Denize yakışırdı en fazla
Yağmur yağardı, bizim mahallede toprak kokusuna barbun kokusu karıştırdı.
Elinde paragadiler gelirdi Süleyman abi… Mavi panjurlu evin avlusunda ağların arasında balıklarla haşır neşir bir telaş başlardı.
Biz uyurken, onlar uyanırdı…
Balıklar çıkardı yollarına…
Biz uyanırdık, onlar denizden gelirdi.
Tuz ve yosun kokarlardı.
Voppa, ahtapot, kalamar serilirdi dört yana ağları silkeledikçe…
Biz uzaktan izlerdik, gitmek isterdik yanlarına, annem kızardı.
Süleyman abi az konuşur, çok çalışırdı; kalp kırmayı bilmezdi, güzel bakardı.
Sesi yükselmezdi hiç, bağırmazdı, öfkelenmezdi; ya bisikletinde, ya motorunda giderdi.
En fazla da teknesinde…
***
Limasol’dan göç etmişti ailemiz ve biz çocuktuk…
Süleyman abiler, Nüvit ablalar, Girneliydi aslen…
Kasabanın yerlisiydi onlar…
Evlerimiz arasında yirmi adımdı mesafe…
Ne kadar çok çocuktuk o zaman mahallenin orta yerinde…
Kenan, Kayhan “balıkçının” çocuklarıydı.
Hepimiz, toz toprak içinde, bir top peşinde koşardık, kız, erkek…
Karanlık çöktüğü zamançığlıkları duyulurdu annelerin, “hade, eve…”
***
Çok az insandık o zaman Girne’de…
Çok daha insandık…
İyice azaldık şimdi…
Birer birer…
İyice..
Süleyman abi de teknesine bindi, bilinmeze gitti, açık denizlere döndü yüzünü…
Yıllar sonra bir gece vakti, çocukluğumun sokaklarında yürüdük, durduk Kenan’la…
Büyüdük çok fazla…
Evler yıkık, dökük şimdi…
Kalplerimiz kırık, babalarımız yok yanımızda, ağlar silkelenmiyor, o ihtişamlı formosa ağacı yerinde değil…
Şimdi dört bir yanımızda çok katlı binalar var, o binalarda birbirini tanımayan çocuklar büyüyor ve sokaklar insanlarla değil arabalarla doluyor…
Kim kaldı geriye?
***
Girne Limanı’nda taşındı önce tabutu, balıkçı teklemelerinin yakınından, yıllarca denize açıldığı koydan… Sonrasında eski Türk mahallesinde, kendi çocukluğunun sokağından, o mütevazi caminin avlusundan uğurladık Süleyman abiyi…
Hani o sembol taş fırının olduğu sokaktan, biddacı Hatice ablamızı andığımız ekmek teknesinin yakınından…
Süleyman abi de bilinmeze gitti. Gülüşünü Kenan’ın yüzünde bıraktı, bakışlarını Kayhan’ın… Ne de çok benziyorlar babalarına öyle…
Toprağa değil denize bıraksalardı Süleyman abinin bedenini keşke… O güzel gözleri yakamozlarla birlikte her gün doğumu gülümserdi yine … Avuçlarından süzülürdü balıklar… Denize yakışırdı en fazla…
2 yıl sonra başlayacak dava ve trafik
Yaya olarak yolda yürürken, bir otobüsün çarpması sonucu yaşamını yitirdi, Mehmet Raif Koçak…
Eski Mağusa - Lefkoşa yolunda yürüyordu.
Henüz 18 yaşına dahi girmemişti.
Günlerce yoğun bakımda kaldı; önce Mağusa, sonra Lefkoşa’da… Bir umutla Makarios Hastanesi’ne gitti, Yakın Doğu’ya döndü.
Unutulmaz bir acıydı, çünkü, yaş gününde kapandı son kez gözleri…
28 Ocak 2023’te en sevdikleri doyamadıkları yüzüne toprak attılar.
Böylesi gencecik insanlar için “öldü” kelimesi ağır geliyor bana…
Diyemiyorum.
Mehmet, diş hekimliği eğitimi için Romanya’dan kabul almıştı.
Kendisinin de ailesinin de yarım kaldı hayalleri, hayatları…
“Ah be evlat, akıllı, saygılı, yüreği yumuşak evladım” demişti öğretmeni, ardından…
Şimdi niye bu acıyı yeniden anımsatıyorum.
6 Mart 2025’de davası görüşülmeye başlıyor.
Dikkatsizlik, ihmal, kusur ne varsa hepsinin kararını yargı verecek.
Ama yargının yeteneği de bir yere kadar…
Çünkü geri getiremiyor giden canları…
Son birkaç yılda özellikle de yayaların ölümüyle yüzleşiyoruz çok fazla…
Trafikte yitirdiğimiz insanların, savaşta kaybettiklerimizden daha fazla olduğunu rakamlarla paylaşmıştım.
Ölümler artıyor giderek…
Umudum, en azından yargı aşamasında, ne kadar ihmal varsa, ne kadar yetersizlik, hepsinin ortaya çıkabilmesi…
Belki daha çok konuşuruz.
Çözümler üretiriz belki…
Ne kadar suçlu ve sorumlu varsa, cezasını çeker…
Belki daha az ölürüz.