1. YAZARLAR

  2. Hamit Caner

  3. “Ben Ölünce Çocuğuma Kim Bakacak?”: KKTC’nin 42’nci Yılında Cevaplanamayan Bir Soru
Hamit Caner

Hamit Caner

Kumda Bir Balık

“Ben Ölünce Çocuğuma Kim Bakacak?”: KKTC’nin 42’nci Yılında Cevaplanamayan Bir Soru

A+A-

Bir annenin içten sorusu, bir toplumun dönüşümüne ilham olabilir: “Ben öldüğümde çocuğuma kim bakacak?” Bu yazı, dayanışmanın ve umutla kurulan yarınların izini sürüyor.

74 Savaşı’nın üzerinden tam 51 yıl geçti. 20 Temmuz 2025… Bir Lefkoşa sabahı… Temmuz güneşi göz kamaştırıyor; taş duvarlara eşlik eden sınır tanımaz begonviller, olağanüstü bir renk hengâmesi yaratıyor, gölgeler ve ışık kırılmalarıyla rengârenk görüntüler sunuyor. Ortamı saran hanımeli ve yasemin kokusu, Surlariçi sokaklarına güneyden kuzeye, kuzeyden güneye güçlü bir rayiha yayıyor; serçeler cıvıldıyor, yakındaki taş fırından Kıbrıs’ın ikonik çöreği, taptaze pilavunanın dumanı yükseliyor. Gökyüzü masmavi; oysa bir annenin evi yarı karanlık. Perdeler ardına kadar açık, ince ışık çizgileri toz zerreleri arasından süzülüp çocuğun yanağında titrek altın lekeler bırakıyor; yine de içeriye umut girmiyor. Oğlu kahvaltı tabağının başında bir an duruyor, kaşığı havada asılı kalıyor; ardından başını kaldırıp annesinin yüzüne bakıyor. Ne düşündüğünü sezmek mümkün değil. Oysa annenin içinden tek bir cümle geçiyor: “Ben öldüğümde bu çocuğa kim bakacak?”

Bu cümleyi ilk duyduğumda boğazımda bir düğüm oluştu. 13 yaşındaki otizmli çocuk, annesiyle birlikte yaşamın kıyısında, görünmeyen bir uçurumun kenarında yaşıyor. Kimsenin görmediği, çoğu zaman bilmediği, bazen de bilse bile umursamadığı bir gerçeklik bu: Farklı gelişen bireylerin ve onların hayatlarını ayakta tutmaya çalışan ailelerin gerçeği.

Kutlamaların Ardındaki Sessizlik

20 Temmuz’un 51’inci yılı kutlandı. Törenler, nutuklar, marşlar…

Kutlamalarda Sn. Tatar’ın mesajı net: İki devletlilik... Gerekçesi de bunca yıllık barış görüşmelerinden, siyasi eşitliğe dayalı federasyon modeli arayışlarından bir sonuç çıkmaması... Sn. Tatar’ın “Artık, KKTC’nin tanınmasından başka bir gerçek kalmamıştır.” ifadesi Birleşmiş Milletler parametreleri (540, 550) ve en son alınan 2723 numaralı karar adadaki statükoyu “Kıbrıs Cumhuriyeti” bağlamında ele alırken, temelsizdir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Devleti 42’ici kuruluş yılını 15 Kasım 2025’te tamamlayıp 43’üncü yılına girecek. Peki ama bu farklı gelişen bireylerin evlerine KKTC devleti hiç girdi mi? Onların 42 yıllık bu devlette ne kazandığını, ne kaybettiğini soran var mı? 20 Temmuz’un gölgesinde bir yas hali yaşanıyor bu evlerde. Gülmeyen çocuklar, tükenen anneler, sessizleşen babalar var.

Bir veli diyor ki: “Terapiye götürmek için otobüse binsen ters ters bakıyorlar. Toplu taşıma ne çocuğa uygun, ne bana. Hele bazı doktorlar... Hiç konuşmadan raporu yazıyor. Sanki oğlumu değil, bir belgeyi değerlendiriyorlar.” Hastanelerde saatlerce bir rapor almak için sırada bekleten, yorgunu daha da yoran, âdeta cezalandırıcı bir yapı.

Ve sonra ekliyor, utana sıkıla: “Geçen ay bir karar verdim. Terapiden vazgeçtim. Ay sonunu getiremedik.”

Yalnızlık, Yorgunluk ve Görünmezlik

Bu ülkede farklı gelişen bireyler bir istatistik değil, bir hayat. Ama hayatlarının yükü sadece omuzlarında değil, ruhlarında da iz bırakıyor. En çok da annelerin. Babalar çoğu zaman sessiz, çocuklar ise kendi iç dünyalarına çekilmiş. Devletin yokluğu, toplumun önyargısı, maddi çıkmazlar, hepsi aynı evin içinde dolaşıyor. Geceleri bir yastıkta üç kişi uyuyor: Anne, çocuk ve endişe.

Kamusal alanlar hâlâ “herkes” için değil. Bir binanın girişindeki üç basamak, bazen bir hayattan daha ağır geliyor. Okulda alay edilen bir çocuk, parkta yalnız kalan bir anne, hiç konuşmayan ama her şeyi duyan bir baba… Onların ülkesi bizimkinden farklı.

Peki, Ne Yapılmalı?

Bu soruya teknik yanıtlar çok: bütçe, destekli yaşam evleri, erişilebilirlik, bakım verenlere psikolojik destek, istihdam, grup evleri, hizmet ağı... Ama belki önce bu çocukların ismini bilmekle başlamalıyız. Mehmet mesela. Ya da Derya. Ya da Hüseyin. Adlarını unutmadan bir gelecek kurabiliriz. Çünkü adlarını unutursak, onların hayatlarını da kaybederiz.

Bazen diyorum ki, bir gün İskele’nin merkezinde sadece farklı gelişen bireyler ve aileleri için açılmış bir yaşam merkezi olsun. İçinde sadece terapi değil, kahkaha da olsun. Sadece eğitim değil, dans da olsun. Kimsesizlik değil, dayanışma olsun. Onlar yürüdükçe yollar açılsın. Çünkü onlar bu ülkenin “farklısı” değil, kendisidir.

50 Yılda Değilse, Ne Zaman?

Yarım asırlık devlet olmanın anlamı; sadece sınırları korumak değil, o sınırlar içinde kimsenin dışarda kalmadığı bir hayatı mümkün kılmaktır. Farklı gelişen bireyler için bu ülke hâlâ çok ama çok eksik. Onlar bu eksikliğin bedelini her gün ödüyor. Sırf bu sarsıcı sorunsal bile, tek başına iki toplumlu, iki bölgeli ve siyasi eşitliğe dayalı bir federasyona ulaşma çabasını kaçınılmaz kılar. Bu artık insani bir zorunluluk. 50 yıldır bu ülke size hizmet ediyor! Sizin çıkarlarınızı besliyor. Ülkenin her karış toprağı size peşkeş çekiliyor. Bırakın artık birazda topluma hizmet etsin. Yeter...

“Bir ülkenin çağdaşlığı, özel insanlarına verdiği değerle ölçülür.”
Bu söz, gelişmiş toplumlar için bir süs değil, sistemin temelidir.
Küçülen bir dünyada bunu artık herkes görüyor.

Ama biz? Biz hâlâ aynı sorunun etrafında dolanıyoruz:
İki ayrı devlet safsatası, bu insanların yükünü daha ne kadar taşıyabilir?
Taşıyabilir mi? Sanmıyorum.

Bildiklerim net:
Bu ülkenin çağdaş, demokratik ve adil bir sosyal devlete ve hukuk devleti ilkesine ihtiyacı var.
Çünkü gerçekten Kıbrıs’ın kuzeyinde de güneyinde de çağdaş yönetimler, halkın iradesiyle, siyasi eşitliğe dayalı bir federasyon hedefler.
Ve bunu başarır.
Barışı tesis eder.
Sn. Tatar’a da, Sn. Christodoulides’e de rağmen, yangınları birlikte söndürür.

Bu ülkenin onurlu geçmişi,
Asaf Şenol’un, demokrasi şehitlerinin ve sessizce mücadele edip aramızdan ayrılmış nice yurtseverin hatırası, gözleri arkada kalmadan bu mücadelede yaşayacak.

Ve evet, bu düzeni tıkayan siz, patronaj sisteminin “kırk haramileri”, gideceksiniz.
Bu halkın yakasından düşeceksiniz.

Çünkü o annenin sorusu, sadece kişisel bir korku değil;
Bir toplumun insanlığını sınayan bir sorudur:

“Ben öldüğümde bu çocuğa kim bakacak?”

Ve o sorunun cevabı, ne törende, ne nutukta.
O cevap, o evlerde, o gözlerde, o çocukların geleceğinde yatıyor.

Bu yazı toplam 2432 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar