Bu Ada Hepimizin
Kıbrıs’a farklı dönemlerde göç eden on binlerce insan oldu. Kimileri Kıbrıs’ın güneyinden, kimileri ise Türkiye’nin çeşitli illerinden geldi. Savaşın ardından belirsizliğin gölgesinde yeni bir hayat kurma umuduyla göç ettiler veya ettirildiler. Kimileri evlerini, yurtlarını zorunlu olarak terk etti, kimileri daha iyi bir gelecek vaadiyle yola çıktı.
Türkiye’den adamıza gelen insanlarımız, bizlerin araba sürerek gitmeye bile usandığımız köylere yerleştirildiler. Bizlerden kopuk, nispeten uzakta yaşadılar. Kültürel farklılıkları, yaşam biçimleri biz adalılara yabancı geldi. Bu farklılıkları zenginlik olarak görmek yerine mesafe koymayı tercih ettik. Okullarda yeterince sahiplenip ada kültürünü öğretmedik, kendi kendilerine öğrenmeleri gerektiğini düşündük. Toplumumuzda savaş sonrası gelenler olarak algıladık. Onlar bizler ile aynı sokakta yaşarken, biz ve onlar ayrımını istemeden de olsa yaptık.
Oysa bu insanlar, sessizce, büyük bir özveriyle ülkemize emek verdi. Tarlalarda, inşaatlarda, kamu hizmetlerinde, esnaflıkta… bu ülkenin üretiminde, gelişiminde, yaşanabilirliğinde onların da izi var. Yine de bugün bile “nerelisin?” sorusu sorulduğunda “ Kıbrıslıyım” yerine atalarının doğduğu yeri söylemeleri, hala içten içe bir aidiyet meselesinin çözülemediğini gösteriyor.
Aidiyet nedir kısaca örneklendirelim. Pikniğe gittiğimizde ardımızda bıraktığımız çöpler, yerlere attığımız atıklar, aslında yalnızca doğaya değil, içimizdeki aidiyet duygusunu da yaralıyor. Bir insan sevdiği bir evi nasıl temiz tutarsa, ait olduğu toprağa da aynı özeni gösterir. Bu topraklara bıraktığımız her atık, sadece çevre kirliliği değil, bu topraklara içten içe yabancı kalışımızın bir çığlığıdır.
Doğaya atılan her atık bu adayı yuva olarak görmediğimizin bir yansımasıdır belki de. Oysa aidiyet yalnızca sözle olmaz, toprağa eğilerek, çöpümüzü alıp bir torbaya koyarak olur. Çünkü bir ülkeye ait olmak, o ülkeye saygı göstermekle başlar.
Belki de sorun onların değil, bizlerindi. Bu aidiyet duygusunu inşa edecek alanı, duyguyu, samimiyeti yeterince sunamadık. Kucaklayıcı olamadık. Ama hala geç değil.
Kıbrıs’ta “göçmen” diye etiketlenen çocuklar artık bu ülkenin öğretmenleri, doktorları, sanatçıları, yöneticileri oldular. Bu ülkeye yön veriyorlar, katkı sağlıyorlar, umut büyütüyorlar. Onlar da bu toprakların bir parçası artık. Bunu yalnızca dile getirmemeliyiz, hissettirmeliyiz de.
Bu yüzden artık geçmişin etiketini bırakmanın, birbirimizi sadece geldiğimiz yere göre değil, birlikte yaşadığımız yurdumuza göre tanımlama zamanıdır. Çünkü aidiyet yalnızca doğumla değil, emekle kurulur. Birlikte güldüğümüz, birlikte üzüldüğümüz, aynı sofrada oturup aynı sokağı paylaştığımız her an, bu ülkeyi hepimiz için biraz daha bizim kılıyor. Artık mesele nereden geldiğimiz olmamalı, nereye birlikte gideceğimiz olmalıdır. Geleceği kurarken kimseyi geride bırakmadan yürümek en büyük sorumluluğumuz olmalıdır.
Bizler bunu yapmadığımız sürece, bir siyasi parti çıkıp bizleri daha da ayrıştırabilir. Ayrıştırmaya çalışanlara inat, ayrışmayacağız. Bu ülke hepimizin. Doğduğumuz yer ne olursa olsun, hangi siyasi görüşe mensup olursak olalım, yaşadığımız bu topraklara sahip çıkmak, onu sahiplenmek, insanı sevmek ve aidiyet duygusuyla yaşamak zorundayız. Bu sadece bir kimlik meselesi değil; bir yaşam kültürü, bir toplumsal sorumluluk meselesidir. Yollarda sürat yapmadan, trafikte anlayışı koruyarak, çevremizi temiz tutarak, birbirimize saygı duyarak bu güzel adada birlikte yaşamanın değerini bilerek. Çünkü Kıbrıs, ancak birlikte güzelleşecek, birlikte sahiplendiğimizde gerçek anlamda yaşanacak bir ülke halini alacaktır.