1. YAZARLAR

  2. Dilek Karaaziz Şener

  3. Bana Sayfanı Göster, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim!
Dilek Karaaziz Şener

Dilek Karaaziz Şener

Bana Sayfanı Göster, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim!

A+A-


Günümüz insanı, sosyal medya aracılığıyla hem birbiri hem de dünya gündemi hakkında ne çok şey biliyor. Tabi buna “bilmek” veya “bilgi sahibi olmak” denilirse! Sayfalar arasında kaybolan, hayatını ona göre programlayıp, hareket eden, “iletişim çağını yaşıyoruz” kolaycılığı arkasına saklanan koca bir güruh haline dönüştük.

Sanırım bu gerçeği hepimiz kanıksadık ki ‘paylaşım’ denilen o cazibe merkezinin çekiciliğinden kaçamıyoruz.
Tuhaf olan şu ki, pek çok şey bildiğimizi sanırken, gizemlerin ve sırların hatta özele dair ara satırların içinde “kaybolma hastalığı”na yakalandığımızın bile farkında değiliz.

(Satırları yazarken, düşündüm: acaba bu cümleleri sosyal medya sayfasına yazsam kaç “Like” eder? diye)
“Sosyal medya iktidarı ve bilgisi”  ile gerçek yaşam arasındaki yaman çelişki daha birçok soruyu tetikleyecek zihnimizde!

Tabi ki düşünmeyi, soru sormayı ve de üretilen cümleleri tartışmayı becerebilirsek!

Evet, bu bir “postmodern insan” hastalığı! “Kim, kiminle, nerede, nasıl, ne yapıyor?” sorularına prangalanmış, gönüllü kölelerin hayal diyarından bir kesit, sosyal medya bağımlılığı! Öylesine büyük ve bağımlı bir hayal dünyası ki, gerçek yaşamdaki karşılaşmalarda birbirini görmezden gelip, ‘merhabalaşmayı’ bile unutan tuhaf topluluklara evirildik!

Hâlbuki az önce herkes herkese “Günaydın!” diyordu sanal sayfalarda!

***

Bilmediğim bir alanda söz söylemek ve de özellikle yazı yazmaktan çekiniyorum. Fakat gelin görün ki yaşam alanınızda öylesine sarılmış, çevrilmiş ve istila edilmiş durumdasınız ki, birkaç kelam etmeden duramayacağımı anladım.

Neyle sarılmış veya çevrelenmiştim? Elinde telefonla, tabletle her an karşıma çıkan tanıdığım, tanımadığım binlerce insanla… Otobüse veya dolmuşa biniyorsunuz herkesin elinde telefon… Yemeğe gidiyorsunuz, yine ellerinde telefonla etrafına sadece göz ucuyla, bazen de hiç bakmayan insanlar… Yolda yürüyorsunuz, elindeki telefona bakarken size çarpıp geçen yüzlerce insan… Durakta telefon, alışveriş kuyruğunda telefon, sokakta telefon, parkta telefon ve sonrasında yürüyüşte, sporda telefon derken, elinizde tuttuğunuz kitapla, “acaba çağa ayak uydurmakta demode mi kaldım”, sorusuyla yüzleşiyorsunuz. İnadına toplu taşım araçlarında ne kadar yorgun olsam da kitap okuyorum. Akıllı telefona karşı bilinçaltımın başlattığı bu mücadeleyi kazanabilir miyim?  Peki, bir başka soru: kendimin de sosyal medya çarkının dişlileri arasında olduğunu düşünerek, “aşırı dozda internet”ten korunmanın yollarını bulabilir miyim? 

En azından yılbaşında sevdiklerime küçük kartlar yazarak, bazen de bu kartları küçücük bir kitaba dönüştürerek, kendimi korumaya almaya çalışıyorum. Fakat gelin görün ki, göçte geçen özlemlere yenilip, bazen telefonu çok kullanma çılgınlığına kapılma, kaçınılmaz hale geliyor. Özlemle, bir ses, bir soluk duyma, duyabilme yürek sancısıyla, eliniz en yakın hissettiklerinizin numarasını gayriihtiyarî bir davranışla çeviriyor. Tüm bunlardan bir çıkarım yapmak gerekirse: Özlediğiniz sesten aldığınız enerji, sevgi, özlem ve varlığının gücü yükleniyor içinize… Her an sanal çöp kutularına “delete” edilen yüzlerce kutlama mesajı, tuhaf SMS yığını yerine, kim istemez ki, en azından özel günlerde, bir dosttan gelen kartı veya kitabı saklamayı, özledikçe sesini duyabilmeyi? Somut olan her şey saklanıyor öyle değil mi?

Peki, ya sanal olanlar? Hepsi çöp kutusuna gitmeyi bekliyorlar!

Demem şu ki:  zaman geçtikçe ne sanala yazdıklarınız, ne de “günlük çığırtkan bağırışlarınız” kalıyor sayfalar arasında…

Bilgisayarın karşısına oturduğu, eline “akıllı telefonu” aldığı andan itibaren herkesin yaşama dair “gerçeklik” felsefesi “aşırı dozda kullanım”a dayalı olarak göçüyor.

Yeni okuduğum bir yazıdan küçük bir alıntı yapmak ve sonrasında doğru olanı seçmeyi sizlere bırakıyorum: “Her ne kadar internetin hayatımızı kolaylaştıran yanı, bize yüzünü daha fazla gösterse de, her şeyde olduğu gibi internetin de fazlası bazı bünyelerde ters etki yaratabiliyor. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde, 22 yaşındaki bir Çinli, internet bağımlılığından kurtulmak için polisi arayarak yardım istedi. Hayatının son 6 yılını bir ‘internet cafe’de geçiren genç, sorunuyla baş edemeyince polisi arayarak; ‘Kendimi kontrol edemiyorum. Beni birkaç aylığına hapse atın’ dedi”.

Kulağa şaka gibi gelse de “internet bağımlılığı”, kullanım alanını genişleten “akıllı telefonlar” ile zirve seviyesine ulaşmış durumda.

***

“Gerçek ve Gerçeklik” nerede?

Sanal dünyanın “aşırılığı” tarafından güçlü bir bombardıman altındayız. En azından kendimi ve çocuğumu böylesi bir bombardımana karşı, nasıl korumam gerektiği bilincini geliştirmeye çalışıyorum son zamanlarda…
Şunu biliyorum ki, internet yaşadığımız çağın dili… Bir şekilde dünyanın değişim hızında yer alarak hepimizin evlerini ve yaşamını istila etmiş durumda…

Eskiden çocuğumuz için ıspanak yemenin ne kadar yararlı olduğunu anlatan çizgi filmler vardı. Temel Reis zorda kalan Safinaz’ı bir kutu ıspanak konservesi (!) ile güçlenerek, yıldırım hızıyla, çarçabuk kurtarıyordu. Tabi ki, bu da bir tartışma konusu: Ispanağın tarladan (göçebelikten), konserve kutusuna (yerleşik hayata) geçişi! Bunu şimdilik bir tarafa bırakırsak, bugün Temel Reis’in “ıspanak gücü”nün nasıl oluyor da “internet gücü”ne dönüştüğünü sorgulayalım. Gölgelerin gücü adına güç bende artık, diyerek; hayatlarımıza saldıran internetin ruhunu anlamaya çalışalım mı?

Hızlı ve hızlı olduğu kadar da yaşlı dünyada daha çok ders çalışması, ödevlerini yapması ve okuması için gerekli ‘malzeme bilgi’nin nasıl depolanıp, hap gibi, çocukların zihinlerine zerk edileceğini bar bar bağıran, internet paketi reklamlarına maruz kalıyoruz. Gelin de şaşmayın şu halimize: ıspanak nere, internet nere!
Nedir bu dünya ahvali ve nereye gidiyor?

***

Haklı olarak 1970 sonrası süreçte, birçok düşünür, dünya ahvali üzerine yazıp-çizerek, doktrinlerini savunmak için sayfalarca yazıya boğulurken, bugünün insanının da erişeceği sonun nereye, nasıl gidebileceği konusunda haklı olarak endişelerini dile getirmişlerdir.

Aşırılığın temel alındığı istikrarsız bir süreçte gelişen tüm durumların sanata yansıdığını da unutmayalım. 1960 gibi erken bir tarihte bir takım sanatçılar ve yazarlar “istikrarsız” düzene karşıt tavırlarıyla, dünyanın söz konusu halinin nedenini araştırmaya başlamışlardır.

Robert Rauschenberg 1950’li yıllarda gerçekleştirdiği buluntu ve boyanmış unsurların asemblajları ve 1960’lardaki foto elek baskı resimleriyle, sürekli olarak değişen, gelişigüzel algı bitiştirmelerini kendi merkezine taşır. Sanatçının açıklaması aynen şöyledir: “Televizyon setleri ve dergiler tarafından, dünyanın aşırılığı tarafından bombardımana tutulmuştum.”  Rauschenberg, dürüst bir çalışmanın tüm unsurları içermesi gerektiğini düşünerek tüm bunların “gerçeklik” olduğunu savunmuştur. Kendi aktiviteleri sırasında birdenbire ortaya çıkan objeleri ve düşünceleri kullanmak istemiştir. Sanatçının Dante’nin Cehennem’i (Inferno) için çizimlerinin her bir detayı, “tutarlı bir dünya ikonografisi”ni ortaya koyma arzusunun göstergesidir.

Her yapıtıyla, “dinlemek ve görmek zaman içinde gerçekleşir”i duyumsatan Rauschenberg’in bugünkü insan modelindeki saptamalarına hayran oluyorsunuz. Nitekim kendini bir şekilde içinden çıkılmaz girdapların pençesine, tıplı Çinli genç örneğinde olduğu gibi, dolayan günümüz insanının işi oldukça zor gibi görünüyor. Adına hız, iletişim çağı, bilginin yayılması, bilgi kaynağı falan filan gibi birçok klişe tanıma, buna karşılık “tanımsızlık” gerçeğine dayayan günümüz dünyasında, insanoğlu, ne dinliyor ne de görüyor, görebiliyor, sadece ve sadece “takipçi” oluyor. Ve de “beylik bir cümle” türetiyor: “takip edeni, ederim!”

Tek kelimeyle: Şahane(!)

***

İyi, mutlu ve güzel bir Pazar günü, dileğiyle!

 

Bu yazı toplam 2247 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar