1. YAZARLAR

  2. Hasan Yıkıcı

  3. Devlet Irkçılığı ve Biyopolitik Sınır
Hasan Yıkıcı

Hasan Yıkıcı

Devlet Irkçılığı ve Biyopolitik Sınır

A+A-

Michel Foucault bugün yaşasa ve Kıbrıs’ın güneyindeki Lefkoşa boyunca çekilen tel örgülere şahit olsaydı, muhtemelen bunu yazılarına konu alır ve 21.yy’da devlet ırkçılığı pratiklerine örnek olarak gösterirdi.

Foucault biyopolitika çalışmalarında, devletlerin topraklarını belirleyen sınırının yanında, ayrıca nüfusları ayıran ve kapayan sınırlardan da bahseder. Buna da biyopolitik sınır olarak tanımlar. Buna göre biyopolitik sınır, içerdekiler ve dışarıdakiler ayrımına dayanır. İçerdekilerin hayatta kalması veya yönetilmesi için bir tehdit ve tehlike odağı haline dönüştürülen dışarıdakilerin uzak tutulması, engellenmesi gerekmektedir. Bu hem karasal sınırların dışındaki ‘dışarıdakilere’ hem de ulusal sınırlar içerisindeki ‘ötekilere’ uygulanan bir dışlama ve yeniden kapama politikasıdır. Biyopolitikanın temel işlevlerinden biri olan iktidarın kendisini var ettiği nüfusu hayatta tutuma gayreti, tüm tehdit ve risk taşıyan faktörlerin dışlanması veya kapatılması vesilesiyle işler.

Yine Foucault buna “biyopolitika ile ölüm politikası arasındaki sınır” der. Eğer meseleyi önümüzde duran örneğe odaklanarak ifade edecek olursak -ki güneydeki yetkili isimler de bunu pişkince ifade etmiştir- Lefkoşa’da çekilen teller bir kara parçasının hudutlarını belirlemekten ziyade, dışarıdakiler olarak tanımlanan ve içerisi için risk faktörü statüsündeki mültecilerin geçişini engellemeye yönelik tamamen biyopolitik bir sınırdır. Foucault bu durumu, özen gösterilen nüfusun biyoiktidar vasıtasıyla dış tehditlerden, dışarısından ayrıştırması olarak açıklar. Ve buna da hiç çekinmeden ‘devlet ırkçılığı’ der.

***

Biyopolitik sınırın karasal sınırdan en büyük farkı, onun karasal sınırın kapsamının ötesine taşmasıdır. Ayrıştırmanın hedefinde bir toprak veya başka bir devlet yoktur. Biyopolitik sınırın kapsamı sürekli hareket halinde olan, bir yere kök salmamış, kat ettikleri toprak parçaları üzerinde yaşayan nüfusa da dahil olmadan fakat geride bıraktıkları nüfustan da kopmaksızın hareket halinde olan mültecilere kadar uzanır.

Biyopolitik sınır elbette karasal sınırları pekiştiren bir işleve sahiptir. Fakat bunun ötesinde, karasalın boyutlarını aşarak, hareket eden, göçen veya kaçan güvencesiz bedenlerin bedenlerine kadar uzanır. Biyopolitik sınırın amacı devletleri veya toprakları ayırmak değil, dışarısının da dışarısı olarak tanımladıkları nüfusları ve zulümden kaçan hareket halindeki bedenleri dışlamak, içeriye almamaktır. Biyopolitik sınırın bir başka özelliği de “ırk” üzerinden anlam bulmasıdır. İçerdeki “ırkı” dışarıdaki ‘tehlikeli’ ve ‘riskli’ ırktan korumak, sakınmak motivasyonu ile işler.

***

Bundan dolayı 21.’yyda “devlet ırkçılığı” yeniden güçlenen ulus devletlerin şaşmaz bir pusulası haline geldi. Devletler içerdiği nüfusları hayatta tutmak ve iktidarlarını tesis etmek için biyopolitik yöntemlere başvururken, hem içerdeki hem de dışarıdaki tehdit unsuru olan odaklara dair ise “ölüm-politikası” devreye sokulmaktadır. İktidarın soy kütüğü hâlâ “Biz” ve “Onlar” ayrımı üzerinden şekil alıyor. “Biz” yaşatılması gerekenler iken, “onlar” biyoiktidarın alanında yaşama tehdit olarak algılanıp yaşam hakları tanınmayanlar.

***

Biyoiktidar sınır sadece dışarısına değil, aynı zamanda içerisindeki ‘ötekileri’ de dışlayarak işlevsellik sağlar. Örneğin sınırı aşan bir mültecinin sınır dışı edilmesiyle, bugün yine Kıbrıs’ın güneyinde bir Eurovisiyon şarkısı üzerinden kilise tarafından yükseltilen ‘bizim kültürümüze uygun değil’ söylemi aynı ideolojik bağlamdan beslenmekte. Bir tarafta dışlayarak ölüme bırakma politikası diğer tarafta içerisine dair kurulan iktidarın dayandığı yöntem olan biyoiktidar. Ne kadar üzücüdür ki AKEL veya başka muhalif kesimler, Lefkoşa’ya çekilen telleri eleştirirken bu durumu Türkiye’nin ekmeğine yağ sürmek olarak değerlendirebiliyorlar. Onların da dayanağı yine ulus devletin sınırları içerisinde, o sınırların dayattığı politik alanda söz söylemeden öteye geçemiyor. Halbuki görünür veya görünmez olan tüm bu sınırlar özgürlüklerin üzerine çöken ve pandemi sürecinde de pekişen otoriterleşme eğilimlerinin ve kapatılma rejimlerinin dip dalgalarının uğultusudur. Mülteci meselesi de ulusal sınırları kapayarak değil, ulus algısını aşan yaklaşımlarla çözülebilir.

***

Bu uğultu ile yüzleşebilmek ve hesaplaşabilmek için yüzümüzü tabanda oluşan huzursuzluk fokurtularına dönmeliyiz. Devletler ve biyoiktidar yönetimselliği istediği kadar basınç uygulamaya kalksın, fokurdayan karşı basıncı mutlak suretle kapatılmış tutamaz. Geçtiğimiz haftalarda polis şiddetine karşı sokaklara çıkan on binlerce Kıbrıslı Rum, otoriterleşme dalgasına karşı bir özgürleşme dalgası potansiyeli taşımakta. Kıbrıs’ın kuzeyinde de gittikçe otoriterleşen Kıbrıs Cumhuriyeti uygulamalarına bakarak değil, aşağıdan kabaran fokurtularla temas ederek ada genelinde özgürleşme yolları oluşturabiliriz ancak. Görme biçimimizi iktidarların ve devletlerin bakışından uzaklaştırıp özgürleşme isteyen bedenlerin bakışıyla kaynaştırabildiğimiz ölçüde içinden çıkılmaz gibi gözüken uğultulu ablukaları da dağıtabileceğiz.

 

 

Bu yazı toplam 1606 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar