Kıbrıslı Maronitler’den etkinlik: “Çözüm ya da çözümün gecikmesi halinde Kıbrıslı Maronitler’in hayatta kalma olasılığı nedir?”
Çözümsüzlük koşullarından en çok etkilenen, köylerini, evlerini, yerlerini kaybeden, iki tarafın egemen çevrelerinin baskıları altında tutulan Kıbrıslı Maronitler, önümüzdeki günlerde “Çözüm ya da çözümün gecikmesi halinde Kıbrıslı Maronitler’in hayatta kalma olasılığı nedir?” sorusunun tartışılacağı bir etkinlik düzenliyor.
Maronit Mezunlar Derneği ile Kormacit Kulübü’nün ortaklaşa düzenleyeceği etkinlik 2 Temmuz 2025 Çarşamba akşamı saat 19.30’da, Lefkoşa’da Baf Kapısı yakınındaki Kormacit Kulübü’nde (9, Ayios Maronas Sokağı, Lefkoşa) yapılacak. Etkinlik Rumca ve İngilizce olacak ve çeviri sağlanacak.
“Kıbrıslı Maronit Toplumu – Özel Muamele İhtiyacı… Kıbrıs sorununa bir çözüm halinde veya çözüme ulaşmada uzun vadeli bir gecikme durumunda Kıbrıslı Maronitler’in hayatta kalma olasılığı nedir?” sorusunun tartışılacağı geceyle ilgili olarak organizatörlerin açıklamasında şöyle denildi:
“Maronitler’in Kormacit ve Karpaşa köylerinde aşağı yukarı 40 kişi kalmıştır. Aya Marina ve Asomatos ise tümüyle askeri bölge halindedir ve zamanla terkedilmiştir. Köylerinin coğrafik konumu nedeniyle zorunluluktan ötürü Maronit Toplumu bölünme hattının her iki tarafında da yaşamak zorunda kalmıştır. Maronit Toplumu yokoluş ve tümüyle kaybolmanın eşiğinde bulunuyor.”
ETKİNLİKTEKİ KONUŞMACILAR…
Organizatörlerin yaptığı açıklamaya göre etkinlikte Kıbrıslırum müzakereci Menelaos Menelau, Kıbrıslıtürk eski mücakereci Özdil Nami ve Warick Üniversitesi’nde doktora için araştırmalarda bulunan ve çok kültürlülük ve uygulamaları hakkında uzmanlaşmaya giden Yorgos Yordanu konuşmacı olacak.
PRIO’DAN YAYIN…
Geçtiğimiz günlerde PRIO da Mete Hatay ve Kostas M. Konstantinu imzasıyla Kıbrıslı Maronitler’e dair bir yayın hazırladı. Mete Hatay, sosyal medya sayfasında bu konuda şöyle yazdı:
“Bu policy brief, Kıbrıs’ta kapsamlı bir çözümün sürekli ertelenmesi karşısında, anlamlı ve uygulanabilir Güven Artırıcı Önlemler’e (GAÖ) yeniden yönelinmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Geçmiş ve güncel siyasal taahhütler temelinde, Ayia Marina/Gürpınar ile Asomatos/Özhan Maronit köylerinin iadesi, daha önce taraflarca vaat edilmiş olmasına rağmen hâlâ hayata geçirilmemiş bir GAÖ örneği olarak öne çıkmaktadır. Buna ek olarak, ara bölgede yer alan Petrofani/Esendağ, Varisia, Ayios Nikolaos ve Ayios Georgios Soleas/Madenli köylerinin iadesine ilişkin yerinden edilmiş Kıbrıslıların uzun süredir dile getirdiği taleplerin, ne Birleşmiş Milletler ne de iki tarafın yetkili makamları tarafından şimdiye dek GAÖ perspektifiyle ele alınmamış olması dikkat çekmektedir. Brief, uzlaşmazlıkların çözümünde sıklıkla başvurulan kapsamlı ve bütüncül barış paketlerine yönelik hâkim yaklaşımı eleştirmekte; bu tür modellerin çoğu zaman adaleti tesis etmekten ziyade, onun ertelenmesine hizmet ettiğini savunmaktadır. Biz de naçizane birkaç öneriyi tekrar bir araya getirdik.”
Bu yayını şu internet adresinden okuyabilirsiniz:
KIBRISLI MARONİTLER…
Kıbrıslı Maronitler’le ilgili olarak 29 Haziran 2022’de bu sayfalarda şöyle yazmıştık:
“Kıbrıs’ın Maronitleri...”
Rita Severis’e ait bulunan “Kıbrıs Görsel Sanatlar ve Araştırma Merkezi” CVAR’ın internet sayfasında “Bunları biliyor musunuz?” başlığı altında 27 Haziran 2022’de yer alan bir yazıda, “Kıbrıs’ın Maronitleri” hakkında ilginç bilgilere yer veriliyor. Bu yazıyı okurlarımız için derleyip Türkçeleştirdik. CVAR’ın bu konuda yazdıkları özetle şöyle:
*** Gezgin Tomasso Porkaççi, 1576 senesinde, 1550 yılında ziyaret etmiş olduğu ve aralarında Kıbrıs’ın da bulunduğu adalar hakkında bir kitap yayımlamıştı...
*** Porkaççi, kitapta şöyle diyordu: “Lefkoşa’da Guy de Lüzinyan’ın sarayında pek çok soylu yaşamaktadır ve aynı zamanda (adaya) çok sayıda yabancı da gelmiştir – bunlar arasında Ermeniler, Kıptiler, Maronitler, Hindular, Nestoryanlar, Gürcüler, Yakobinler vardır ve her bir grubun kendi piskobosu bulunmaktadır. Her halukarda tüm bu piskoboslar, Kıbrıs’ın Latin Başpiskobosu’nun yardımcısı olarak görülmektedir... Soylular bu yabancılarla çok iyi geçinirler çünkü bu yabancılar Latinler gibi yaşarlar ve geriye kalanlar da Rum yaşam biçimini benimsemiştir. Bunlar tez sinirlenen, canlı ve şamatacıdırlar ve lüks ve bolluk içerisinde yaşamaktadırlar...”
*** Osmanlılar’ın gelişiyle birlikte tıpkı tüm diğer Hristiyanlar gibi Maronitler de kovuşturmaya uğramışlar ve sayıları azalmıştır... Beşparmak Dağları üzerinde, ancak 10-15 kadar az sayıda köyleri kalabilmiştir... Bunlar arasında Vuno (şimdiki adı Taşkent), Romanos, Hrisiida, Gastriya (şimdiki adı Kalecik), Klepini (Arapköy), Sihari (şimdiki adı Kaynakköy), Gutsovendi (şimdiki adı Güngör), Kitrea (Değirmenlik), Trimitya (şimdiki adı Edremit), Diyoriyoz (Yorgoz/Tepebaşı), Kormacit (şimdiki adı Koruçam) ve birkaç köy daha bulunmaktaydı...
*** Osmanlı yönetimi altındayken pek çok Maronit ya (Katolik dininden vazgeçip) Ortodoks kilisesine katılmış ya da İslam’ı kabul etmiştir. Ancak seyyahlara göre baskılar sürekliydi ve pek çok çevre tarafından onlara baskı uygulanmaktaydı...
*** Perucialı Girolamo Dandini, 1596 senesinde Papa tarafından Lübnan Maronitleri’ni ziyaret etmeye gönderilmişti. Lübnan’a giderken Kıbrıs’ta durmuş ve Leymosun, Larnaka ve Lefkoşa’yı ziyaret etmiştir. Dandini, Lefkoşa’daki Maronitler’den söz ederken, “Onların kendi kiliseleri var fakat o kadar sefil durumdadırlar ki kutsal sunağa örtecek bir örtüleri bile yoktur, kutsal kaseleri yoktur, (ayinlerde giyecekleri) giysileri yoktur, neredeyse hiçbir şeyleri yoktur. Onlara gerçekten çok acıdın... Onlar, 19 köye dağılmış vaziyette yaşamaktadırlar: Medohi, Fludi, Aya Marina (Gürpınar), Asomato (Özhan), Kambilli (Hisarköy), Karpaşa, Kormacit (Koruçam), Trimitya (Edremit), Kazafana (Ozanköy), Vuno (Taşkent), Kipo, Kitrea yakınında Yeri, Hrisiida, Kefalovriso, Sooto, Attalu, Klepini (Arapköy), Piskopio (Piskobu/Yalova) ve Gastria (Kalecik). Bu köylerde en az bir mahalleye ve bir papaza sahiptirler. Medohi’de 8 kiliseleri vardır ve anlattıklarına göre her yortu döneminde dağlarda ve her gün de gündelik yaşamda ayin yapmaktadırlar... Kıbrıs’ta genellikle tek bir piskobosları bulunmaktadır...”
*** Hackett, Maronitler’in St. George Attalos’a adanmış ilk kiliselerinin Harça yakınlarındaki Girne dağ silsilesinin doğu tarafında kurulduğuna inanmaktadır. Piskobosları da orada yaşamaktaydı... Lübnan Başpiskobosu’nun altındaydı bu piskobosluk...
*** İsveçli papaz Michael Olofson Enerman’a göre – ki kendisi Kıbrıs’ı 1713 senesinde ziyaret etmiştiştir - “Fransızlar kadınlarını, alacakları çeyize göre evlendirmektedir. Fransızlar, Rumlardan ziyade Marontiler’le evlenmeyi tercih etmektedirler. Bu adamlar şanslıdırlar ve kendi ayakları üzerinde sağlam biçimde durabilirler. Ötekiler ise gelinin parasını alırlar, kumarda harcarlar bunu, evlerini ve karılarını terkederler... Ermeniler ve Maronitler, İngilizler gelinceye kadar geleneksel olarak kök boya ticaretini ellerinde bulundurmaktaydılar. Sonra İngilizler gelip bu işi devraldılar. Larnakalı Maronitler’in çok şahane evleri vardır ve dini ayinler için Fransisken ve Kapuçin keşişlere gitmektedirler...”
(Parantez içerisindeki isimler, köylerin şu anda kullanılmakta olan isimleridir ve yazılanların daha iyi anlaşılması için tarafımızdan kullanılmıştır – S.U.)
Aya Marina'da Kıbrıslı Maronitler, 1950 senesinde... Bu köyde Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslı Maronitler birlikte yaşamaktaydı...
Kormacit'te Maronitler, 1946 senesinde...
Kıbrıslı Maronit kadınlar, Singer makinelerinin düzenlediği bir dikiş kursu ardından...
*** BASINDAN GÜNCEL…
“İsrail’in en büyük tehdidi İran ya da Hamas değil, kendi kibri…”
Orly NOY/+972 mag/AVLAREMOZ
Ailemle birlikte İran’dan ayrılalı 46 yıldan fazla oldu; o zamanlar dokuz yaşındaydım. Hayatımın büyük kısmını İsrail’de geçirdim; burada bir aile kurduk ve kızlarımızı büyüttük, ama İran hiçbir zaman memleketim olmaktan çıkmadı. Ekim 2023’ten bu yana, evlerinin harabeleri önünde duran kadın, erkek ve çocukların sayısız görüntüsünü izledim; çığlıkları aklıma kazındı. Ama İsrail saldırıları sonrası İran’dan gelen görüntüleri gördüğümde ve ana dilim Farsçayla atılan çığlıkları duyduğumda, içimdeki çöküş çok farklı hissediliyor. Bu yıkımın vatandaşlığını taşıdığım ülke tarafından gerçekleştiriliyor olması dayanılmaz.
DERİN BİR KÜÇÜMSEME…
Yıllar içinde İsrail halkı, bu bölgede komşularına derin bir küçümsemeyle bakarak — istediği zaman, istediği şekilde, istediği kişiye karşı ölümcül saldırılar düzenleyerek, sadece kaba kuvvete güvenerek — var olabileceğine inandı. Neredeyse 80 yıldır “mutlak zafer” hep bir adım ötede: sadece Filistinlileri yen, Hamas’ı yok et, Lübnan’ı ez, İran’ın nükleer kapasitesini çökert — ve cennet bizim olacak.
Ama neredeyse 80 yıldır bu sözde “zaferler” Pirus zaferinden öteye geçemedi. Her biri İsrail’i daha derin bir izolasyona, tehdide ve nefrete gömdü. 1948’deki Nekbe, hâlâ çözülemeyen bir mülteci krizini doğurdu ve apartheid rejiminin temellerini attı. 1967 zaferi, hâlâ Filistin direnişini körükleyen bir işgale yol açtı. Ekim 2023’ün savaşı, İsrail’i küresel bir parya haline getiren bir soykırıma dönüştü.
BİLİNÇSİZ BİR KİTLE İMHA SİLAHINA DÖNÜŞEN ORDU…
Bu sürecin merkezindeki İsrail ordusu, artık bilinçsiz bir kitle imha silahına dönüştü. Uyuşmuş bir kamuoyunun gözünde gösterişli atraksiyonlarla yüceltiliyor: Lübnan’da bir pazarda erkeklerin ceplerinde patlayan çağrı cihazları ya da bir düşman devletin kalbine dikilen bir drone üssü gibi. Ve soykırımcı bir hükümetin komutası altında, nasıl çıkacağını bilmediği savaşlara kendini daha da gömüyor.
Yıllar boyunca, bu sözde her şeye gücü yeten orduya kapılan İsrail toplumu, kendini kurşun geçirmez sandı. Bir yanda orduya tam tapınma, diğer yanda bölge halkına karşı kibirli bir küçümseme, bize asla bedel ödemeyeceğimiz inancını besledi. Sonra 7 Ekim geldi ve — sadece bir anlığına da olsa — bu dokunulmazlık illüzyonunu paramparça etti. Ama o anın anlamıyla yüzleşmek yerine halk, bir intikam kampanyasına teslim oldu. Çünkü ancak katliamla dünya yeniden anlam kazandı: İsrail öldürüyor, Filistinliler ölüyor. Düzen yeniden kuruldu.
KISA BİR KIRILMA…
Bu yüzden Ramat Gan, Rishon LeZion, Bat Yam, Tel Aviv ve Celile’deki Arap kenti Tamra’da bombalanan binaların görüntüleri sarsıcıydı. Gazze’den görmeye alıştığımız manzaraların birebir aynısıydılar: yanmış beton iskeletler, toz bulutları, enkaz ve kül altında kalmış sokaklar, kurtarma görevlilerinin ellerinde sıkıca tutulan oyuncaklar… Bu görüntüler, her şeye karşı bağışıklık kazandığımıza dair kolektif yanılsamamızda kısa bir kırılma yarattı. Her iki taraftaki sivil can kayıpları — 13 İsrailli ve en az 128 İranlı — bu yeni cephedeki insanî bedeli gösteriyor, her ne kadar ölçekte Gazze’ye rutin biçimde uygulanan yıkımın yanına yaklaşmasa da.
ORDU BİR ÖĞRETİYE DÖNÜŞTÜ…
Bir zamanlar bazı Yahudi liderler, bu bölgede varlığımızın total bağışıklık yanılsamasıyla sürdürülemeyeceğini kavrıyordu. Üstünlük duygusundan azade olmasalar da bu temel gerçeği idrak etmişlerdi. Merhum solcu milletvekili Yossi Sarid, bir keresinde Yitzhak Rabin’in ona şöyle dediğini hatırlatmıştı: “Elliye yakın yıl kaslarını sıkan bir halkın kasları sonunda yorulur.” Rabin, Netanyahu’nun korkuyla bezeli “ebedî kılıç” vaadinin aksine, sürekli savaşarak yaşamanın sürdürülebilir olmadığını anlamıştı.
Bugün İsrail’de bu türde Yahudi siyasetçiler kalmadı. Siyonist solun İran’a yapılan pervasız saldırıyı coşkuyla kutlaması, ne yaparsak yapalım, bu bölgeden ne kadar yabancılaşsak da, ordunun bizi hep koruyacağına dair fanteziye saplantılı bağlılığını gözler önüne seriyor.
Demokratlar Partisi’nin (Meretz ve İşçi Partisi’nin birleşimi) lideri Yair Golan, Cuma günkü saldırı sonrası X’te şöyle yazdı: “Güçlü bir halk, kararlı bir ordu ve dirençli bir iç cephe. Her zaman böyle kazandık, bugün de böyle kazanacağız.” Aynı partiden milletvekili Naama Lazimi ise “ileri seviye istihbarat sistemlerine ve istihbarat üstünlüğüne, İsrail Savunma Kuvvetleri’ne, tüm güvenlik birimlerine, kahraman pilotlara ve hava kuvvetlerine” teşekkür etti.
KÖR, KÜSTAH KİBRİMİZ YÜZÜNDEN YENİLGİYE MAHKUMUZ…
Bu anlamda, ordu tarafından sağlandığı düşünülen bağışıklık fantezisi, Siyonist solun içinde sağdan bile daha köklüdür. Sağın güvenlik kaygılarına cevabı imha ve etnik temizliktir — nihai hedefi budur. Ancak merkez-sol neredeyse tüm inancını ordunun sınırsız olduğu sanılan kapasitesine bağlamıştır. Hiç şüphe yok ki, İsrail’deki Yahudi merkez-sol, orduya sağdan çok daha fanatik bir şekilde tapıyor; sağ ise onu sadece kendi yıkım ve etnik temizlik vizyonunun bir aracı olarak görüyor.
Biz İsrailliler şunu anlamalıyız: dokunulmaz değiliz. Tüm varlığı yalnızca askeri güce dayanan bir halk, kaçınılmaz olarak yıkımın en karanlık köşelerine sürüklenmeye ve eninde sonunda yenilgiye mahkûmdur. Eğer son iki yıldan, hatta son seksen yıldan bu en temel dersi bile öğrenemediysek, gerçekten kaybolmuş durumdayız. Ne İran’ın nükleer programı ne de Filistin direnişi yüzünden, bu ulusu esir almış kör, küstah kibrimiz yüzünden.
(AVLAREMOZ tarafından +972mag’tan 15 Haziran 2025’te yayımlanan Orly Noy’un yazısı Türkçeleştirilerek paylaşıldı…)