1. YAZARLAR

  2. Ertuğrul Senova

  3. Açık hava hapishanesinde bir ‘umut’ solosu
Ertuğrul Senova

Ertuğrul Senova

Gazeteci

Açık hava hapishanesinde bir ‘umut’ solosu

A+A-

Yazarın notu: Bu satırları okurken, YouTube’da bulabileceğiniz“David Gilmour - Comfortably Numb Live in Pompeii” eşliğinde okumanızı öneriyorum. Bazı hikâyeler, sadece bir gitar solosuyla tamamlanır.

Bazı insanlar bir yere sıkışmazlar.
Bir zamana, bir yargıya, bir kimliğe...
Onlar, sıkıştıkları şeyin adını koymazlar.
Sadece yaşarlar.
Ve bir gün bir köşede, mesela bir sınırın kıyısında karşınıza çıkarlar.

Onunla ile ilk kez, rüzgârın bile duvarlara çarpmaktan yorulduğu bir noktada tanıştım.
Adını hemen söylemedi.
Gözleri önce konuştu.
Sanki her baktığı yerde bir tel örgü vardı.

Adı Noé.
Yaşadığı yerin adı yok.
Ama bildiğin, tanıdığın bir yer gibi.
Bir yarımada.
Yarısı senden alınmış gibi.
Ve geri almak istesen bile yasak.

O gün bana uzun uzun susarak konuştu.
En sonunda fısıldadı:

“Bir kıyafet verdiler bana.
Kalın, sert, bana ait olmayan bir kumaştı.
Giy dediler.
İtaat etmeden, özgürlük yok dediler. 
Öte yarıya yürüyebilmek için.
Denizin ötesine çıkmak için.
Ama ben giymedim.
Çünkü benim tenim, o kumaşı reddetti.
Çünkü bu beden, yalnızca kendisi gibi giyinmek istiyor.”

Şiddetle değil, hakikatle direnen bir insanın sesi, en kararlı otoriteyi bile sarsabilir.
Noé direndi.
Ama hakikat onun eline kelepçe olarak döndü.

Altı yıldır bu açık hava hapishanesinde yaşıyor.
Öyle dedi: “Açık hava hapishanesi.”
Hükmü olmayan, ama serbest bırakılmayan bir tutsak gibi.
Güneşin altına çıkabiliyor belki,
ama gölgesi hep rejimin duvarına çarpıyor.
Barikatın hemen yanında oturuyor ama adım atamıyor.
Birkaç adım ötede yurdunun diğer yarısı nefes alıyor,
ama yalnızca bakabiliyor.
Uzaktan.

Yutkunarak.

Onu durduran, sadece bir sınır değil.
Ona biçilen tek tip kumaş.
Kimliksiz, kokusuz, soğuk.
O ise dokunduğu her şeyi hissetmek isteyen bir insan.

“Ben ne yaptım?” diye sormuyor Noé.
Çünkü biliyor:
Suç işlemedi.
Sadece diz çökmedi.
Sadece başını eğmedi.
Sadece, tenini dinledi.
Ve sadece, insan kalmak istedi.

Yıllardır kaçağın tanımı gibi yaşıyor.
Açık hava hapishanesinden çıkamıyor.

“Biliyor musun” dedi bana bir gün,
“Ben bu yurt kadarım.
Ama bu yurdun tamamı değilim.
Çünkü bana sadece yarısını veriyorlar.
Ve ben o diğer yarısında ne var, unutmak üzereyim...
Orada sabah nasıl doğuyordu,
akşamları martılar hangi yöne uçardı, unutuyorum.
Oraya yürümek istiyorum.
Sessizce, uzun uzun...”

Altı yıldır yürümüyor.

Uyuşuk adımlarla dolaşan bir kâbusun içinde yaşıyor.
Yürümek, “teslim olmak” gibi.
Yürümek, “giydim” demek olabilir.
Bu yüzden sokaklar ona ait değil artık.
Saklanmıyor ama görünmüyor.
Konuşmuyor ama susmuyor da.
Don Kişot gibi yeldeğirmenlerine karşı savaşıyor.
Kimi zaman saçma, kimi zaman yalnız… ama her zaman ‘kendince’ onurlu.

Bir gün, duvarın dibindeki toprakta otururken sordum ona:
“Bir gün özgürlüğüne kavuşsan, yapacağın ilk şey ne olurdu?”

Gözlerini kaçırmadı bu kez.
Bir süre düşündü. Sonra, neredeyse fısıltıyla söyledi:

“David Gilmour ölmeden, dünyanın neresinde olursa olsun bir konserine gitmek.
Eğer şanslıysam... Comfortably Numb’ı canlı dinlemek.
Bu, mevcut şartlarımda dünyanın en büyük lüksü. En imkânsız şeyi.
Ama bu solo... o an...
Biliyor musun, ilk dinlediğimde fiziksel bir acıyı dindirmişti sanki.
Şarkının başında söylüyor ya:
‘Acını hafifletebilirim. Seni yeniden ayağa kaldırabilirim.’
Benim için o cümle sadece bir söz değil.
Bir çağrı gibi.
Bir yaşam sebebi gibi…”

Sonra sesini alçaltarak mırıldandı:

Come on now
I hear you're feeling down
Well, I can ease your pain
Get you on your feet again...

Dizeleri birer ilaç gibi söyledi.
Kendi hücresine, kendi içinden bir müzik çaldı.
Devam etti:

“Ve sözlerin ardından Gilmour, gitarı duyguya boğuyor…

O solo, yıllardır yürüyemeyen bacaklarıma inat,
hayalin hâlâ bir yerlerde çaldığını hatırlatıyor.
Tıpkı şarkıda dediği gibi:
‘There is no pain, you are receding…’
Belki yok oluyorum. Belki kıyıdan siliniyorum.
Ama o solo oldukça, içimde kalan son kıvılcım sönmeyecek.
Geri dönmesem de, bir gün anlatamasam da…
İçimde hâlâ yankılanan bir parça var.
O parça sayesinde hâlâ hayal edebiliyorum.
Ve hayal ettiğim sürece, hâlâ insanım.”

Noé’nin hikâyesi bir tek kişilik trajedi değil.
Çok insanın dilinden alınmış bir suskunluk.
“Beden, iktidarın ilk hedefidir.”
Ve Noé'nin bedeni artık bir belge, bir dosya, bir kayıt numarası.

Ama ruhu?
İşte o hâlâ yürüyor.
Sınırların izin vermediği her yerde, ruhu dolaşıyor.
Sokağa çıkamasa da içinden geçiyor şehir.
Konser salonlarına gidemese de, zihninde o sahne kuruluyor.
Ve David Gilmour’un gitarı, her seferinde başka bir yerini sızlatıyor ya da umut oluyor.

Belki bir gün, bu satırları okuyan birileri olur.
Belki Noé yürümeye başlar.
Ve belki o gün, o soloyu canlı duyar.

Ama şimdilik, o sadece bekliyor.
Uçurumun kenarında değil, bir adım gerisinde.
Kıyıda.
O meşhur “parıltıyı” gören çocuk gibi.
Uzanıyor, ama tutamıyor.

“Çocukken
Gözümün ucuyla bir parıltı yakaladım
Dönüp baktım ama kaybolmuştu
Şimdi ne olduğunu tarif edemiyorum
Çocuk büyüdü
Hayal yok oldu
Ve ben artık hissizim…”

3521c19c-a1d9-4306-91b0-d21d7b7ff28a.jpg

Bu yazı toplam 1555 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar