dengeyi gözetmeye çalıştığını gösteriyor. Daha birkaç gün önce, CTP tarihinde ilk kez bir kadın genel başkan seçildi: Dr. Sıla Usar İncirli. İncirli’nin kampanyasında özellikle vaat ettiği “katılımcı ve kolektif bir liderlik” tarzı, liderliği tek kişilik bir kurtarıcı gibi değil, partinin değerlerinin ve tabanının bir simgesi olarak yürüteceğine işaret ediyordu. Kongrede "kolektif siyaset"i ve ekip çalışmasını tek kişilik şov yerine vurguladı. Bu mesaj karşılık buldu. Kuzey Kıbrıs gibi küçük bir yerde bir parti liderinin "kolektif liderlik" vurgusu yapma gereği duyması, bu konudaki endişenin ne kadar evrensel olduğunun bir göstergesi.

İncirli’nin yükselişi, aslında yalnızca parti içi bir liderlik değişimi değil; CTP içerisinde nesiller arası bir dönüşümün ortaklaşa kabulü olarak görülüyor. Hem partinin görece genç kadroları hem de yılların deneyimini taşıyan eski duayenler, artık kahramanlara atfedilen abartılı liderlik kültünün işlemez hale geldiği konusunda birleşiyor. Bu uzlaşıda, yalnızca Kıbrıs’ta değil, dünya genelinde yükselen otoriter eğilimlerin yarattığı tahribatı hem yakından gözlemlemiş hem de bizzat tecrübe etmiş olmanın payı büyük.

Ancak burada önemli bir boyutu özellikle not etmek gerekiyor: Genel başkanlık yarışındaki diğer iki aday da, Sn. Asım Akansoy ve Sn. Erkut Şahali, yıllar boyunca partinin farklı kademelerinde görev almış, örgütlenmeden yerel yönetim deneyimine, parti içi demokrasiye katkıdan toplumsal mücadeleye kadar geniş bir yelpazede CTP’yi bugünkü noktasına taşıyan emekçilerin ve kadroların temsilcileridir. Onların adaylıkları, CTP’nin herhangi bir isme değil, kolektif birikimine yaslanan yapısının en somut göstergelerinden biridir. Parti tabanı, kongrede yalnızca yeni bir genel başkan seçmedi; aynı zamanda geçmişten bugüne taşınan kurumsal emeği, birikimi ve sürekliliği de onurlandırdı.

Bu nedenle önümüzdeki süreçte, Sn. İncirli’nin bu iki adayın temsil ettiği kurumsal hafızadan, yıllara yayılan parti içi deneyimden ve örgütsel birikimden de yararlanması, CTP’nin geleceğini güçlendirecek temel unsurlardan biri olacaktır. Kolektif liderliğin gerçek anlamda hayata geçebilmesi, tam da bu çok sesli, çok deneyimli ve çok katmanlı yapının birlikte işlemesiyle mümkündür. İncirli’nin ekip çalışması vurgusunun, bu üçlü birikimi bir araya getiren kapsayıcı bir işleyiş yaratma potansiyeli taşıması bu yüzden önemlidir.

Genç kuşak için olduğu kadar duayenler için de etkili liderlik, yalnızca bir kişinin karizmasıyla değil, herkesin söz söyleme imkânına sahip olduğu mekanizmalarla mümkün. Bugün CTP taraftarları, İncirli ile birlikte partinin kapsayıcı karar alma süreçlerini yeniden canlandıracağına, tabanı güçlendireceğine ve tek bir liderin egosundan ya da atalete düşmesinden kaynaklanabilecek durgunluk riskini azaltacağına inanıyor.

Sonuçların nasıl şekilleneceğini zaman gösterecek. Ancak bu durum, hem gençlerin algılarına göre yenilikçilik talebini hem de deneyimli kadroların inançları doğrultusunda kurumsal aklı merkeze alan yaklaşımını bir araya getiren; kısacası sosyalist ilkelerin liderlik anlayışına dair söylemini pratiğe dökmeye yönelik kayda değer ve ortaklaşa sahiplenilmiş bir deney olarak değerlendirilebilir.

Kuzey Kıbrıs deneyimi, liderlik dinamiklerinde bağlamın önemini vurgulayan daha geniş bir noktaya da işaret ediyor. Ekonomik ambargolar ve çözülememiş bir etnik çatışma gibi büyük dış baskılarla yüzleşen küçük, yarı-izole bir yapıda, insanların tek başına kurtuluşu ya da uluslararası tanınmayı getirecek bir kahramana bel bağlaması cazip olabilir. Kuzey Kıbrıs'taki sol, toplum odaklı ilerleme ve uzlaşı inşasına yoğunlaşarak bu cazibeye direnmiştir. CTP'nin sağ cenahındaki rakipleri zaman zaman güçlü kişilere veya patronaja dayalı siyasete yönelmiştir; bu da CTP'nin duruşunu daha da belirgin kılıyor.

Liderlerini kudretli birer figür yerine temsilci konumunda tutarak, CTP tartışmasız şekilde kendisini 50 yılı aşkın süredir ayakta tutan bir iç demokrasiyi korumuştur. Her karar mükemmel olmasa ve hizipçi tartışmalar bulunsa da partinin kimliği, herhangi bir şahıstan ziyade yeniden birleşme ve sosyal adalet gibi fikirlere bağlı kalmayı sürdürmüştür. Uluslararası açıdan bakıldığında, pek tanınmayan bu örnek evrensel bir temayı yankılıyor: En sağlıklı siyasi partiler, ister sosyalist ister başka eğilimli olsun, liderlerin üyeleriyle birlikte ve onların üzerinde olmadan önderlik ettiği partilerdir.

 

Putlaştırmadan Liderlik

Son tahlilde, sosyalist partiler ile lider kültleri hikâyesi, umut barındıran bir alt metne sahip ibretlik bir ders niteliğindedir. Bu durum, insanların ilham verici bir liderliğe duyduğu özlem ile kimsenin tahakkümü altına girmeme ihtiyacı arasındaki bitmek bilmeyen gerilimi gözler önüne seriyor. Kişilik kültü desteği hızla seferber edebilir; mitinglerdeki o coşkulu yüzleri düşünün; fakat çoğu zaman bunu siyaseti tehlikeli derecede basitleştirip kişiselleştirerek yapar. Sosyalizmi (veya herhangi bir adil toplumu) inşa etmenin karmaşık görevleri “Lidere Güven; Çözüm Liderdir.” anlayışına indirgenir. Muhalefet sapkınlık sayılır; tartışma ortamı kurur. Ve lider tökezlerse koca bir hareket, kaidesinden düşen bir heykel gibi çatlayıp kırılabilir.

Yine de sosyalist tarihte, liderliğin bir kült değil bir sembol olarak kaldığı örnekler de mevcut. Liderler kendilerini bir davanın hesap verebilir emanetçileri olarak gördüğünde, tahakküm kurmadan da ilham verebilirler. 1980'lerde Burkina Faso'dan Thomas Sankara'yı hatırlayalım; Marksist esinli bu genç lider, kişisel lüksten kaçınmış ve halkı inisiyatif almaya teşvik etmişti (gerçi kısa iktidarında bile etrafında bir miktar kişilik kültü unsuru belirmişti; bundan kaçınmanın ne kadar zor olduğunun bir kanıtı olarak). Ya da Uruguay'ın eski devlet başkanı José Mujica gibi modern örnekler var. Son derece mütevazı bir hayat süren bu solcu lider, hareketinin değerlerinin kendisinden daha büyük olduğunu sürekli vurguladı. Bu liderler elbette hayranlık uyandırıyordu, hatta seviliyorlardı; ancak bu hayranlık, onların yanılmaz veya insanüstü oldukları yanılsamasına değil, savundukları değerlere dayanıyordu.

Bugün dünyanın neresinde olursa olsun sosyalist partiler için çıkarılacak ders, liderliği doğru perspektifte tutmaktır. Güçlü bir liderlik partiye fayda sağlayabilir ve sağlamalıdır da; zira bir partinin mesajını somutlaştırmaya ve onun adına pazarlık yapmaya yardımcı olur. Ancak liderlik rıza ile yürütülen bir konum olarak kalmalıdır. Bu da parti içinde denge ve denetleme mekanizmalarının bulunması, kolektif karar almanın teşvik edilmesi ve "liderimiz bu konuda yanılıyor" diyebilmenin küfür sayılmadığı, aksine siyasi tartışmanın olağan bir parçası olduğu bir kültür oluşturmak demektir. Mesele enerjinin tabandan mı geldiği yoksa tepeden mi dayatıldığıdır! Sosyalist ilkeler elbette tabandan gelen enerjiyi, yani bir liderin gücünü halkın iradesinden almasını yeğler ki bu da eski tarz bir diktatörlük kültünün tam tersidir.

Pratikte, bir kişilik kültüne düşmemenin yolu, tek bir kişinin ne kadar süre lider kalabileceğini sınırlandırmak, ikinci kademe liderliği geliştirmek ve halk katılımını yalnızca mitinglerde tezahüratla sınırlamayıp politika oluşturmaya da dahil etmektir. Dijital çağ, partilere bir yandan yıldız lider imajları yaratma tuzağını sunsa da, diğer yandan üyelerin katkısına dayalı platformlar, ön seçimler vb. gibi daha yatay katılım araçları sunuyor. Bu denge, her bağlamda yeniden kurulması gereken bir sınav alanı olarak duruyor.

Bu konunun güncelliğini koruması, sosyalist projenin tüm varyasyonlarıyla hâlâ liderlere sahip olmak ile liderlerin tasallutu altına girmemek arasındaki hassas noktayı aradığını gösteriyor. Tehlike büyük. Sosyalist partiler liderlik kültlerine boyun eğdiğinde, genellikle güvenilirliklerini (hem içte hem dışta) yitirir ve bazen otoriterliğe saparak özgürleştirici vaatlerini baltalar. Kültlere teslim olmayıp da liderliği kolektif bir emek olarak benimsediklerinde ise hem demokratik köklerine daha sadık kalırlar hem de daha dirençli ve yenilikçi olabildiklerini gösterirler. Neticede ideolojiniz kitlelerin tarihi şekillendirdiğini savunuyorsa, liderin görevi de halkın enerjisini yönlendirmektir; onun yerine geçmek değil.

Özetlemek gerekirse, liderlerden ilham almak ama onları putlaştırmamak asıl meseledir. Dünya genelinde pek çok kişi cesur çözümler ve "kurtarıcılar" arzularken (karizmatik bir sosyalist, popülist bir muhalif veya teknoloji milyarderi fark etmeksizin) sosyalist gelenek bu noktada benzersiz bir bakış açısı sunuyor. Bu gelenek, ne kadar yetenekli olursa olsun hiçbir bireyin, örgütlü ve bilinçli bir yurttaş kitlesinin gücünün yerini tutamayacağını hatırlatır. Lider bir sembol olarak o kitleyi harekete geçirip birleştirebilir. Ancak lider kolektifin üzerinde bir kült figürü haline gelir gelmez, eşitlikçi politikanın alevi titremeye başlar.

Sosyalist idealin kalıcı çekiciliği, sıradan insanların kaderlerini birlikte belirlediği vizyonunda yatar. Liderler bu hikâyenin bir parçasıdır; bazen çok önemli bölümler yazarlar; ama asla hikâyenin bütünü değildirler. Sosyalist partiler (aslında tüm siyasi hareketler) liderliği putlaştırmadan yüceltmeyi öğrenir öğrenmez, siyasetlerinin özündeki demokratik vaade o denli yaklaşmış olurlar. Kuzey Kıbrıs’taki CTP vakasının ve daha sayısız örneğin gösterdiği gibi, bir partinin kahramanları ve şehitleri, düşünürleri ve eylemcileri olabilir; ancak onların en büyüklerinin bile nihayetinde bizden biri olduğunu, üzerimizde olmadığını unutmamak gerekir. İşte bu düstur, kişilik kültüne karşı panzehirdir ve daha sağlıklı bir siyasi geleceğin anahtarı da belki burada yatmaktadır.

700a3644d5418cab3a70f8fefe47bfd3.jpg

Bu yazı toplam 864 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar