1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Cumartesi Anneleri: 30 yıldır o Beyaz Toros’un peşinden koşuyoruz...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Cumartesi Anneleri: 30 yıldır o Beyaz Toros’un peşinden koşuyoruz...”

A+A-

Avlaremoz/AGOS/T24

Türkiye’de barış süreci için TBMM’de kurulan Komisyon’da konuşan kayıp yakını Besna Tosun, “Gözaltında kaybedilen kişiler için ne “yaşıyor” diyebiliyoruz, ne “öldü” çünkü ortada bir cenaze yok, bir mezar yok” dedi...

Türkiye’de barış süreci için TBMM’de kurulan Komisyon, 21 Ağustos 2025’te Cumartesi Anneleri, Tahir Elçi Vakfı ve Barış Anneleri’ni dinledi. Besna Tosun, “Zorla kaybedilmek ölümle yaşam arasındaki çizginin silinmesi demek” diye konuştu.

T24’ten Ceren Bayar’ın haberine göre TBMM ve Komisyon Başkanı Numan Kurtulmuş ilk sözü Cumartesi Annelerinden İkbal Eren Yarıcı’ya verdi.

Çanakkaleli, Çerkez bir ailenin kızı olduğunu ifade eden Eren, 1980’de kaybolan ağabeyi Hayrettin Eren’in hikayesini anlattı. Kasım 1980’de anne ve babasının ağabeyinin gözaltına alındığını öğrendiğini, sonrasında ağabeyini bulmak için karakolda yoğun bir çaba gösterdiğini söyledi. Askeri darbe dönemi olduğu için başvurabilecekleri hiçbir kurum olmadığını, 90 gün gözaltı süresini beklemek zorunda olduklarını anlatan Eren, “O sırada tüm askeri cezaevlerini dolaştık, sivil cezaevlerini dolaştık” dedi.

O dönem yaptıkları tüm başvurulara ilişkin belgeleri komisyona sunduğunu anlatan Eren, ailesinin tüm ısrarlarına rağmen dava açılamadığını, her askerlik döneminde ağabeyine celp geldiğini söyledi ve “Bu psikolojik işkencenin üzerimizdeki yükünü düşünmenizi istiyorum” dedi.

İkbal Eren, şöyle devam etti: “Hayrettin Eren’i hep canlı bekledik. Yılar geçti, annem bir mezara razı oldu. 2011 yılında Erdoğan anneleri kabul etmişti. O görüşmeden sonra annem gazetecilere “Oğlumun bir kemiğine razı olurum” demişti.

95 yılına kadar aile olarak mücadele ettiklerini, 95’te tüm kayıp yakınlarıyla bir araya gelerek Cumartesi Anneleri olarak mücadelelerini sürdürdüklerini anlattı.

Anne ve babasının gözü açık bir şekilde hayata veda ettiklerini belirten Eren, “Hayrettin Eren’in ve tüm kayıpların yargılanma hakkı, yaşam hakkı ve mezar hakkı ellerinden alındı” ifadelerini kullandı.

Gözaltında kayıpların yaşandığı dönem Şükrü Balcı’nın emniyet müdürü, Mehmet Ağar’ın Terörle Mücadele Şubesi müdür yardımcısı olduğunu hatırlatan Eren, “Gözaltında kaybedilenlerin sorumluları bellidir. Abimin faili olarak yargılanmalarını istiyorum” dedi.

 

“Ağabeyimin varlığı ağız birliği edilerek inkar edildi”

Eren’in ardından söz alan Cumartesi Annelerinden Maside Ocak da ağabeyi Hasan Ocak’ın ve onu yıllarca arayan ailesinin hikayesini anlattı.

Ağabeyinin 1995 yılında annelerinin doğum günü için balık ve pasta alacağını söyleyerek gittiğini ama bir daha geri dönmediğini belirten Ocak, sonraki süreci şöyle aktardı: “Ağabeyimin gözaltına alındığı kabul edilmedi. Emniyet savcılık, valilik meclis içişleri bakanlığı başta olmak üzere tüm bakanlıklar ve ilgili tüm mercilere başvuru yaptık. Valilik abimin aranan şahıs olmadığını söyledi. Abimin varlığı ağız birliği edilerek inkar edildi.”

58 gün sonra Adli Tıp Kurumu’nda işkence izleri açıkça görünür biçimde cansız bedeninin fotoğraflarına ulaştıklarını anlatan Ocak, “Cansız bedeni Beykoz’da bir ormanlık alanda bulunmuş. Köylüler jandarmaya haber vermişler” diyerek süreci anlatmaya devam etti. Uzun süren çabalar sonucunda ağabeyinin cenazesini kimsesizler mezarlığında bulduklarını, oradan çıkarıp kendi geleneklerine göre defnettiklerini ifade eden Ocak, ”Devlerin kolluk güçleri tarafından gözaltında işkenceyle öldürülen ağabeyim devletin tüm kurumlarından geçirilirken ona ait tüm izler de silinmek istenmiş” dedi. Sorumluların yargılanması için başvurularda bulunduklarını ama başvuruların takipsizlikle sonuçlandığını kaydeden Ocak, ”Mehmet Ağar, Korkut Eken, Tansu Çiller ve yöneticilerinin ifadeleri on yıllardır alınmadı. Tanıklar dinlenmedi” dedi.

İç hukuktan hiçbir sonuç alamamış oldukları için Galatasaray Meydanı’nda bir araya geldiklerini anlatan Ocak, “699 hafta boyunca barışçıl buluşmalar gerçekleştirdik ama 700. haftamızda ağır polis şiddeti ile karşılaştık. O tarihten beri meydan bize ve tüm İstanbullulara yasaklandı” diye konuştu.

 

“30 yıldır hayatımızı cehenneme çeviren gülüşle yaşıyorum”

19 Ekim 1995’te gözaltına da alınıp kaybedilen Fehmi Tosun’un kızı Besna Tosun da babasının, ailesinin ve Cumartesi Annelerinin mücadelesini anlattı.

Tosun, “Babam zorla kaybedildiğinde 35 yaşındaydı. Ben 11 yaşındaydım. Bugün karşınızda babamın kaybedildiği yaştan daha büyük, 30 yıldır babasının mezarını arayan bir evlat olarak konuşuyorum” diyerek sözlerine başladı.

19 Ekim akşamı evlerinin önünde beyaz Toros marka bir araç olduğunu ve bu aracın önünde dört kişi gördüğünü anlatan Tosun, ”Araca yaklaştığımızda bu dört kişiden birinin babam olduğunu fark ettik. Babam bizi görmedi ama yanındaki kişilerden birisi bizleri gördü ve diğerlerini uyardı. İki kişi babamın koluna girerek evimizin yanında, ışıklandırması olmayan bahçeye babamı indirdiler. Babamı görmeye çalıştım ama ışık olmadığı için bahçedekileri ve babamı göremedim. Dönüp aracın yanında duran kişiye baktım. Babamın arkadaşı zannettim. Gülümsedim. O da bana gülümsedi. Ve ben 30 yıldır hayatımızı cehenneme çeviren bu gülüşle yaşıyorum” diye konuştu.

 

“Aynı anda annemin ve babamın çığlıklarını duyduk”

Annesine misafirlerin geldiğini haber verdiğini, annesinin balkona çıktığını ve babasının zorla beyaz Toros’a bindirildiğini gördüğünü anlatan Tosun, “Babam direnirken kafasını kaldırıp balkonumuza bakmış ve annemin balkondan baktığını gördüğü anda ’imdat beni götürüp öldürecekler’ diye bağırdı. Aynı anda annemin ve babamın çığlıklarını duyduk. Annem koşun babanızı götürüyorlar dedi ben 11 yaşındaydım, en küçüğümüz 5 yaşındaydı” ifadelerini kullandı. Aracın peşinden koştuklarını ama yetişemediklerini anlatan Tosun, “30 yıldır kardeşlerim ve annemle birlikte hala bu aracın peşinden koşuyoruz” dedi.

 

Cumartesi Anneleri’nin talepleri

Tosun, Cumartesi Anneleri’nin taleplerini şöyle özetledi:

Hakikatin açığa çıkarılması: Gözaltında kaybedilen yüzlerce insanın akıbeti açıklanmalıdır. Devletin resmi kurumları, geçmişin karanlık sayfalarıyla yüzleşmekle yükümlüdür.

Cezasızlığın son bulması: Gözaltında kaybetmeler başta olmak üzere, insanlığa karşı suçlar zaman aşımına uğratılamaz. Failler yargı önüne çıkarılmalı.

Geride kalanlar için adil onarım: Yaşanan kayıplar ve travmalar için onarıcı politikalar hayata geçirilmelidir. Kamusal özür, anma alanları, hatırlama mekanları bu sürecin birer parçası olmalıdır.

Kurumsal reform: Hak ihlallerine zemin zemin hazırlayan ve suistimallere göz yuman güvenlik, yargı ve idari yapılar yeniden yapılandırılmalıdır. Demokratik denetim mekanizmaları güçlendirilmelidir.

Toplumsal diyalog ve katılım: Barış süreci toplumun tüm kesimlerini kapsayacak şekilde yürütülmelidir. Şiddete maruz kalanlar, kadınlar, sivil toplum, yerel inisiyatifler bu sürecin aktif ölmesi haline getirilmelidir.

 (AGOS/AVLAREMOZ/T24– 21.8.2025)

sayfa-17-resim-024.jpg


***  BASINDAN GÜNCEL...

“Gazze’nin son günleri...”

Çağatay Anadol/T24

7 Ekim 2023’te Hamas’ın “Aksa Tufanı” saldırılarının ardından İsrail hükümeti olağanüstü hal ilan ederek “Demir Kılıçlar Operasyonu”nu başlattı. Başbakan Binyamin Netanyahu’nun duyurduğu hedef “Hamas’ı yok etmek” ve rehineleri kurtarmaktı. Savunma Bakanı Yoav Gallant 9 Ekim 2023’te “Gazze’ye tam kuşatma” emri verdi: “Elektrik yok, yiyecek yok, yakıt yok.” Bu açıklamalar, kara-hava-deniz operasyonlarının yanı sıra yakıt, elektrik, su ve gıda melzemeleri girişinin kesilmesiyle yürüyen bir kuşatma rejimini somutlaştırdı.

İsrail ordusunun çok boyutlu harekâtına hava bombardımanları, kara baskınları, kent içi çatışmalar, tünel operasyonları ve medya/iletişim kısıtlamaları eşlik etti. Savunma yönetimi Ekim 2023-2025 arasında değişti, Gallant ve ardından Israel Katz’ın kritik kararlarıyla sürdü; Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi operasyonel evreleri yönetti. Operasyonlar dalgalar halinde tekrarlandı; her dalga yeni bir yerinden edilme ve sivil altyapı yıkımı getirdi. BM ve bağımsız kuruluşlar, açlık ve sağlık sisteminin çöküşü konusunda sürekli uyarılarda bulundu.

Kuşatma tamamlanırken İsrail ordusu kademeli kara harekâtına geçti; kentlerin çevresi tank/istihkâm hatlarıyla çevrildi, yoğun bombardıman ve art arda “tahliye” emirleriyle nüfusun büyük kısmı yerinden edildi. BM’e ve Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’na göre Gazze’de en az 1,9 milyon kişi, yani nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı defalarca yer değiştirmek zorunda kaldı.

BM Uydu Uygulamaları Programı analizlerine göre, 2024 sonundan 2025’e kadar yapı stokunun yüzde 60-70’i yıkılmış veya ağır hasarlı; 250 binden fazla konut birimi bombardımanlardan etkilenmiş durumda. Bu ölçekte bir yıkım, eski çağların “taş üstünde taş, omuz üzerinde baş bırakmama” yönteminin 21. yüzyılın olanaklarıyla ve daha büyük bir şiddetle uygulanması anlamına geliyor. Gazze’de sistematik tahliye bildirimleri, “güvenli bölge” haritaları ve “harekât bölgelerinde kalmayın” çağrılarıyla siviller, ölüm/kaçış ikilemine zorlandı....

 

Kıtlık eşiğinin aşılması

Gazze’de açlık, 2025 ortasında kıtlık eşiklerinin aşıldığı bir krize dönüştü. Uluslararası raporlar, Gazze Şeridi’nin geniş bir kısmında kıtlığın ileri aşamalara geçtiğini; özellikle Gazze kentinde yetersiz beslenme oranlarının belirlenen kritik eşikleri geride bıraktığını ortaya koydu. Dünya Gıda Programı (WFP) ve BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve diğer ajanslar, nüfusun tamamının had safhada gıda güvensizliği yaşadığını; yüz binlerce insanın biyolojik yıkım koşullarında olduğunu bildirdi.

Güncel verilere göre Gazze’de açlıktan ölen çocukların sayısı yüzlerle ifade ediliyor... Raporlar Temmuz 2025 ortasına kadar 20 binden fazla çocuğun akut yetersiz beslenme tedavisi gördüğü, yalnızca bu dönemde 16 çocuğun açlıktan öldüğünü belirtiyordu. Bu sürecin kritik dönemeçlerinden biri, 29 Şubat 2024’te yardım kuyruklarının vurulması olarak kayda geçen ve “un katliamı” diye anılan olaydı. BM insan hakları uzmanları, yardım bekleyen sivillere yönelik saldırı düzenine dikkat çekerek soruşturma çağrısı yaptı. Olay, abluka ve dağıtımın askerileştirilmesinin nasıl ölümcül sonuçlar doğurduğunu simgeleştirdi.

 

Şehir dokusunun, sağlık sisteminin ve sivil altyapının çökmesi

Uydu analizleri, on binlerce yapının tamamen yıkıldığını; yüz binlercesinin ağır-orta hasarlı olduğunu gösteriyor. Bu yıkım, yalnızca konutları değil; okulları, ibadethaneleri, yolları, su-enerji hatlarını ve hastaneleri kapsıyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre 2025 başında 36 hastanenin yarıdan fazlası kapalıydı; yıl ortasına gelindiğinde yalnızca 19 hastane kısmen hizmet verebiliyordu. WHO ve bağımsız izleme ağları, sağlık tesislerine yüzlerce saldırı kaydetti; sistem, ilaç-yakıt eksiklikleri ve güvenlik sorunlarıyla işlevsizleşti.

Sivillerin yoğunlaştığı kamp ve yardım hatları yakınında gerçekleşen saldırılar; çadır kentler, okul ve hastanelerde tekrarlanan vurulmalar; aynı zamanda moloz yükünü katlayarak yeniden inşayı yıllara yayan bir enkaz ekonomisi ortaya çıkardı. BM Uydu Uygulamaları Programı ve BM birimleri, milyonlarca ton moloz ve patlamamış mühimmat riski nedeniyle insanların geri dönüşünün uzun süre riskli olacağını belirtiyor.

2025 Ağustos’unda uluslararası basın, ölü sayısının 62 bini aştığını; açlık kaynaklı ölümlerin de hızla arttığını aktarıyordu.

 

Zorunlu göç/gönüllü göç çağrıları ve Gazze’nin geleceği

Bugün Gazze’nin geleceği tartışılırken bazı İsrailli siyasetçiler “yeniden işgal,” “yerleşimcilerin dönüşü” ve “gönüllü göç” tezlerini dillendiriyor. Ben-Gvir ve Smotrich’in bu yöndeki açıklamaları, uluslararası hukuk ve insan hakları uzmanlarınca “etnik temizlik” riskini çağrıştırdığı için sert bir dille eleştirildi.

Bu çerçeveyi küresel ölçekte radikalleştiren ise ABD Başkanı Donald Trump’ın 2025’te dillendirdiği plan: Gazze’nin “Orta Doğu’nun Rivierası”na dönüştürülmesi; bunun için de Filistinli nüfusun kalıcı şekilde dışarıya taşınması ve bölgenin başka bir otorite tarafından “devralınması.” Bu metin yazıldığı sırada İsrail Gazze kentini “Filistinlilerden arındırmak” için ordu birliklerini harekete geçirmişti.

 

Nakba’dan günümüze: İki halkın travma sarmalı

İsrail Devleti 1948’de boş bir arazide kurulmadı. Filistin o sırada yüz binlerce Müslüman Arap’ın vatanıydı. Yahudi göçü ise, Britanya Mandası altında planlı ve adım adım yürütülen bir yerleşim hareketiydi. Bu süreç yalnızca diplomatik değil, gitgide daha fazla etnik temizlik, terör ve zorunlu göç uygulamalarıyla örüldü.

Filistin tarihinin en karanlık eşiği Nakba, yani “felaket” 1948’de, İsrail Devleti'nin ilan edilmesiyle başladı. Yahudi göçmenlerin Avrupa’daki travmalarla dolu geçmişleriyle sığındıkları bu topraklarda, halen yaşamakta olan Filistinli Araplar bir anda kendi evlerinde yabancı, hatta tehdit sayıldılar. O yıl, yüz binlerce Filistinli köylerinden, şehirlerinden, yurtlarından sürüldü. Bazıları silah zoruyla, bazıları katliam korkusuyla kaçtı. Toplamda 500'e yakın yerleşim birimi haritadan silindi. Nakba, sadece bir fiziki felaket değil, bir halkın kimliğinin parçalanması, hatıralarının gasp edilmesiydi. Bugün hâlâ milyonlarca Filistinli, o sürgünün mirasını mülteci kamplarında yaşıyor; birçoğu hâlâ ellerinde, geri dönemeyecekleri evlerinin paslı anahtarlarını tutuyor.

Filistinliler için bu durum, sadece toprak kaybı değil, kimliklerinin ve tarihlerinin silinmesi anlamına geliyordu. Direndiler. Ancak bu direnişin zaman zaman sivilleri hedef alan saldırılara dönüşmesi, İsrail toplumunda kalıcı bir güvenlik kaygısı oluşturdu. Karşılıklı korkular, her iki tarafı da şahin liderlere, daha radikal vizyonlara teslim etti. İsrail’de güvenliği gerekçe gösteren milliyetçi politikalar, Filistin’de giderek radikalleşen direniş örgütleri...

Bu kısır döngünün en kanlı halkası, Ekim 2023’te Hamas’ın gerçekleştirdiği ve 859 sivil Yahudi’nin yaşamını yitirdiği, 250 Yahudi’nin rehin alındığı ve yaklaşık 350 güvenlik görevlisinin öldürüldüğü saldırıydı. İsrailli sivillere yönelen katliam, insanlık vicdanında derin bir yara açtı.

Hamas, radikalleşmenin giderek kendini ve halkını bitiren bir organizma yaratmasının somut örneği olarak tarihe geçti. Netanyahu hükümeti de Gazze'nin Filistinli halkına soykırım uygulayarak, Holokost kurbanlarının anısını ve Yahudilerin tarihini lekeledi.

 

Gazze için ayağa kalkanlar

İslam ülkelerinin baskıcı tutumları Gazze’de yaşanan insanlık dramına karşı çıkan protesto hareketlerini sınırlı tuttu. İstanbul, Amman, Kahire, Jakarta gibi şehirlerde yüz binlerce kişilik mitingler düzenlense de bu gösteriler genellikle devlet güdümlü ve kısa süreli oldu, kalıcı bir uluslararası etki yaratmadı. Buna karşılık dünya genelinde en büyük, en sürekli ve en etkili kitle gösterileri Müslüman toplumlar tarafından değil, çoğu zaman Yahudi ve Hıristiyan vicdan hareketleri tarafından organize edildi.

Jewish Voice for Peace (Barış İçin Yahudi Sesi) ve IfNotNow gibi örgütler, yüz binlerin katıldığı yürüyüşler düzenlediler. 2023 sonu New York’ta Brooklyn Köprüsü’nde binlerce Yahudi, “Not in Our Name” (Bizim Adımıza Değil) sloganıyla günlerce protesto yaptı. Washington’daki Capitol binasında yapılan oturma eylemleri ABD gündeminde geniş yankı buldu. Birçok Yahudi Gazze’deki açlığı protesto etmek için açlık grevine başladı.

Londra, Roma, Madrid, Paris, Dublin gibi şehirlerde kilise gruplarının öncülük ettiği barış yürüyüşleri düzenlendi. Latin Amerika’da, özellikle Brezilya ve Şili’de kiliseler Filistin’le dayanışma eylemlerine aktif destek verdiler. İngiltere’de 2024 sonbaharında 500 bini aşkın insan sokaklara döküldü; ABD’de Kasım 2023’te Washington DC’de yapılan gösteriye 300 binden fazla kişi katıldı. Bu eylemlerde Yahudi ve Hıristiyan aktivistlerin varlığı ön saflardaydı. Avusturalya Sidney'de binlerce gösterici "Medeniyet Yürüyüşü" başlığı altında organize edilen protestoda kentin ünlü Liman Köprüsü'nden geçerek Gazze için ateşkes ve insani yardım talebinde bulundu. Kuşkusuz bu protestolara ilgili ülkelerin Müslüman vatandaşları da katılıyordu.

Nüfusunun çoğu Müslüman olan ülkeler, Gazze’deki yıkıma karşı diplomatik, siyasi ve toplumsal düzeyde en zayıf tepkileri verenler arasında kaldı. Devletler düzeyinde çoğunlukla “endişe ve kınama” açıklamalarıyla yetinildi; uluslararası kurumlarda somut inisiyatifler daha çok Güney Afrika, Nikaragua, Kolombiya, Bolivya gibi Müslüman olmayan ülkelerden geldi. Arap Ligi ve İslam İşbirliği Teşkilatı toplantıları, uzun bildiriler dışında etkili bir adım üretmedi.

Birçoğu ABD’ye bağımlı olan İslam ülkelerinin Filistin sorununu ayaklarına batan bir diken gibi gördükleri ve İsrail’in bu “dikeni” çıkarmasına örtük bir onay verdikleri acı bir gerçek olarak ortaya çıktı. Ne de olsa vicdan pek para etmiyordu!

sayfa-16-resim-033.jpg

Yazının tümü için link:

https://t24.com.tr/yazarlar/cagatay-anadol/gazze-nin-son-gunleri,51299

(T24 - Çağatay Anadol – 26.8.2025)

Bu yazı toplam 882 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar