Dönemin ruhu: Aydınlanmaya karşı restorasyon ve yeni kutsal ittifak (1)
Şimdi ise “İkinci bir Restorasyon” döneminden geçiyoruz. Aşırı sağ bir tür Restorasyon hareketi olarak demokrasinin yerine otoriter rejimlerin kurulmasını arzuluyor ve aklın yerine milliyetçilik, din ve ataerkil gelenekleri öne çıkarıyor.
İçinden geçtiğimiz dönemin ruhu insanlığın büyük bir gerileme yaşadığına işaret ediyor. Demokrasilerin tehlikeye düştüğü, Aydınlanmanın evrensel değerlerinin bir bir yok edildiği, uluslararası kurumların işlerliğini yitirdiği ve kuvvet politikasının belirleyici olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Ana akım sağın iyice muhafazakarlaştığı, aşırı sağın giderek güçlendiği dünyamızda, mültecilere, göçmenlere, azınlıklara karşı baskılar artıyor ve demokrasinin temelleri sarsılıyor. Seçimle işbaşına gelen otoriter ve totaliter liderler birbirlerini kollayarak demokrasiyi hedef alıyorlar. Aşırı sağ partiler adeta enternasyonal dayanışma sergiliyorlar.
Uluslararası ilişkilerde “dünya için iyi olan benim için de iyidir” yerine, “benim için iyi olan dünya için de iyidir anlayışı” hakim oluyor. Hukukun kuvvetten yapıldığı elbette biliniyor ama kuvvet hukuku yaratırken, hukuk tarafından da belli oranda denetleniyordu. Günümüzde ise kuvvet tek başına belirleyici olmaya başladı.
Dünyamızda bunlar yaşanırken Batı demokrasileri ne yapacağını bilemiyor. Dışarıda çifte standart uygulayarak uluslararası hukukun gereklerini yerine getirmiyor, içeride ise neo-liberal ekonomi politikalarıyla refah toplumunun altını oyuyor ve aşırı sağın yükselmesine zemin hazırlıyorlar.
Gelgelelim, insanlık böylesi bir gerilemeyi ilk defa yaşamıyor. Modern dünyada demokrasinin doğuşuna ve Aydınlanmaya karşı ilk saldırı gerici Restorasyon döneminde yaşanmıştı. Şimdi ise “İkinci bir Restorasyon” döneminden geçiyoruz. Aşırı sağ bir tür Restorasyon hareketi olarak demokrasinin yerine otoriter rejimlerin kurulmasını arzuluyor ve aklın yerine milliyetçilik, din ve ataerkil gelenekleri öne çıkarıyor.
Bu yazı dizisinde geçmişte ve günümüzde yaşanan kırılma noktalarını özetlemeye çalışacağım ve öncelikle Aydınlanmaya karşı birinci Restorasyon dönemine yoğunlaşacağım, sonra da yaşadığımız dönemi “İkinci Restorasyon” dönemi olarak ele alacağım.
Feodalizmin çözülerek kapitalizmin yerleşmesi, Rönesans, Reform Hareketi (Reformasyon), Aydınlanma, Sanayi ve Fransız Devrimleri gibi tarihsel dönüşümlerden geçilerek şekillenen modern dünyaya karşı ilk tepki, Eski Rejimi yeniden tesis etmeyi, demokrasiye son vererek monarşilerin geri dönüşünü amaçlayan Restorasyon hareketinden geldi. Restorasyonun başlıca amaçlarından biri, Aklı öne çıkaran Aydınlanmaya karşı dini ve eski gelenekleri yeniden toplum hayatına kavuşturmaktı.
Konuya daha yakından bakmak için öncelikle Aydınlanmanın arka planına göz atalım.
Aydınlanma, insanın korkulardan ve mitlerden arınarak yaşam koşullarını bilgi yoluyla iyileştirmesini öngörüyordu. Immanuel Kant 1784 yılında, yani Fransız Devrimi’nden beş yıl önce Aydınlanmaya dair şöyle diyordu: “Aydınlanma, insanın kendi suçuyla içine sürüklendiği olgunlaşmamış olma halinden çıkmasıdır.” Ve şöyle devam ediyordu: “Olgunlaşmamışlık, başkalarının yönlendirmesi olmadan kendi aklını kullanamamaktan kaynaklanıyor. Olgunlaşmamak, eğer algı eksikliğinden değil ama kararlılık ve cesaret eksikliğinden dolayı kendi aklını başkasının yönlendirmesinin bir sonucu ise, o zaman insanın kendi kabahatidir. Sapere aude! Kendi aklını kullanma cesaretini göster! Aydınlanmanın sloganı budur!”
Görüleceği gibi, Kant, “kılavuz kullanmadan kendi aklını kullanma cesaretini göster” diyordu ve eleştirel düşünceyi, kendi kendine düşünmeyi (Selbstdenken) merkeze koyuyordu. Bunun kolay olmadığını bildiği için de “cesaret et”, “kendin düşün” diyordu!
O dönemde hedef, dinin etkisini kırıp aklı öne çıkarmaktı. Akıl, hurafelerden uzak rasyonel düşünce yeteneği demekti ve insanın rasyonel bir varlık olduğuna inanılıyordu.
Kant, toplumların monarşiden ve aristokratların tahakkümünden kurtularak cumhuriyet rejimlerinin kurulması savunuyordu ve cumhuriyetçi devletler kendi aralarında kuracakları ilişkileri federal ilkeye, yani egemenlik paylaşımına dayandırmak suretiyle insanlığı kalıcı barışa kavuşturabileceklerini ileri sürüyordu. Kant’tan önce Voltair ve diğer Fransız Aydınlanmacıları da Hristiyanlığı ve geleneksel toplumu eleştirip aklı ön plana çıkarıyorlardı.
Monarşileri hedef alan Aydınlanma düşüncesi, birbiriyle bağlantılı üç “baba” figürüne dayanan ataerkil yapıyı sorguluyordu. Aile Babası, Devletin Babası Kral ve “Babaların Babası Tanrı’nın” otoritesinin sekülerleşen/dünyevileşen modern dünyada yeri yoktu. Aydınlanma, her şeye hakim Tanrı’nın varlığı sorgulanırken, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcilerinin siyasi varlığına da son verilmesini ve egemenliğin kraldan alınarak halka devredilmesini savunuyordu. Siyasi ataerkilliğe karşı ciddi eleştiriler getiren John Locke, “neden bir insan büyük kardeşinin yönetimine tabi olsun ki,” diye soruyordu ve “insanlar nasıl bir yönetim istediklerine kendileri karar vermelidir” diyordu. John Locke siyasi ataerkil yapının yerine insanların özgür iradeleriyle oluşturacakları bir yönetim biçimini savunuyordu. Immanuel Kant da “tebaasını iradesiz çocuklar gibi pasif davranmaya zorlayan baba-hükümetin düşünülebilecek en büyük despotizm” olduğunu ileri söylüyordu. Fransız İhtilali ile birlikte sonunda siyasi ataerkil yapı yıkıldı ve onun yerine “kardeşliğe” dayalı cumhuriyet düzeni kuruldu ve Aydınlanmanı fikirleri dünyaya yayılmaya başladı.
Bu süreç, kapitalizmin ortaya çıkışından bağımsız değildi ve dönem, kapitalizm ile liberalizmin yollarının kesiştiği bir dönemdi. Çünkü, serbest piyasa, bireysel özgürlüklere ihtiyaç duyuyordu. Devlet ise kralların, aristokratların ve feodal beylerin elinden burjuvaziye geçiyordu. Nitekim, Marks ve Engels Komünist Manifesto’da şöyle diyorlardı: “Burjuvazi, üstün geldiği her yerde tüm feodal, ataerkil, pastoral ilişkilere son verdi. (...) Dinsel şevki, dar kafalı duygusallığı, bencil hesapların buzlu suyunda boğdu. Özgürlüğü, Serbest Ticaret olarak adlandırdı.”







