Antalya’da edebiyat günleri
Antalya’da şahane bir deniz manzarası karşısında yazmaya çalışıyorum bu haftaki yazımı. Muratpaşa Belediyesi’nin düzenlediği 10. Edebiyat Günleri’nin konuğuyum. Program oldukça yoğun. Bizi etkinlik alanına götürecek otobüsü beklerken bu haftaki yazımı yazamamanın suçluluk duygusuyla kıvranıyordum ki arkadaşlar bir köşeye geç, yaz dediler. Epey yoğun bir gün olacak benim için. Ahmet Telli’nin moderatörlüğünde Tuğrul Keskin ve Yunus Koray ile şiirlerimi okuyacağım bir etkinlikteyim öğleden sonra, bu geceki yemekte de festivalin ana teması edebiyat nereye üzerine tematik bir konuşma yapmam gerekiyor. Bu konuşmayı paylaşmış olayım bu hafta sizlerle.
“Değişim öylesine hızlı, eskime hızı öylesine yüksek ki bununla başa çıkabilecek tek alan edebiyat gibi görünüyor. Geçenlerde Heinrich Kleist’in Michael Kohlhaas adlı novellasından sahneye uyarlanan bir oyun izledim. 19. Yüzyıl başlarında kaleme alınmış bu kadar eski bir metin günümüzdeki adalet, intikam sarmalı oluşumu ve çatışmaların tırmanışı konusunu aydınlatacak nitelikteydi. Pek çok kadim edebiyat metni de öyle değil mi? Kleist’in bir şair olduğunu da unutmamalı.
Oysa edebiyat da bu yapaylıklar çağından nasibini alıyor. Popüler edebiyatın, hegemonya kuruşunu kederle izliyoruz.
Romanda artık öne çıkanın gazeteci yazarlık diye nitelenebilecek bir yazma biçimi olduğunu görüyorum. Yaratıcı Yazarlık kurslarında formülü sunulan bir roman yazarlığı biçimi bu. Anlatılacak hikâyeye dair veriler toplanır önce, sonra sürükleyici anlatı oluşturulur. Çözülmesi gereken bazı düğümler vardır, okur merak içinde bırakılır ve gizemler yavaş yavaş aydınlanır. Karakterler incelikle işlenir ve aralarındaki iletişim belirlenir. Yapay Zekâya da verilebilecek bir formüldür artık bu. Formülü bilmek yetmez elbette belli bir yazma yeteneği, cilveli bir dil, hafiften şiirsellik ve sözcük hakimiyeti de önemlidir. Son dokunuşu editörler yapar. Ardından tanıtım gelir. Romancının karizması, güzelliği ya da yakışıklılığı da önemli faktörlerdir. Panolara, dergi sayfalarına yakışmalı, özel hayatıyla da göz doldurmalıdır. Satışta bile hile yapıldığı görülmüştür. Epey varlıklı bir yazar adayı romanlarının tümünü satın alarak bir anda çok satanlar listesine girmiş ve listenin cazibesiyle gerçek bir satış ivmesi yakalayabilmiştir. Popüler şarkılar gibi popüler edebiyatın da kalıcılığa ulaşabilecek tür içinde başarılı örnekleri vardır elbette.
Çok iyi bir popüler roman bir Çağan Irmak filmi gibidir. Kurgusu özenle yapılmıştır, bizi içine çeker, bir yerde mutlaka ağlatır, karakterler ve sahneler kafamıza kazınır. Her şey kusursuzluk ve yerli yerindelik hissi verir. Eksik olan bağımsız sinemanın büyüsüne, çığır açan kalıcılığına, akademiye malzeme olan derinliğine ulaşmayan nedir peki? Yüzeyde kalmaktır bana göre. Senaryoya katılan şeker, romantize ve idealize edilmiş hayattır. Gerçek oradadır elbette ama çıplak değildir ve imgeyle anlatılanın katmanlarından yoksundur. Bizi büyüleyen bazı filmlerdeki gibi yeryüzünde daha önce hiç kimsenin anlatmadığı bir şeyi hiç kimsenin anlatmadığı bir biçimde anlatmış değildir. Bu filmlerdeki çarpıcı gerçek belki de anlatılmamış sezdirilmiştir yalnızca. İzleyiciye bırakılan sonsuz bir alan vardır. Yönetmen akıl ve kurnazlıktan çok sanatsal bir sezgiyle hareket etmiştir. Bu sezginin arka planında ise derin bir felsefi buluş, deneyimle oluşmuş bir kavrayış dağarcığı, insanlık durumuna, yeryüzü hallerine dair çarpıcı bir gerçek vardır. Tanıdık gelir bir yerden, tam adlandıramayız ama içimizi burkar. Hepimizin bildiği ama dile ya da görüntüye dönüştüremediği bir şeydir bu. Üzerinde uzun uzun konuşulabilir bazı sahnelerin ve her seferinde başka bir yere çıkılır. Hikâye örgüsü o kadar da önemli değildir. Hikayeler içinde bir hikayedir sonuçta ama öyle bir sahne ya da sahneler vardır ki tam da bu işte dedirtir bize. Bazen sadece filmin atmosferidir bizi sarsan, gizlice yapılmış mitolojik göndermeler, ruhumuzla buluşan referanslardır. Kalbin karanlık noktasına yapılmış bir gönderme altüst eder bizi
Has romancılar da öyledir. Romana dair, dünyaya dair algımızı yeniden yaratırlar. Bir formülün içini doldurmak değildir yaptıkları, kendi sihirli formüllerini yaratmışlar, dünya edebiyat mirasının bir üstüne çıkmışlardır. Yepyeni bir tarz, benzersiz bir üsluptur onlarınki. Ne yazık ki gölgede kalmış durumda böyle yazarlar. Fast food gibi fast literatür var artık. Her gün daha farklısı, daha iştah açısı üretilse de sadece tüketimi çoğaltmak buradaki amaç.
Geçmişteki edebiyatçıların asaleti, dünyayı sarsan cesareti, felsefi derinliği ve etik devrimi yok oluşa doğru gidiyor. Masumiyetin sözcüsü edebiyat da barbar sistemin dişlileri arasında.
Günümüzde şiirin eski prestijini kaybettiğini, büyülü ve yüksek anlamlarını yitirdiğini söyleyenler olsa da buna pek katılamıyorum. Romanın, şiir karşısında bir yükselişe geçtiğinden söz ediliyor ki bu bir anlamda doğru. Romancının şairden daha fazla ilgi gördüğü ise ortada... Ana değerler, para, ün, refah, görünürlük ve kolay tüketilirlik çünkü...
Romancıların tümü olmasa da küçük bir bölümü, yazı sayesinde buna kavuşma şansına sahip. Şiir kapitalist dolaşım ağları içinde ticari değersizliğinden ötürü şansını yitiriyor. Ama bu şiir için iyi bir şey. Böylelikle kendi soyluluğunu ve aykırılığını koruyabiliyor. Şiir geçmişte de olduğu gibi yeri başka hiçbir şeyle doldurulamayacak bir rol taşımaya devam ediyor.
Şiir sözcüklerin ve düşüncenin sınırlarını genişleterek, insana ve dünyaya dair başka hiçbir araçla ulaşılamayacak saptamalarda bulunabiliyor ve pek çok farklı disipline esin oluşturuyor. Şairler pek çok yere başka disiplinler ulaşmadan ulaşıyorlar. Freud da bir zamanlar “Nereye gitsem benden önce bir şairin oraya gitmiş olduğunu görüyorum” dememiş miydi? Şair politikacının, antropoloğun, psikanalistin, fizikçinin ve diğerlerinin henüz saptayamadıklarının önünü açabilmiştir çoğu zaman. Sözcüklerin etkin kullanımı ve sezgiyle düşüncenin sınırlarını genişletebilmiştir.
Şiirin bir toplumun ruh haline, bilinçaltına, hayatı kavrayışına dair bize söylediğini başka bir şeyin söyleyebileceğini pek düşünemiyorum.
Şiir şairini olduğu gibi toplumunu da çıplaklaştıran bir şey. Şairlerin dolaşıma verdikleri yeni imgeler ve sözcükler bazen paradigmayı şiddetle sarsabiliyor. Şiir bazen toplumu afallatıyor ve düşüncede nitel bir sıçramaya neden olabiliyor.
Dünya bilinmez, öngörülmez bir geleceğe doğru yürürken kendi küçük dünyalarımız, konforlu alanlarımız, elde edilmiş küçük hazlarımız içinde bir korunak bulmamız mümkün değil. Başımıza her an her şey gelebilir çünkü. Hiç kimsenin dokunulmazlığı yok.
Sorumluluk ve kahramanlık alanları ise kendimizi parlatmamız değil dünyanın acısına bir miktar dokunabilmek için önemli. Kendisini parlatmak için meydana çıkanlar bir biçimde belli ediyor rengini. Kalbini koymuş olan kendi pırıltısı peşinde olandan ayırt edilebiliyor bir süre sonra.
İyiliğin, güzelliğin tarafındaysak iyi ve güzel olabilmeli ifade biçimimiz de. Bizim yanımızda durmaktan tereddüt edenler bizi doğru anlamadıkları için uzaktadırlar belki de. Bazen bir doğruluk fısıltısı bağıran bir sesten daha etkilidir. Unutmamalı bunu.
Susuz bırakılmış, bakılmamış, solmuş bahçeler gibidir bazı insanlar ve ülkeler. Yeniden yeşerebilecekleri günler için bir bahçıvanı beklerler. Yağmurlar yağar, güneşler açar, dolu dalları kırar bazen. Kökler sağlamsa dayanır bazı ağaçlar.
İşte şairler ve yazarlar bu bahçıvanlardır. Bu günlerde en çok da şairler ve yazarların dokunuşuna, yangın yerine dönmüş dünyayı iyileştirecek bir edebiyat devrimine ihtiyacımız var.”











