1. YAZARLAR

  2. Serkan Soyalan

  3. “Lebon’da her şey iyidir”
Serkan Soyalan

Serkan Soyalan

“Lebon’da her şey iyidir”

A+A-

   İstanbul’un bir dönemine damga vurmuş pastanelerdir Lebon ve Markiz…

   Yedi tepeli bu şehre yolum her düştüğünde konakladığım Richmond’ın İstiklal Caddesi’ne bakan odalarından aldığımda, hüzünlü bakışmalarımız olur vitrinini toz kaplayan Markiz’le.

***

   Lebon Pastanesi’nin tarihçesine baktığımızda Fransız Büyükelçiliği’nde pastacıbaşıyken ayrılıp sonra Mösyö Vallauri’nin şekerci dükkanında çalışan Eduard Lebon tarafından kurulduğu sanılsa da kayıtlara göre oğlu Mösyö Lebon tarafından kurulmuş olması daha da olası.

   1850’lerde kurulmuş olan Lebon Pastanesi, İstanbul’un en ünlü davet, balo, pastane, şekerci, çay salonu ve lokanta mekanlarından biri olarak anılıyordu.

   O dönemlerde dillere dolanan “Chez Lebon, tout est bon” yani “Lebon’da her şey iyidir” tekerlemesi de belleklerdedir.

***

   Lebon Pastanesi, Fransız drajeleri, bonbonları, şarapları, garsonları ve hizmet kalitesinin yanısıra Alexandre Vallauri tarafından tasarlanmış iç mekan dizaynı ile de hafızalarda yer edinmiş ve biricikliğini de uzun yıllar korumuştu.

***

   Lebon Pastanesi, Limoges ve HAvilland porselenleriyle, Degugis kristalleriyle ve Christofle yemek takımlarının yanı sıra,  Avrupa’dan getirilen “Art Nouveau” fayans duvar panolarıyla da bir bütündü.

***

   Şehrin modernleşme pratikleri açısından ilklere ev sahipliği yapan Pera’da Lebon Pastanesi öyle vazgeçilmez bir mekan olmuştu ki 19’uncu yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Türk edebiyatının meşhur simalarının da uğrak yeriydi. Ahmet Haşim, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit…

***

   1940 yılına gelindiğinde Lebon Pastanesi, Avedis Ohanyan Çakır tarafından satın alınarak el değiştir ve adı Markiz Pastanesi olur. Çakır, burada ürettiği çikolata ve şekerlemeleri Paris’teki meşhur “Marquise de Sevigne” kalitesinde sunmak istediği için mekana “Markiz” adını verir.

   İç mekanda vitraylarla bütünleşen “Art Nouveau” seramik panoların mekana kattığı benzersiz hava, şehrin üst ve orta sınıf çevrelerini tatmin eden hizmet anlayışı, nefis tatlı, yemek ve çikolatalarıyla da yıllarca yerini muhafaza eder. Ancak 1980’lere gelindiğinde içinde bulunduğu Şark Aynalı Çarşı Pasajı, bir otomotiv şirketine satılınca kapanır.

***

   Kaderine terk edilen mekan 2003’te restore edilip yeniden açılır. Fakat birkaç yıl sonra farklı işletmelerce kullanılan mekan, isminden başka eski ihtişamlı günlerinden bir iz bırakılmamıştır. 2016 yılına gelindiğinde ise yeniden kapanır.

***

   Umur Talu, Literatür Yayınları’ndan yeni çıkan kitabı “Edebi ve Edepsiz Beyoğlu /  Bohem Bir Rehber” kitabında Lebon ve Markiz pastanelerini şu satırlarla anlatır:

   “Tabelada ikisinin adı da yazıyor: Karşıyaka, Kumbaracıbaşı köşesine, ama daha sonra aynı isimde bir pastanenin bulunduğu köşeye değil, diğerine geçmeden önce Lebon, Markiz’in selefiydi bu dükkânda. Cafe de Saint Petersburg’dan Charles Bourdon, Vallaury Pastanesi’nin damadı Edouard Lebon ile birleşmiş, ama esas Lebon bir efsane yaratmıştı. Vallaury’nin kızıyla evliyken önce Şark Pasajı’ndaki Tremas bakkaliyesini alarak başlayıp adını taşıyan Lebon’a varmıştı. Fransa’dan getirdiği Le Meunier fırınıyla (kimine göre Markiz getirmiştir!) hem Osmanlı Sarayı’nın hem de oracıktaki Fransa Sarayı’nın pastaları ondan çıkmıştı. O kadar ki Kayzer Wilhelm’in İstanbul ziyareti öncesinde Abdülhamid de saraya aynı fırından ısmarlatır.

   Namık Kemal orada ilham arar. Saray’ın adamları da. Peyami Safa ‘Fatih Harbiye’de uğrar Lebon’a; Recaizade ve Ercüment Ekrem’in de çok sevdiği babaları İsmail Saivas’tan sürgün edilince, annesi ve kardeşi Peyami’yle İstanbul’da öğretmenlik yapan, sonra gazeteci olan İlhami Safa nerededir acaba?

   Buyurun, girin içeri. Hayal İçinde’nin Nezih’i hoşlandığı kızla orada buluşmuş işte. Hemen önde şair Faik Ali Ozansoy, ki Mithat Cemal’in aksine pencere önüne yerleşmeyi sever; ağabeyi Süleyman Nazif, Celal Nuri İleri oturuyor. Faik Ali, Kütahya Mutasarrıfı iken, Talat Paşa’nın emirlerine karşı çıkarak şehrinin Ermenilerini tehcire göndermemişti ya, tehciri ona ağabeyi Süleyman Nazif haber vermişti ya, bu sohbet onun sonrasında mıydı, öncesinde miydi, bilmiyorum. Bildiğimiz, vasiyetinde, ölünce Abdülhak Hamid’in ayakucuna gömülmek vardı.

   Bir başka Abdülhak, Şinasi de saat 4-5 arası Lebon’da çayını içiyordur, neşeli neşeli. Orada yoksa muhtemelen Tepebaşı Bahçesi’ndedir.

   Lebon açılırken, Fransa’dan getirilmiş dört mevsim çinileriyle servise başlayacaktır, lakin kış tablosu yok olmuştur.  (Yine kimine göre dört mevsim Markiz’indir) Beyoğlu’nda kış var mıydı o zamanlarda da?

   İçeri girmişseniz, bir masa bulmuşsanız, Bağdat Demiryolu Kumpanyası’nın zengin müdürü, önce anlayışlı yaklaştığı demiryolu grevinde sonradan cayan, İttihat Terakki darbesinde ‘olay yeri’nde bulunan Mösyö Huguenin’in masasının nasıl donatıldığını da görürsünüz. Bir damadı Osmanlı ordusunda Alman subay, diğeri Tünel Tramvay müdürü olan Huguenin’in masasında, Fransızca çıkan Stambouli gazetesinin sahibi ve başyazarı Regis Delbeuf’ü de görmek mümkün, 1888 ise yıl, Beyoğlu Fransız Tiyatrosu’nda Kamelyalı Kadın olan Sarah Bernhardt’a rastlamak da. Yunan diplomatlarla kadeh mi kaldırmaktadır o sırada?

   Ne var ki Abdülhamid hafiyeleri kuşkulu: Kumpanyadaki Yunan asıllı aktör Jacques Damala bir suikastçı mı? Hotel Royal’daki araştırma müthiş bir keşifle sonuçlanır: Damala, Bernhardt’ın kocasıdır!

   Bir başka masada Pierre Loti yemek yiyor olabilir, Mithat Cemal Kuntay aynı anda dört ayrı masada dört sevgili ağırlayabilen heykeltıraş Kenan Yontuç’u dinliyordur belki.

   Masa bulamadınız mı? Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa henüz kalktı masadan. Yusuf Ziya Ortaç, Sait Faik, Faruk Nafiz Çamlıbel, Sabri Berkel, Hilmi Ziya Ülken, Mermi Uygur tutmuştur belki hepsini. İşte Ahmet Tanpınar da geldi. Refik Halit Karay, Halit Ziya Uşaklıgil, Cenap Şahabettin, Hüseyin Cahit Yalçın ise hararetli bir tartışma içinde. Tevfik Fikret’in kulakları çınlıyor! Mehmet Rauf, Ahmet Haşim, Yakup Kadri gelmek üzere.

   Haşim aşk üzerine düşündüklerini belki orada da masaya seriyor: ‘Birbirleriyle  evlenmemesi gerekenler varsa onlar da yalnız sevişenlerdir. Üstadım Gourmont’un dediği gibi aşk ile izdivacı karıştırmamalı. Aşk yabani bir hayvandır. Kanunlar haricinde, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece, karanlıklar basınca, gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin tarhını, ağaçlı caddelerin kanepelerini alt üst eder. İbadethanelerde her gün tel’in edilen aşktır. Hükümetler polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır. Hâlbuki izdivaç, bir şehir müessesesi, bir emniyet tertibatıdır. Aşk muvakkat, izdivaç ise daimidir. İzdivacı aşkın devamı zannetmiş nice safdil çiftler, üç ay geçmeden dudaklarda ateşin söndüğünü görmüşler ve bir akşam, kendilerini karşı karşıya esner bulmaktan hayret etmişlerdir. Aşk, değişmeyince ölür. En eski edebiyattan en yenisine kadar her dilde şiirin mevzuu zevce değil, maşukadır. Hayaller ve istiareler hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanı zevce mevzuu izdivaç olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir?’

   (…….)

   Yakup Kadri’nin Nur Babası’ndaki gibi: Nigâr Hanım bir faytonda, Lebon’a yaklaşır. Birden ruhunu adeta köleleştiren Nur Baba’yı görür. Lebon’a girmez. Tekrar biner faytona, Nur Baba’nın peşi sıra gider caddede. Peyami Safa’nın Neriman’ı ise Fatih Harbiye tramvayından iner, Macit’i bulur ‘Löbon’da: ‘Neriman’ın buraya üçüncü gelişiydi; her seferinde burasını biraz daha seviyor ve beğeniyordu. Her şey temiz, her şey güzel. Zevkli bir kadının eliyle döşenmiş küçük ev odası gibi. Neriman için bu mahrem küçük salon yepyeni bir şeydi.’”

markiz-1.jpg

markiz-2.jpg

markiz.jpg

Bu yazı toplam 1648 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar