İkinci şehir
Kendime imkânlar yaratarak sık sık yurtdışına çıkmayı ve farklı şehirlere dokunmayı severim. Gideceğim şehir(ler)e önceden gitmemişsem, o şehirle iligili öncesinde mutlaka araştırmalar, uzun okumalar yaparım.
Ve sokaklarına bırakırım kendimi, insanıyla konuşurum, mahalle aralarına girerim...
Öyle tanırım şehri, kültürünü, dokusunu...
***
İnsan doğduğu şehri seçemez; sokaklarını, kokusunu, dilini hazır bulur. Ama bazen hayat, insanı doğduğu yerden alır ve bambaşka bir coğrafyada durup düşünmeye zorlar. İşte tam da o anda bazı şehirler yabancı olmaktan çıkar; insanın kalbine sessizce yerleşir.
Ne tam anlamıyla memleket olur ne de sıradan bir durak…
Kendi rızamızla seçtiğimiz, hatıralarla büyüttüğümüz bir “ikinci şehir”e dönüşür.
***
Benim de var öyle şehirlerim...Biraz uzak kalınca beni çağıran, özlem duyulan, ayak basar basmaz da içi titreten.
İstanbul ve Atina, benim ikinci şehirlerim.
“Ne buluyorsun oralarda” söylemlerine kulak tıkayarak düşüyorum yola ve gidiyorum beni çağıran o sesin peşinden.
***
Türk edebiyatının en önemli isimlerinden, yol’da olmayı seven Enis Batur, Oğlak Yayınları’ndan yayımlanan “Bekçi” kitabında ‘ikinci şehri’ yorumlamış ve şöyle yazmıştı:
“İkinci şehir, benim hayatımda, şu viyola dö gamba için basso continuo: Uzakta, ana şehrimdeyken bir bakıma bileğimde öteki nabzı atar, bana sık sık kendini duyurur.
Son biriki yıla gelesiye anlamlı bir bağlamım yoktu burada; beni kuşatan, sıkıştıran, ne yapsam artık bir parçası olmaktan kurtulma olanağımın kalmadığı topografyamdan uzaklaşıp buraya geldiğimde, kendimi düpedüz özgür bir atmosferin içinde soluk alıp verirken bulduğum için enikonu hafiflemiş, bir o kadar da çekirdeğimde yeğinleşmiş, sokaklara çıkardım.
Bağlamdışılık, bir cennet boyutu yüklemiyor ikinci şehre, kimse öyle sanmamalı: Tam tersine, bağlamın insanı özünden uzak tutmaya yatkın toplumsal bir dokusu var, kopamıyor kişi bağlarından, ne kopması, ayrılamıyor çoğu kez ilintilerden, çıplaklığına, yalnızlığına yaklaşmasına, yakın durmasına ket vuran pek çok ilişkide, bir ucu kendisinde ipe dolanıyor hayatı. Oysa ikinci şehir, ayak basıldığı an, başbaşa bırakıyor beni benimle: Yüklerimden arındığım için şüphesiz coşkulu, yalıtım dozu düştüğü için vertigo eşliğinde,cehenneme, cehennemi trapezime komşuyum buraya geldiğimde.
Evet Rainer Maria, herkes buraya yaşanacak diye geliyor, sen ve benve başkaları, ölüme ölümlülüğümüze biraz daha sokulmak için belki de.
Son yıllarda gitgide sıklaştı ikinci şehrime gelişlerim; fırsat çıktıkça yola çıkıp gezmek, görülmedik yerlerin çağrısına ayak uydurmak varken, buraya, avucumun içi gibi tanıdığım bu şehre yolcu çıkıyorum -kendimi ayırmak, koparamasam bile mesafe duygusuna doğru germek için: Fanusumdan, kafesimden, kulemden merkezkaç kuvvetiyle söküp atıyorum sıkışan, cendereye alınan bünyemi.
Biliyorum, görüyorum: Yavaş yavaş, ağır ağır burada da bir bağlamım oluşuyor. Ne olursa olsun, yabancı bir yerlisi kalacağım ikinci şehrimin -bir gün hepten buraya yerleşecek olsam bile değişmeyecek bu koşulum: Birinci şehrimde başaramadım, Ovidius’un Yeisler’deki öğüdünü yerine getirmeyi -kim iyi gizlenmişse, odur iyi yaşamış.
Descartes, bunu mezartaşına kazdırmış -o ki, ömrünün anlamlı bir bölümünü ikinci şehrinde geçirmişti.”
***
Enis Batur’un satırlarında ikinci şehir, bir kaçış noktası değil; insanın kendisiyle baş başa kaldığı bir yüzleşme alanıdır.
Orada insan ne bağlarından bütünüyle kurtulur ne de onlara teslim olur. Yabancı kalmayı göze alarak, hafiflemeyi ve ağırlaşmayı aynı anda yaşar.
Belki de ikinci şehri asıl anlamlı kılan budur: İnsana, ilk şehirde pek az bulabildiği bir mesafeyi armağan etmesi.
Kendine, hayatına ve kaçamadığı bağlarına karşı…







