Çağlayan Anaokulu’nda izcilik ve küçük, kırmızı bir not defteri…
Anaokulu yıllarım, Maarif Anaokulu’nda geçtiydi… Maarif Anaokulu, şu an HAS-DER’in bulunduğu binadaydı… Otobüsle gidip gelirdik anaokuluna… Mutlaka temiz birer mendilimiz olmalıydı… Üniformamız da altın renkli parlak düğmeleri olan hafif soluk kırmızı ceketti… Küçük masalara oturup süt içtiğimizi hatırlarım Maarif Anaokulu’nda…
Sonra Çağlayan Anaokulu’na geçtiydim – sanırım altı yaşındaydım… Eve daha yakın olduğu için miydi bu, hatırlamam…
Çağlayan Anaokulu, Çağlayan Çocuk Bahçesi’nin içine yapılmış prefabrik bir binaydı… Böylesi bir bahçenin içindeki bu okul, bir rüya gibiydi… Bu okul yanlızca anaokul değildi, ilkokuldu da… Teneffüslerde dangalabiştalarda, salıncaklarda, atlı karıncada oynayabiliyorduk… Koşup tavuskuşlarına bakıyor, “Gabaraman kel Fatma!” diye çığlıklar atıp tavuskuşlarının tüylerini kabartmasını bekliyorduk… Kimileri bu tüylerden koparıp defterlerinin arasına koyuyordu… Bahçede büyük bir de havuz ve fıskiyeler vardı…
ÇAĞLAYAN ÇOCUK BAHÇESİ…
Çağlayan Çocuk Bahçesi’ni rahmetlik babacığım Niyazi Uludağ, Lefkoşa Belediyesi’nde çalışırken, Dr. Gigi’yi ikna edip Çağlayan’da yaptırmıştı. Dr. Gigi, Lefkoşa’nın Belediye Başkanı’ydı ve babamı çok sever, önerilerini dinler ve uygulardı rahmetlik annemin anlattığına göre… Çağlayan Çocuk Bahçesi’nin adı hiçbir zaman “Çağlayan Çocuk Parkı” olmadı, Lefkoşa Türk Belediyesi’nin şimdilerde bazı kültür projelerinde çalışanların inatla ortaya koydukları gibi – ufak bir araştırmayla, rahmetlik arkeolog, araştırmacı yazar Tuncer Hüseyin Bağışkan’ın Çağlayan bölgesiyle ilgili araştırmalarını okuyarak ya da hayatta olan insanlara sorarak bunu öğrenebilirlerdi… “Arkhe” projesinde çalışanlara bunu yazdığımız halde, herhangi bir yanıt alamadık ve inatla “Çağlayan Çocuk Parkı” lafını kullanmaya devam ettiler ne yazık ki… Bunu da buraya bilinsin diye not düşmüş olalım…
ÖĞRETMENLERİMİZ…
Öğretmenlerimiz çok ilgili, çok sevecendi… Bir öğretmenimiz, “Bugün benim doğum günüm, bakın size neler getirdim” diyerek hayali pastalar ikram ediyordu bize – “pasta” dediği ise rengarenk plastisinlerdi… Bu renkli plastisinlere sınıftaki çocuk sayısına göre şekil vermiş ve küçük birer pasta gibi bizlere dağıtmıştı… Akordiyon çalan bir öğretmenimiz daha vardı – o Naile Hocanım mıydı yoksa Şerife Işık hanım mıydı? Yoksa başka birisi miydi, çok emin değilim… Naile Hocanım’la birkaç yıl sonra gideceğim Arabahmet İlkokulu’nda tanışacaktım ve Strauss’un “Mavi Tuna”sını alıştıracaktı bize – bu ünlü valsle sarı birer kelebek olup dansedecektik, o fakir okulda, kanat çırpıp havalanarak…
İzciliğe başlamam Çağlayan Anaokulu’nda olmuştu… Bahçeye sıra sıra dizildiğimizi, öğretmenlerimizin bize iki parmağımızı nasıl tutup izcilik yemini edeceğimizi gösterdiğini çok iyi hatırlarım… Burada izci düğümlerini, izcilik kurallarını da öğreniyorduk…
GÖÇMEN ÇOCUKLAR…
Benden 14 yaş büyük ablam İlkay, 11 yaş büyük abim Alper de izciydi. Hatta abim Alper’in izci düdüğü ve fuları da vardı… İzcilik günlerim Çağlayan Anaokulu’yla sınırlı kalmadı… Çağlayan Anaokulu’ndan sonra bir süreliğine Atatürk İlkokulu’na gittiğimi hatırlarım – göçmenlerle doluydu her yer ve sonrasında da annemin çalıştığı Sarayönü’ndeki Milli Kütüphane’ye daha yakın olduğu için Arabahmet İlkokulu’na gidecektim. Arabahmet İlkokulu’nda da izcilik günlerim devam edecekti… Sonraları İngiliz Koleji’nde de izcilik günlerim devam edecekti…
Arabahmet İlkokulu da fakir göçmen çocuklarıyla doluydu ama bu mahallede yaşayan sarı saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü Papatya da vardı sınıfımda… Evi, Arabahmet Camisi’nin karşısındaydı ve bir kere okuldan çıkıp evine gittiğimizi hatırlarım… Arabahmet İlkokulu’ndaki öğretmenlerimiz de muhteşemdi: Yüksel Akarsu, Turgut Afşaroğlu, Fikri Karayel, Nesrin Hocanım, Ülkü Hocanım, Naile Hocanım hatırladıklarım arasında… Bu öğretmenler, biz fakir çocukların iyi birer insan olabilmemiz için canla başla çalışıyorlar, “para karşılığı” değil, gönüllü olarak okul müdürü Fikri Karayel hocamız kendi evinde bize özel ders vererek seçtiği öğrencileri İngiliz Koleji imtihanlarına hazırlıyordu… Böylece fakir ve göçmen çocukların da koleje girişte bir şansa sahip olmasını istiyordu… Nur içinde yatsın, onun derslerini de hala çok iyi hatırlarım…
Beliğ Paşa’nın kızı için yaptırdığı konakta faaliyet gösteren Milli Kütüphane’nin avlusuna konağın hizmetkarları ve seyisleri için yaptırılmış ek binalarına da Baf’tan gelen göçmenler yerleştirilmişti. Konağın altındaki dükkanlardan birinde göçmenlere yardım dağıtıldığını da hatırlarım… Top top rafyalardan kürk paltolara, yün fanellalara kadar herşey vardı orada ve yaşlıca bir adam – sanırım bu, Rifat Şener olabilir – bir sandaliyede oturup koca bir deftere birşeyler karalayıp bu yardımları göçmenlere dağıtıyordu… Beliğ Paşa’nın kızı için yaptırdığı konağın avlusundaki haznede sıra sıra çeşmeler vardı – bu çeşmelerin önüne çömelen göçmen kadınlar – Pervin abla, Gökçen abla ve diğer kadınlar – bulaşıklarını yıkardı… Havlıda yanılmazsam lamarinadan yapılmış bir odacık da “banyo” olarak kullanılıyordu… Yıkanacak olan göçmenler, lamarinadan bu odacıkta yıkanıyordu…
Göçmen çocuklardan sarışın, mavi gözlü Melihat’la bu havlıda oynar, kütüphanenin bodrumundaki merdivenlerden yukarıya tırmanmaya çalışırdık ama korkardık da biraz çünkü karanlıktı ve örümceklerle örülüydü… Havlı, buri toprakla kaplıydı… Melihat’la ip atlardık, birayak oynardık, kütüphaneye gidip kitap okurduk… Raflar dolusu çocuk kitaplarına gömülür, gündelik sıkıntıları unuturduk…
KÜÇÜK KIRMIZI DEFTERCİK…
İzcilik günlerimde henüz altı-yedi yaşlarımdayken öğretmenlerimizden biri bize birer küçük kırmızı deftercik dağıtmıştı… Bu deftere her gün yaptığımız bir iyiliği yazmamızı istemişti öğretmenimiz.
O gün evde annemize mi yardım etmiştik? Tam olarak nasıl yardım etmiştik? Bunu, bu küçük deftere yazmalıydık…
Bir komşuya mı yardım etmiştik? Bahçedeki çiçeklerimizi mi sulamıştık? İzcilik öğretmenlerimiz ve sınıf öğretmenlerimiz bize böylesi hareketlerin iyilik olduğunu öğretiyor ve bunları bu küçük defterciğe yazmamızı istiyordu.
Ben de eciş bücüş yazılarımla – yazmayı yeni öğrenmiştim belli ki – bu defterciğe “Oturma odamızı süpürdüm”, “Anneme bulaşıkları yıkarken yardım ettim”, “Bahçedeki çiçeklerimizi, ağaçlarımızı suladım” gibi şeyler yazıyordum.
Ayrıca “Komşumuz Naciyanım Teyze’ye bir tabak yemek götürdüm”, “Ablam yemek yaparken çocukları oyaladım” gibi şeyler de yazıyordum.
Böylesi ufak iyiliklerin herkes tarafından bilinmesi gerekmiyordu – bu öğretinin arkasındaki şey, kendimizin bunu bilmemiz, bunun farkında olmamız ve her gün bu tür iyilikler yapmaya devam etmemizdi… Ve bunları küçük kırmızı defterciklerimize yazıyorduk. Hiç kimse bunları okumayacak olsa da, esas olan bizim bu deftere ne tür iyilikler yaptığımızı yazmaktı – defter kimseye ait değildi, yalnızca bize aitti…
Yani peşinde olduğumuz şey, başkalarından “takdir” almak değildi – başkalarına iyilik yaptığımız için çevremizden “takdir” görmek için yapmıyorduk bunu…
Şu anda 66 yaşında olduğum halde ve 60 sene öncesinden bahsettiğim halde, bu küçük, kırmızı deftere her gün yaptığım iyilikleri yazmak için nasıl heyecanlandığımı hala hatırlarım… İçim içime sığmazdı çevremdekiler için iyilikler yapacağım için ve sonra da bunu defterciğime yazacağım için. Bunu yaptığımda da kalbimde ve ruhumda bir huzur duyuyor, bir tür “başarı” elde ettiğimi hissediyordum… Ve böylece çevremdekilere nasıl yararlı olabileceğimi aramaya başlıyordum… 6 veya 7 yaşlarındaydım ve bu küçük kırmızı deftere yaptığımız iyilikleri yazma işi okul yılı boyunca devam etti. Bu küçük defteri, çocukluk hatıralarımın bulunduğu diğer şeylerle birlikte sakladım. Atmadım. Zaman zaman elime geçtiğinde sayfalarını karıştırıp kendi kendime gülümserim, öğretmenlerimin bana henüz çok küçük yaşlardan kendimi değil, başkalarını düşünerek iyilik yapmayı, çevremdekilerine zarar vermemeyi öğretmelerine müteşekkir olurum.
Henüz küçük yaşlardan “bütünlüğün” ne demek olduğunu öğretiyordu bize öğretmenlerimiz bu şekilde – “bütünlük” nedir ama? “Bütünlük”, hiç kimseler görmediğinde de doğru olan şey yapmaktır – ihtiyacı olanlara yardım etmektir, bunu not etmektir – başkaları için değil, kendimiz için bir not düşmektir…
Belki de öğretmen sendikalarına, Tarihsel Diyalog ve Araştırma Derneği AHDR gibi sivil toplum örgütlerine, bu “küçük kırmızı defter” gibi harika veya benzer projeleri çocuklarımız için canlandırmalarını önerebiliriz, böylece evlatçıklar henüz çok küçük yaşlardan insanlık değerlerini öğrenip öyle büyüyebilirler. Ve büyüdükleri zaman bu alışkanlıkları da devam edebilir böylelikle…

Ahmet Okan'ın paylaştığı Çağlayan Anaokulu'nun resmi...

Yıltan Taşçı'nın paylaştığı Çağlayan İlkokulu öğrencilerinin bir resmi...
*** BASINDAN GÜNCEL…
New York Times'ın analizi: “İsrail kendi güvenliğini sağladı, dünyayı ise kaybetti…”
Michael D. Shear/New York Times
İsrail zafer kazandı, ama hangi bedelle?
7 Ekim 2023’te Hamas’ın düzenlediği ve 1.200 kişinin öldüğü, 250 kişinin rehin alındığı saldırıya karşı Netanyahu’nun acımasız ve tavizsiz askeri karşılığı, İsrail’i bir parya devlete dönüştürdü. İsrail liderliği soykırım ve savaş suçu ile suçlanıyor, dünya liderlerinin çoğu tarafından dışlanıyor. Küresel kamuoyu yoklamalarında, çoğu insanın İsrail’e bakışı olumsuz.
Gazze’de Hamas’a karşı yürütülen savaş, on binlerce insanın ölümüne, 1 milyondan fazla insanın evsiz ve aç kalmasına neden oldu. Bölge harabeye döndü; yoksulluk ve umutsuzluk hâkim.
Yüzlerce İsrail askeri de hayatını kaybetti ve yetkililer, Hamas’ın tünellerinde hâlen yaklaşık 20 rehinenin hayatta olduğuna inanıyor.
İsrail’in bu tutumu, ABD’de uzun süredir süregelen iki partili İsrail destek konsensüsünü parçaladı. Artık Kongre’de İsrail’e verilen destek şiddetli tartışmaların konusu; üniversitelerde protestolar düzenleniyor, ABD’de ve dünyada antisemitik olaylarda artış yaşanıyor.
İçeride kırılmalar, dışarıda tepkiler
İsrail içinde de hükümetin askeri zaferleri, rehine kurtarmanın önüne koyması halkı derinden yaralamış durumda. Bu şiddet dalgası, İsrail’in müttefiklerinin ve komşularının da iyi niyetini zorluyor.
Yine de birçok İsrailli, artık çevresinde kendisini yok etmek isteyen silahlı düşmanların olmadığı bir gelecek ihtimalini memnuniyetle karşılıyor. Dünya tarafından olumsuz algılanma pahasına bile olsa…
Ancak 20 aydır her yönde süren çatışmaların bedeli ağır oldu. İşgal altındaki Filistinlilerin yeni nesli daha da radikalleşecek. İsrail, hedef ve yöntemleri konusunda küresel bir kamuoyu tepkisiyle karşı karşıya. Kendi ülkelerinde daha güvende olduklarını düşünseler de, İsrailliler yurtdışında kendilerini artık daha fazla tehdit altında hissediyor.
Protestoların tırmanışı
Geçtiğimiz cumartesi günü, Londra’daki Russell Square’de binlerce Filistin yanlısı gösterici toplandı. Mesajları ise şuydu: “Soykırımı durdurun. İsrail’e silah satmayın. Gazze’yi açlıktan öldürmeyin”
1982’de kurulan Filistin Dayanışma Kampanyası’nın yöneticisi Ben Jamal, İsrail’in eylemlerinin, İsrail’i dünya demokrasilerinden izole etme ve boykot/ambargo yoluyla davranış değişikliğine zorlama çabalarını hızlandırdığını söyledi.
7 Ekim öncesi 65 bin üyesi olan grup, şimdi 300 binden fazla üyeye ulaştı. İki yıl önce 65 olan yerel şube sayısı bugün 100’ü aştı…
İsrailli yetkililer soykırım suçlamalarını kesinlikle reddediyor ve sivillerin zarar görmesini önlemek için askeri önlemler alındığını savunuyor.
İsrail’i boykot, yatırımları çekme ve yaptırım uygulama anlamına gelen BDS hareketi uzun süredir var. Şirketlerin İsrail ile bağlarını kesmesine dair yaygın bir eğilim olmasa da, savaşlar bu harekete yeni ivme kazandırdı.
Pew Research’ün bu ay yayınladığı 24 ülkeyi kapsayan araştırmasına göre, İsrail hakkındaki olumsuz görüşler tavan yaptı. 20 ülkede halkın yarısından fazlası İsrail’e olumsuz bakıyor. Avustralya, Yunanistan, Endonezya, Japonya, Hollanda, İspanya, İsveç ve Türkiye’de bu oran yüzde 75’in üzerine çıktı.
Sadece Nijerya ve Kenya, İsrail’e olumlu bakan çoğunluğa sahip.
Diplomasi zayıflıyor
7 Ekim öncesi Suudi Arabistan gibi Körfez ülkeleri İsrail ile diplomatik ve ekonomik ilişki kurmaya niyetliydi. Ancak Gazze savaşı uzadıkça bu umutlar neredeyse tamamen kayboldu. Bu ülkeler, diplomatik ilişkilerin Filistin sorununa çözümle birlikte gelmesini şart koşuyor; bu çözüm ise her zamankinden uzak görünüyor.
Batı Şeria’da Netanyahu hükümeti, gelecekteki bir Filistin devletinin parçası sayılan topraklara yerleşimci teşviklerini artırdı. Aşırı sağcı yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik şiddetinde patlama yaşanıyor… Yine de İsrail’in diplomatik ufku tamamen kararmış değil. Şam’la ateşkes için görüşmeler yürütülüyor. Ve Hamas ile savaşın sona ermesi durumunda, Suudi Arabistan ile normalleşme yeniden gündeme gelebilir…
“Bedelini ödüyorlar”
Nahariya’da büyüyen 25 yaşındaki Lior Soharin, Lübnan sınırında Hizbullah roketlerinden korkarak bugünlere geldi. Şimdi Kudüs İbrani Üniversitesi’nde hukuk ve ekonomi okuyor. Geçtiğimiz ay yedek askerlik görevini tamamladı. Hizbullah’ın askeri kapasitesinin zayıflatılmasından memnun, ama kendini henüz güvende hissetmiyor.
“Belki Hamas, Hizbullah ve İran şu anda varoluşsal bir tehdit değil” diyen Soharin, sözlerini şöyle sürdürdü: “Ama 7 Ekim’den sonra İsrail’deki güvenlik hissimiz çok sarsıldı. Bunu yeniden inşa etmek çok zor”
İsrail kamuoyunda görüşler hâlâ bölünmüş durumda. Netanyahu’nun İran’a yönelik saldırılarla popülaritesi artsa da, bir ankette İsraillilerin üçte ikisi Gazze savaşının rehine anlaşmasıyla sona ermesini istiyor.
İsrail içinde savaş, Arap azınlıkla olan ilişkileri daha da gerdi; bazıları sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklandı…
Öfke, aktivizm ve şiddet
Gallup’un son anketine göre, Amerikalıların sadece yüzde 46’sı İsrail’e destek veriyor. Bu oran son 25 yılın en düşük seviyesi. Filistinlilerle empati duyanların oranı ise 2003’te yüzde 13 iken bugün yüzde 33.
Protestolar çoğunlukla barışçıl olsa da, bazı yerlerde Hamas’a övgü ya da Yahudilere yönelik şiddet içeren eylemler görüldü.
Washington DC’de İsrail Büyükelçiliği çalışanı iki kişi, Filistin adına hareket ettiğini söyleyen biri tarafından öldürüldü. Colorado’da ise bir kişi İsrailli rehineler için yürüyen grubu molotofla hedef aldı; bir kadın hayatını kaybetti.
İslamofobik saldırılar da yaşandı. Chicago’da bir kişi, 6 yaşındaki Filistinli Amerikalı çocuğu Müslüman nefretiyle öldürdü.
ABD üniversitelerinde protestolar sık sık polis müdahalesiyle sonuçlanıyor. Columbia Üniversitesi’nde 2024’teki “Gazze Dayanışma Kampı”nda 100’den fazla kişi tutuklandı.
Glastonbury Müzik Festivali’nde punk rap ikilisi Bob Vylan, “IDF’ye ölüm” sloganı attı; ABD yetkilileri grubun vize başvurusunu reddetti.
7 Ekim 2024’te Columbia Üniversitesi’ndeki öğrenci hareketi, “her türlü direnişle özgürleşme” çağrısı yaptı. Bu görüşler çoğu öğrenciyi yansıtmıyor, ancak İsrail’e yönelik bakış açısındaki değişimi gözler önüne seriyor.
Pek çok Yahudi öğrenci dışlandığını hissederken, Yahudi olmayan öğrenciler Filistinlilere sempatiyle yaklaşıyor.
Trump yönetimi, üniversitelerde antisemitizmin yaygınlaştığını savunarak kurumları hedef alıyor. Sağlık Bakanlığı, Columbia Üniversitesi’ni Yahudi öğrencilere yönelik tacizlere “kasıtlı kayıtsızlıkla” suçladı.
Demokrat senatörler ise Trump’ı, antisemitizmi siyasi bir koz olarak kullanmakla suçladı.
İsrail, 7 Ekim’den çok önce uluslararası eleştirilerin hedefinde bir ülkeydi. BM onlarca kınama kararı aldı. Ancak savaşın ardından bu kınamalar şiddetlendi. İspanya, Norveç ve İrlanda Filistin devletini resmen tanıdı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un da aynı adımı atması bekleniyor.
Bu hamleler Netanyahu’nun hükümetini öfkelendirdi. Macron, “Yahudi devletine karşı haçlı seferi” düzenlemekle suçlandı.
Ama emekli general Amidror gibi isimler, bu eleştirileri önemsemiyor:
Amidror “İsrail’in kendini savunma ve düşmanlarından kurtulma yeteneği, uluslararası toplumun İsrail hakkındaki görüşünden çok, çok, çok daha önemli” ifadelerini kullandı.

(New York Times’dan Michael D. Shear’ın analizini Türkçeleştiren: OKSİJEN – 5.7.2025)







