Kıbrıs sorununa hak temelli bir yaklaşım
Sıla ULUÇAY
Kıbrıs Türk tarafının ortaya koyduğu dört maddelik müzakere yöntemi -dönüşümlü başkanlık içeren siyasi eşitlik, takvimli görüşme, geçmiş uzlaşmaların teyidi ve Rum tarafı müzakere masasından kalkarsa statükoya geri dönülmemesi- adanın kuzeyinde geniş bir kabul görürken, adanın güneyinde empoze edilecek bir çözüm korkusunu tetiklemiş ve rahatsızlık yaratmıştır. Bu yöntem önerileri, Kıbrıslı Türklerin kendi kaderlerini tayin etme hakkının güncel koşullarda nasıl hayata geçirileceğine ilişkin daha geniş bir tartışmanın parçasıdır. Bu açıdan bu yöntem önerilerinin uluslararası hukuk ve BM parametreleri bağlamında değerlendirilmesi önem taşımaktadır.
Uluslararası hukukun temel kaynaklarını oluşturan bildirgeler ve sözleşmeler, halkların kendi kaderini tayin etme hakkını (self-determinasyon hakkını) temel bir ilke olarak düzenlemektedir. Her ne kadar “halk” kavramı uluslararası hukukta kesin bir tanıma kavuşturulmamış olsa da, yerleşik yaklaşım bu statünün belirli nesnel ve öznel kriterler çerçevesinde değerlendirildiğini göstermektedir.Bu bağlamda, Kıbrıslı Türklerin bir halk olarak kabul edilmesi genel olarak tartışma konusu edilmemektedir. Asıl tartışmalı olan, bu halk statüsünün doğurduğu kendi kaderini tayin etme hakkının kapsamı ve içeriği üzerinedir.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni de bu hukuki çerçeveyi yansıtmaktadır. 1960 Anayasası Kıbrıslı Türkleri ve Kıbrıslı Rumları Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki toplumu olarak tanımlamış ve anayasal düzenin asli unsurları haline getirmiştir. Bu esasen Kıbrıslı Türk ve Rumların halk statüsünün teyidi anlamına gelmektedir. Buna rağmen Anayasa’nın bu iki ortağı “cemaat” olarak nitelendirmesi dikkat çekicidir. Bu tercihin, iki ayrı kendi kaderini tayin hakkının tartışılmasını - yani Taksim ve Enosis benzeri hedeflerin gündeme gelmesini - engellemeyi amaçladığı söylenebilir.
1960 Anayasal düzeninin işlemez hale gelmesinin ardından BM gözetiminde yürütülen görüşme süreci, Kıbrıs’taki ortaklık fikrini ortadan kaldırmamıştır; aksine, bugün de konuşmaya devam ettiğimiz “iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe dayalı federasyon” alternatifi ortaya çıkmıştır. Farklı BM Genel Sekreteri raporları ve BM Güvenlik Konseyi kararları, adadaki yönetim yapısının Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türklerden oluşan iki kurucu topluma dayanması ve bu ortaklığın siyasi eşitlik temelinde yeniden tesis edilmesi gerektiğini birçok kez vurgulamıştır.
Tarihi olarak halkların kendi kaderini tayin etme hakkı sömürgelerin bağımsızlık mücadelesine dayanıyor. Bu sebeple, “halk” terimi o dönemlerde daha çok sömürge yönetimi altında yaşayan topluluklar ile sınırlandırılmıştır. Günümüzde, bir yandan “halk” terimi daha geniş anlamda uygulanırken, diğer yandan bir halkın ayrı bir devlet kurma hakkı çok istisnai durumlarda kabul görüyor. Bugünün koşullarında bir halkın kendi kaderini tayin hakkı içinde bulunduğu devlette siyasi mekanizmalara katılım, otonomi ve güç paylaşımı gibi çerçeveler üzerinden kendi kendini yönetmesi olarak tartışılıyor. Bunun temelinde uluslararası hukukta devletlerin toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin korunmasına yönelik eğilim vardır.
Bu yüzden, bazı kesimler Kıbrıslı Türklerin kendi kaderini tayin etme hakkını vurgulamayı KKTC’nin tanınmasını savunma olarak yorumlasa da uluslararası hukuk bunun tam tersini söylüyor. BM Güvenlik Konseyi kararları ve BM Genel Sekreteri raporları, Kıbrıs bağlamında kendi kaderini tayin hakkının tek taraflı ayrılma şeklinde yorumlanamayacağını ortaya koymaktadır. Yani KKTC’nin tanınması mevcut uluslararası düzenin açıkça reddettiği bir yoldur.
Bu çerçevede, Kıbrıslı Türklerin kendi kaderini tayin hakkı BM tarafından tanımlanmış siyasi eşitliğe dayalı ortaklık modelinin fiilen hayata geçirilmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Kıbrıslı Türkler uluslararası hukukun kıyısında değil, öznesi olarak yaşamak istediklerini Annan Planı, Crans-Montana’da sonuçlanan süreç ve son Cumhurbaşkanlığı seçimleri dahil farklı yollarla dile getirdiler. Bu sebeple, Kıbrıslı Türkler açısından ufukta bekleyen tehlike yalnızca müzakere sürecinin tıkanması değil; BM tarafından tanımlanmış siyasi eşitliğe dayalı kendi kaderini tayin modelinin fiilen askıya alınmasıdır.
Kendi kaderini tayin edememe ve uluslararası hukukun öznesi olamamanın önemli bir sonucu da Kıbrıslı Türklerin toplumsal önceliklerinin ve hassasiyetlerinin uluslararası toplum nezdinde temsil edilmeyişidir. Örneğin, Avrupa Parlamentosu’nda en son kayıp şahıslar ile ilgili anıt yapılması konusunda alınan kararın da gösterdiği üzere, Avrupa’nın siyasi kurumlarında Kıbrıslı Türklerin sesi duyulmamaktadır. Mevcut statüko Kıbrıslı Rumların kendi kaderlerini tayin hakkını engellemek bir yana, Kıbrıslı Rum toplumunun ve kurumlarının olumlu yönde gelişip dönüşmesini desteklerken, Kıbrıslı Türkleri uluslararası hukukun kıyısında bir özne olma mücadelesine terk etmektedir.
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in Crans-Montana sürecinin ardından ortaya koyduğu süreç dizaynı ve yöntemleri konusunda “takvimli,” “sonuç odaklı” vb. öneriler ve Kıbrıs Türk tarafının ortaya koyduğu yöntem önerileri tabii ki de müzakerelerin başarısı açısından çok önemlidir. Fakat, Kıbrıslı Türkler için müzakerelerin donması ya da masanın terk edilmesi, yalnız bir çözüm fırsatının kaçırılması değildir. Asıl mesele, kendi kaderini tayin etme hakkının, yani siyasi eşitliğe dayalı ortaklık modelinin, fiilen hayata geçirilip geçirilmeyeceğidir. Kıbrıslı Türklerin uluslararası toplum nezdinde giderek “oyun dışı” kalması da bu gerçeğin bir yansımasıdır. Bu tabloyu değiştirmek için uluslararası toplum ile doğrudan diyalog kanalları geliştirilmeli ve konunun hak temelli bu boyutu gündemde tutulmalıdır.
Birleşmiş Milletler Şartı’nın (1945) ilk maddesi “eşit haklar ve halkların kendi kaderini tayin” (self-determinasyon) ilkesidir. Benzer şekilde, hem Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin (1966) hem de Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin (1966) birinci maddeleri tüm halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olduklarını ortaya koyar.
Bugün bunlar arasında en önemlisi 1989 UNESCO Halkların Hakları Konsepti Uzmanlar Toplantısı Nihai Raporu ve Tavsiyeleridir. Buna göre, “halk” olan bir grubun nesnel anlamda ortak tarih, etnik kimlik, kültürel homojenlik, dil bütünlüğü, dini veya ideolojik yakınlık, toprak bağı ve ortak ekonomik hayat gibi öğeleri paylaşması gereklidir. Öznel olarak ise “halk” olma bilinci ve “halk” olarak görülme isteği olmalıdır. Ayrıca, “halk” olan bir grubun, bir devlet içerisinde birbiriyle ilişkili bireylerden sayıca üstün olması gereklidir.
Niyazi Kızılyürek, Yenidüzen gazetesinde 7 Aralık 2025 tarihinde yayınlanan “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Adadaki ‘Eşit Kurucu Ortaklar’ mı kurdu?” isimli yazısında 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklere “layık gördüğü ‘azınlık’ konumunun tarihe karıştığından” ve “Kıbrıs Cumhuriyeti iki-toplumlu bir devlet olarak kurulduğundan” bahseder. Link: Kıbrıs Cumhuriyeti’ni adadaki “Eşit Kurucu Ortaklar” mı kurdu? - Niyazi Kızılyürek.
Uluslararası hukuk literatüründe self-determinasyon hakkı iç ve dış self-determinasyon olarak ikiye ayrılıyor. Dış self-determinasyon, bir halkın kendi uluslararası yasal statüsünü belirlemesidir ve bu çoğu kez bağımsız bir devlet kurma şeklinde olur. Kabul görme ihtimali olan istisnai durumlara örnek olarak bir grubun sistematik ve ağır insan hakları ihlallerine uğraması veya sistematik olarak etkin yönetime katılmaktan men edilmesi gösterilebilir. İç self-determinasyon ise belirli bir devlet içerisinde yaşayan bir halkın kendi kendisini yönetmesidir.







