1. YAZARLAR

  2. Niyazi Kızılyürek

  3. Rusya ve Türkiye’nin Bitmeyen 19.Yüzyılı
Niyazi Kızılyürek

Niyazi Kızılyürek

Rusya ve Türkiye’nin Bitmeyen 19.Yüzyılı

A+A-

Son dönemlerde Rusya devlet başkanı Putin ile Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sık sık bir arada görüyoruz. Kimileri bu ilişkiyi büyük bir diplomatik “başarı” olarak gösteriyor, kimileri de Rusya-Türkiye yakınlaşmasını kaygı ile izliyor.

Durum ne olursa olsun, bu ilişkinin Rusya ile Türkiye’nin karşılıklı çıkarlarına dayandığı bir gerçektir.

Fakat gerçek olan bir şey daha vardır: İki ülkenin Batı karşıtlığı...

Ve kanımca asıl düşündürücü olan da budur.

Gerçekten günümüzün Rusya’sı ile Türkiye’sinde siyasi elitler arasında Batı karşıtlığı yaygın bir duygu, hatta başat bir ideolojidir. Putin’e bakılırsa, Batı Rusya’yı parçalayıp yok etmek istiyor. Türkiye’de de siyasi elitler oldum olası Sevr Sendromundan mustariptir. Buna göre, Batı, Sevr anlaşmasında olduğu gibi, Türkiye’yi bölüp parçalamak istiyor.

AKP kadroları ise Batı’ya her zaman şüpheyle yaklaşmışlardır.

Gelgelelim, durum bu kadar basit olmadığı gibi, Batı karşıtlığı bu ülkelerde yeni bir olgu da değildir. 19.yüzyıla kadar geri gider... Üstelik Batı karşıtlığı, Batı’ya öykünmeden türemiş bir eğilimdir.

Daha net söylersem, her iki ülkede de 19.yüzyılda Batı medeniyetine öykünme, Batı’nın değerlerini ülkeye taşıma, Batı’ya benzeme güçlü bir akımdı.

Hem Osmanlı İmparatorluğu’nda okur yazarların, hem de Rusya entelicensiyası Avrupa uygarlığından öğrenmek için çırpınıyor, Batılı olmanın yollarını arıyorlardı.

Fakat bu hiç kolay değildi. Nitekim Batı’nın gelişmişlik düzeyine hiçbir zaman ulaşamadılar.

Sonunda, nesnel koşulların yarattığı engellere takılan Batılılaşma, Batı ile ilişkilerin bir çelişkiler yumağına dönüşmesine yol açtı. Zaman içinde bir yandan Batı gibi olunamayacağı açıklık kazanıyor, diğer yandan da Batıcılar kendi toplumlarına yabancılaşıyor, ters düşüyorlardı. Batılı fikirleri benimsedikleri oranda kendi toplumlarında uzaklaşıyorlardı.

Üstün Batı ile nasıl bir ilişki kurulmalı sorusu, hem Rusya’da hem de Osmanlı İmparatorluğu’nda bölünmelere ve yoğun tartışmalara yol açtığı kadar, Batı’ya öykünme ile Batı’yı reddetme ekseninde yaşanan gerilimler milli bilinci şekillendirdi.

Rusya’da Batıcılar ve Slavcılar arasında çok sert tartışmalar yaşandı. Batıcılar üstün gördükleri Avrupa uygarlığını Rusya’ya taşımak istiyor, Slavcılar ise Rus toplumunun “kendine has” özelliklerinin önemine vurgu yapıyordu. Hatta Rusların “has” özelliklerinin Batı’dan üstün olduğunu söylüyorlardı. Benzer eğilimler Osmanlı İmparatorluğu’nda da vardı. Batı’ya özenenler ile Batı’yı reddedenler kıya sıya bir tartışma içindeydiler.

Batılılaşma yolunda yaşanan tökezlemelerle el ele gelişen kültür-milliyetçiliği güçlendikçe Rusya’da Slavcılar, Osmanlı’da da İslamcılar Batı uygarlığını “şeytani bir sapma” olarak görmeye başladılar ve Rusya’da Hristiyan uygarlığı, Osmanlı’da da İslam medeniyeti Batı’nın karşısına çıkarıldı.

Batı’ya öykünme ama gerçekte Batılı olamama artık tamamen Batı reddiyesine dönüşmüş, Batı karşısında hissedilen eziklikten Hristiyan-Rus ve Türk-İslam güzellemesi doğmuştur. Buna uygun tarih tezleri geliştirilmiş, eskiden Rus-Ortodoks ve İslam uygarlıklarının “muhteşem” olduğu ve kültürün “özüne” sadık kalınırsa, o görkemli günlerin yeniden geri geleceği anlatılmaya başlanmıştır.

Artık Batı karşıtlığı Türk ve Rus milliyetçiliklerinin kurucu unsurlarından biri olacaktı.

 19. Yüzyılın sonlarına doğru, Rus ve Osmanlı İmparatorlukları toplumsal ve ekonomik kalkınma bakımından Batı’nın gerisinde kalmışlıklarını Batı karşıtı milliyetçilik ile telafi etmeye yönelirler. Batı medeniyeti “tek dişli canavar” ve “ruhsuz” ilan edildi.

20.yüzyılın başlarında her iki ülkede de radikal değişiklikler oldu. Rusya Büyük Ekim Devrimi ile ilk laik-sosyalist bir ülke olmaya yönelirken, modern Türkiye Kemalist ilkeler temelinde Batılı-laik bir yöneliş içine girdi.

Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Rusya Federasyonu 2000’li yılların başında bir bakıma yeniden 19.yüzyıla geri dönüldü. Siyasi elitler ve  entelektüeller toplumu Batı karşıtlığı ve Rus-Ortodoks sentezi temelinde yeniden şekillendirmeye soyundular. 

Türkiye’de de İslamcı-gelenekçi kadroların işbaşına gelmeleriyle 19.yüzyıla damgasını vuran Batı karşıtlığı yeniden güçlendi ve toplumu Türk-İslam sentezi temelinde dizayn etme arayışları baş gösterdi.

İşte, Putin ile Erdoğan’ı buluşturan budur, bitemeyen 19.yüzyılın Batı karşıtlığına dayalı mirasıdır.

Kuşkusuz, Batı dışında her ülkenin olduğu gibi, Rusya ve Türkiye’nin de Batı ile ilişkileri etki-tepki süreçleri içinde şekillendi. Batılı olamamaktan kaynaklan hınç ve onun bir sonucu olan “hars” güzellemesinin veya “özgün kültür” fetişizminin yanı sıra, Batı’nın kolonyalist ve emperyalist politikaları da Batı karşıtlığını körükledi.

Son dönemden örnek verecek olursam, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Batı’nın Rusları küçümsediği, hatta aşağıladığı bir gerçektir. AKP hükümetinin Batı’ya dönük açılımları da doğru değerlendirilmedi. Örneğin ilk dönem AKP hükümetinin AB yolunda ilerlemesinin ve reformlar yapmasının önemi Batılılar tarafından yeteri kadar anlaşılmadığı gibi, AB ülkelerinin popülist, tutucu ve basiretsiz politikacıları sürecin aksamasına bizzat katkı yaptılar.

Gelinen noktada artık Putin ve Erdoğan, kendilerini Batı karşısında haksızlığa uğramış “mağdurlar” olarak konumlandırıp, bunu, demokrasiden uzaklaşmalarına bir kılıf olarak kullanıyorlar ve onlar da Orhan Pamuk’un Dostoyevski’nin ruh hali için söylediği özellikleri taşıyorlar: “Avrupalı olamamak kıskançlığı, öfkesi ve gururu...”

rusya.jpg

Bu yazı toplam 2635 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar