1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Acıdan umuda” sergisinden notlar… (1)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Acıdan umuda” sergisinden notlar… (1)

A+A-

Kıbrıs’ta ortak acılarımızdan hareketle ortak bir umut yaratmaya doğru oluşturduğumuz “Acıdan Umuda” başlıklı sergiyi nasıl hazırladık? 11 yıl önce hazırladığımız “Gerçeğin Rengi” başlıklı serginin bir devamı gibi “Acıdan Umuda” sergisi… O sergi sürecinde neler yaşadık? Bu sergi sürecinde rol oynayan neler vardı? Tüm bunları insani bir girişim olarak tümüyle gönüllü biçimde nasıl kotardık? Nelere dikkat ettik? Nasıl çalıştık? Bu sergiye ve öncesine dair notlarımı okurlarımla paylaşmak istiyorum…

Lidra Palas barikatının 200 metre kadar güneyinde bulunan Stelyos Vakfı Merkezi’nde toplanıyoruz 27 Ocak 2025 Pazartesi akşamı saat 18.00’de – “Acıdan Umuda” başlıklı serginin açılışındayız… Sergiyi organize edenler AKEL Yeniden Yakınlaşma Bürosu, İki Toplumlu Kayıp Yakınları ve Savaş Mağdurları örgütü “Birlikte Başarabiliriz” ile “Külütrel Hareket”… Aslında bu, serginin ötesinden bir şey: Toplumlarımızın ortak acılarına birlikte bakmaları, böylece bu topraklarda ortak bir gelecek için birlikte hareket umudunu belki yakalabilecekleri mesajını içeriyor…  Bu serginin hazırlanmasında ben de koordinasyonu üstlenenlerden birisiydim. Bundan önce, “Gerçeğin Rengi” başlıklı sergiyi, çok değerli arkadaşım ressam Nilgün Güney ve onun stüdyosundan amatör ressamlarla birlikte, bazı Kıbrıslırum ve diğer etnik gruplardan ressamları da katarak hazırlamıştık. Sene 2012 idi… Ve “Gerçeğin Rengi”nden de Eda Gökçe ve Aydan Lisaniler’in toplam dört resmi, “Acıdan Umuda” sergimizde de yer alacaktı yıllar sonra… Herkesi çok etkileyen tablolar…

 

“GERÇEĞİN RENGİ…”

“Gerçeğin Rengi” adını vereceğimiz sergi, Kıbrıs’ta bir “ilk” olacaktı… Kıbrıs’ta ilk kez böylesi bir sergi hazırlanıyordu o günlerde… Daha önce hiç yapılmamış birşeyi denemek istiyordum… Ölümün kanıtı olan bir “naaş” olmadığı için yas tutma evresine geçemeyen ve hep bekleyen “kayıp” yakınlarının o uzun ve sonsuz bekleyişini ressamlarımıza göstermek istiyordum. Her iki toplumdan ressamların katıldığı böyle bir çalışma hiç yapılmamıştı o güne kadar. Nilgün Güney arkadaşım hemen kabul etti ve stüdyosuna devam etmekte olan çok değerli amatör ressamlar da büyük bir hevesle bize katıldılar. Kıbrıslırum ressam bulmak zordu – tanıdığımız çeşitli Kıbrıslırum ressamlara çeşitli öneriler yaptık ancak pek azı böyle bir çalışmaya girişme isteği gösterdi… Çünkü bu, zorlu bir süreç olacaktı… Bize katılanlarla tümüyle gönüllü ve yürekten gelen bu çalışmayı kotarmaya giriştik…

 

TÜMÜYLE GÖNÜLLÜ VE İNSANİ BİR ÇALIŞMA…

Öncelikle bütün sanatçılara herhangi bir fon arayışına bilinçli olarak girmeyeceğimizi, “kayıplar” konusunun insani bir konu olduğunu, bu yüzden herkesin kendi masrafını üstlenmesi gerekeceğini ve üretilen eserlerin de satışa çıkarılmayacağını, serginin parayla hiçbir alakası olmayacağını aktardık. Tümü de kendi masrafını kendi cebinden görmeyi kabul etti.

Bir dizi atölye çalışması planladık: Bunların masraflarını da kendi cebimizden ve bize sempati duyan arkadaşlarımızdan su, meyva suyu gibi şeyler getirmelerini isteyerek kotardık. Örneğin Devrimci İşçi Sendikaları Federasyonu DEV-İŞ’in salonunda yaptığımız atölye çalışmalarında öğle yemeklerini ve kahve ile çayları sendika üstlendi.

Bu atölye çalışmalarına “kayıp” yakınlarını davet ettik ve onlar ressamlara ve sanatçılara neler yaşadıklarını, bir “kayıp” yakını olmanın ne manaya gittiğini anlattılar, sorularını yanıtladılar…

 

TOPLU MEZARLARA ZİYARETLER…

Ardından toplu mezarlara ziyaretler gerçekleştirdik. Bunu kendi arabalarımızla ve ayarladığımız ve masraflarını paylaştığımız minibüsle yaptık. Lefkoşa’da Strovulo’daki Parisinos bölgesindeki toplu mezarlar bölgesine gittik hep birlikte. Leymosun girişinde, Bendagomo’daki Ayios Yeorgios Alamanos’ta üç Kıbrıslıtürk’ün öldürülüp gömüldüğü mağaranın bulunduğu bölgeye, Paralimni/Prodaras’ta Veli, Şifa ve Müge Beidoğlu’nun sevgili babaları Ertuğrul Veli’nin bir toplu mezarda başka Kıbrıslıtürkler’le birlikte gömülmüş olduğu yere gittik. Kıbrıs’ın kuzeyinde Palekitire (Balıkesir) toplu mezarının bulunduğu yere ziyaret yaptık – Abohor ve Mora’dan 3-4 Kıbrıslıtürk, burada Suppuris ve Liasi ailelerinden kadınlara tecavüz ettikten sonra ağırlıkla kadınlar ve çocuklardan oluşan 17 kişiyi öldürmüşlerdi… Galatya’daki toplu mezara gittik – burada da bazı Kıbrıslıtürkler, toplam 17 Kıbrıslırum savaş esirini öldürerek iki büyük toplu mezara gömmüşlerdi…  Muratağa-Atlılar-Sandallar toplu mezarlarına ziyaretler yaptık ve ressamlar tüm bu yerlerde “kayıp” yakınlarının anlattıklarını dinlediler, yaşanan kıyımları tüm ayrıntılarıyla öğrendiler…

 

KAYIP YAKINLARININ EVLERİNE ZİYARETLER…

Bununla kalmadık… Ressamlarımızın bir “kayıp” yakınının bekleyişini iyice hissedebilmesi için, “kayıp” yakınlarının evlerine ziyaretler yaptık. Henüz 10 yaşında bir çocukken tüm ailesini Palekitire katliamında kaybeden, kendisi de vurularak öldü diye bırakılan Petros Suppuris’in evine gittik. Suppuris, annesi ve kardeşlerinden geride kalanları küçük birer tabutta alıp defnederken, bu küçük tabutla birlikte verilen beş tane kutuyu hiç açmamıştı o güne kadar. Birer anahtarı vardı bu kutuların ve bu kutularda, toplu mezardan çıkarılan yakınlarının üstünden çıkanlar vardı. Bizim önümüzde bu kutuları teker teker açtı ve içinden çıkanları ressamlar gördü, fotoğrafladı… Petros’un annesi Aredi’nin altın küpeleri vardı bir kutuda, bir zamanlar Kıbrıs’ta moda olan “ful” şeklinde küpelerdi bunlar… Kardeşçiğinin cebinden çıkan oyuncaklar vardı, giysilerin düğmeleri vardı…

Leymosun’da çok değerli arkadaşımız, “Birlikte Başarabiliriz”in kurucularından Hristina Pavlu Solomi Patça’nın sevgili annesi Panayota Hanım’ın evine gittik sonra… Komikebirli Panayota Hanım’ın eşi ve oğlu “kayıp” edilmişti Galatya’da… Evlerinden alınmışlar ve bir daha geri dönmemişlerdi. Panayota Hanım ve Hristina’ya da inanılmaz tacizler yapılmıştı – henüz evlerinde otururken, Kıbrıslıtürkler onların evine “ganimete” gidiyor, çamaşır makinesini ve beğendikleri eşyaları alıp gidiyorlardı. Çalıyorlardı yani... Panayota Hanım, eşini ve oğlunu aramaktan hiç vazgeçmedi… Komikebir’deyken iki bavul hazırlamıştı: Birinde oğlunun giysileri, diğerinde eşinin giysileri vardı… “Geri geldiklerinde bu bavulları alıp gideriz” diye düşünmüştü. Ama eşi ve oğlu hiç geri dönmediler – onlar “kayıp”tı – aslında Galatya göletine götürülmüşler, orada soğukkanlılıkla vurularak diğer Kıbrıslırumlar’la birlikte bir toplu mezara gömülmüşlerdi…

 

KAYIP BİR EŞ VE KAYIP BİR EVLADIN GİYSİLERİYLE DOLU İKİ BAVUL…

1976’da Panayota Hanım, zorla güneye gönderildi – Komikebir’de kalmasına izin verilmiyordu, kadını resmen Karpaz’dan kovmuşlardı… Eşyalarını, eşinin ve oğlunun bavullarını, giysilerini, potinlerini, botlarını, kravatlarını da alıp Leymosun’a gitmişti…

 

DOLAPTAKİ POTİNLER…

Onu ziyaret ettiğimizde Leymosun’daki küçük göçmen evciğinde dolabının kapağını açtı ressamlar için: Dolabın altında sıra sıra potinler, botlar vardı… Bunlar eşinin ve oğlunun potinleriydi. İçlerine gazete doldurmuştu… Zaman zaman çıkarıp fırçalıyor, boyuyor, cilalıyordu bu potinleri ve botları. Döndükleri zaman bozulmamış, pırıl pırıl bulsunlar diye… Askılarda onların giysileri vardı… Duvarda onların fotoğrafları asılıydı… Hazırlamış olduğu iki bavulu da açtı ve ressamlara gösterdi… Bavulda oğlunun okul üniforması, pijamaları vardı… Pantolonları, gömlekleri… Tüm bunları ressamlarımız fotoğrafladı…

 

ERTUĞRUL VELİ’NİN KRAVATI…

Nilgün Güney’in Sanat Stüdyosu’na Veli Beidoğlu’nu davet ettik, bir “kayıp” yakını olarak hissettiklerini gelip ressamlarımıza anlattı. Yanında getirdiği çerçevenin içinde babası toplu mezardan çıkarıldığında ilk günkü gibi pırıl pırıl duran, naylon içerdiği için hiç bozulmamış kravatı ve babasının üstünden çıkan şeyler vardı. Ressamlarımızla bunu da paylaştı…

Tıpkı Veli Beidoğlu gibi, babası Galatya gölündeki toplu mezarda gömülü olan Yalusalı Spiros Hacınikolau da Nilgün Güney Sanat Stüdyosu’na gelerek ressamlara kendisinin ve ailesinin yaşadıklarını aktardı… Babası ünlü bir yargıçtı – Yalusa’dan alınıp “kayıp” edildiğinde, Thatcher aracılığıyla Ecevit’le temasa geçmişlerdi, onu kurtarmak için… Ama çok geç kalınmıştı çünkü babası öldürülmüş ve Galatya göletine gömülmüştü… Bir sizden, bir bizden derken olan masum sivillere olmuştu… Sözde “intikam” gerekçesiyle “kovboyculuk” oynayanlar, bu işlerin müsebbiblerine dişleri kesmediği için  garezlerini masum Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar’dan almışlar, onları öldürmüşler, toplu mezarlara gömmüşlerdi… Hem 1963-64’te, hem de 1974’te yaşanan tam da buydu…

 

SERGİYİ KAYIP YAKINLARI AÇTI…

Ressamlar tüm bunları görüp yaşadıktan, dinledikten sonra işe giriştiler. Nilgün Güney tüm bu sanatsal faaliyeti yönetip fasilite etti ve nihayetinde “Gerçeğin Rengi” sergisini tüm bu aşamalar ardından 2013’te Lefkoşa’da ara bölgede, Goethe Enstitüsü’nde açtık. Serginin açılışını da “kayıp” yakınları yaptı ve olağanüstü bir ilgi görerek sergi süresi uzatıldı… Serginin açılışında Goethe Enstitüsü son derece sınırlı bir resepsiyon yapacaktı, ressamlar ve kayıp yakınları bu resepsiyona kendi ceplerinden katkıda bulundular ve hiç kimsenin unutamayacağı bir gece yaşandı orada… O kadar ki gene “taklitçiler” çıkacak ve dev bütçelerle bu etkinliği “taklit” etmeye girişeceklerdi. Gene “yürekten” gelmediği için elbette, etkisi de son derece sınırlı olacaktı bu “taklitler”in – üstelik Avrupa Parlamentosu’nun parasıyla yapıyorlardı bunu ama tümüyle “şov”a yönelik olduğu için, toplumlarımızın ya da sanat çevrelerimizin kalplerine dokanamayacaklardı. Zaten öyle bir amaçları da hiç olmamıştı ki…

 

DOHNİLİ YILDAN SEDEF GÜLAKDENİZ’İN BEKLEYİŞİ…

Bundan tam 11 yıl sonra, 2024’te bu kez AKEL Yeniden Yakınlaşma Bürosu lideri, çok değerli arkadaşımız ve kendisi de bir “kayıp” yakını olan Elias Dimitriu, “kayıplar”la ilgili bir etkinlik/bir panel/bir sergi konusunda benimle temasa geçince, “Acıdan Umuda” başlıklı sergiyi kotarmak için yeniden kolları sıvadım… Bundan 3-4 yıl kadar önce, bir diğer “kayıp” yakını olan Yıldan Sedef Gülakdeniz, bir Kıbrıslırum seramik sanatçısıyla ortak bir sergi açmak istediğini söylemişti bana ve ben de onu seramik sanatçısı değerli arkadaşlarımız Fotos Dimitriu ve Vassos Dimitriu ve ressam arkadaşım Nilgün Güney’le bir araya getirmiştim. Seramik ve resim sergisi fikri üstünde çalışmaya başlamıştık. Fakat araya “COVID” pandemi dönemi girecek ve çalışmalarımıza ara vermek zorunda kalacaktık… Barikatlar kapanmış ve yeniden açılıncaya kadar zaman geçmişti. Bu konuyu hep konuşuyor ama bir türlü adım atamıyorduk çünkü hep çok meşguldük…

Yıldan Sedef Gülakdeniz’in iki kardeşi bazı EOKA-B’ci Kıbrıslırumlar tarafından Dohni’den 1974’te alınarak Dohnili ve Zigili (Terazi) başka Kıbrıslıtürkler’le birlikte “kayıp” edilmişti. Yıldan Sedef Gülakdeniz de, tıpkı Panayota Hanım’ın yaptığı gibi bavullar hazırlamıştı kardeşlerinin giysileriyle birlikte… Onların dönüşünü bekliyordu… Onlar hiç geri dönmeyecekti… Çünkü öldürülmüşlerdi… Dohnililer, 1974 savaşı sonrasında Dohni’den alınarak kuzeye getirildiler, “Taşkent” adı verilen Vuno köyüne yerleştirildiler. O bavullar, henüz 13 yaşındaki Yıldan’la birlikte Taşkent’e gitti… Yıllar sonra, Kayıplar Komitesi Yerasa’da ve Pareklişa’daki toplu mezarlarda kazılar yürüttü… Yıldan’ın bir kardeşinden, Ahmet Hamza’dan geride kalanlar bulundu… Ancak kardeşi Yüksel Hamza’dan geride kalanlar, toplu mezarlarda bulunamadı… Yıldan, bir kardeşinden geride kalanları DNA testleriyle kimlik tespiti ardından alıp defnetti. Ahmet Hamza’nın yanındaki mezar, Yüksel Hamza’nın mezarı boş kaldı… O, kardeşinin gömü yerini bilenlerin konuşmasını istiyor, kardeşinin kalıntılarının bulunup kimliklendirilmesini, onu Ahmet’in yanındaki boş mezara defnetmeyi istiyor. Bu yüzden iki toplumlu bir sergi fikriyle bana gelmişti…

sayfa-16-yanyana-1.jpg sayfa-16-yanyana-2.jpg

sayfa-17-aydan-lisanilerin-panayota-hanimin-dolabi-adli-tablosu.jpg

(Devam edecek)

Bu yazı toplam 683 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar