1. YAZARLAR

  2. Aysu Basri Akter

  3. Artık yeni şeyler söyleyebilecek miyiz?
Aysu Basri Akter

Aysu Basri Akter

Artık yeni şeyler söyleyebilecek miyiz?

A+A-

 Yıl 2011…

Kıbrıs’ın soğuğunda Ocak’ın 28’inde 10 binler meydanları inletiyor…

Annan Planı çerçevesinde çözüm taleplerini ileten Kıbrıslı Türkler bu kez iradelerini kimliklerinden yana haykırıyor ve 2004’den bu yana ilk kez bu kadar geniş kitlesel bir eyleme imza atarak yeni bir tarih yazıyorlar…

Ve işte bu eylemin ardından ilk büyük kırılma yaşanıyor ve eylemde Erdoğan yönetimine karşı “Ankara çek git” anlamına gelen sloganlara tepki gösteren dönemin Türkiye Başbakanı Erdoğan, Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi manidardır" tepkisiyle meşhur “besleme” krizini başlatıyor…

“Çapulcu” krizlerinden çok çok önce Kıbrıslı Türkler, “besleme” olmakla suçlanıyor, iradesi ve kimliğini geri alma talepleri ise tersleniyordu.

2000’li yılların başında Kıbrıs’ta çözümü arayan ve geleneksel siyasete alternatif, yeni, cesur bir dil yaratan Erdoğan, sadece Türkiye’deki aydınların desteklediği doğru ve alternatif siyaset temsilcisi değil, Kıbrıslı Türklerin hatta Kıbrıslı Rumların da hayranlıkla takip ettikleri karizmatik lideriydi.

O kadar ki, Kıbrıslı Rumlar Erdoğan için “Türkiye’nin yeni Atatürk’ü” ifadelerini kullanıyor, Kıbrıs sorununun çözümü için yeni bir “Venizelos” arıyorlardı.

20 yıl sonra bugüne baktığımızda, Atatürk’ün kurup 100 yıl boyunca yaşattığı batılı medeniyet izindeki cumhuriyetin, bir İslam Devletine dönüşme sürecinin neredeyse tamamlanmak üzere olduğuna şahitlik ediyoruz.

Öngörüler biraz tersten işlese de çok haksız çıkmıyor, yani öngörüler!

Bugün çok eleştirdiğimiz Erdoğan siyaseti, aslında en başından gerek Türkiye, gerekse Kıbrıs için stratejisi ve hedeflerini açıklıkla ortaya koydu. Parmağının arkasına da saklanmadı, yeri geldiğinde “besleme”den “sıkılanması gereken hadsizlere” kadar sözünü de esirgemedi.

Ancak bunun karşısındaki Kıbrıs Türk siyaseti çok uzun yıllar boyunca bunu reddetti, kabullenmedi, çünkü kabullenip alternatif bir siyaset üretecek hareket alanını bulamadı. Toplum olarak da konfor alannlarımızı tehlikeye atmayı göze alamadık. Maaşlarımızın kesilmesini, gecikmesini dahi kabullenemedik.

 

Aksini önerip, bu dili ve siyaseti eleştirip reddedenler ise hızla marjinalleştirildi.

 

Ve gün geldi, Kıbrıs’ın kuzeyinde siyaset yapmak isteyen, seçime girmek isteyenin bu anlayış ve siyasetle “iyi geçinmek” zorunda kaldığı yeni bir yapı yaratıldı.

Ve bu yapı, kemer sıkma politikalarıyla kültürel dönüşüm hedeflerinin toplandığı mali protokollerin mimarı Halil İbrahim Akça döneminden başlayarak açıkça tarif edildi. Siyaset sahnesinde nasıl olunabileceğinin reçetesi olarak sunuldu bu protokoller.

Sene 2011…

Kıbrıs’ta buram buram Temmuz sıcağı… Neredeyse 40 yıl sonra başka bir büyük çıkarma bekleniyor adaya…

Bu sefer korku ve tedirginlikle…

Dönemin Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın 20 Temmuz’da bütün o besleme krizlerinden sonra adaya yapacağı ziyarette neler olacağı beklenirken, bu ziyaretin arifesinde sıcak bir yaz sabahı, Türkiye Başbakanlık’tan özel bir toplantı için davet alıyorum.

Ve dönemin önde gelen basın kuruluşlarının yönetici ve temsilcileri olarak apar topar Ankara’nın yolunu tutuyoruz.

Yenidüzen ve Kanal Sim’i temsilen AK Parti’nin Ankara binasında geniş güvenlik önlemleri altında katıldığım bu toplantıda en çok dikkatimi çeken, şüphesiz ki önceki yıllarda Kıbrıslı Rum gazetecilerle de özel toplantılarda biraraya gelme imkanı bulduğum Erdoğan’ın gücü ve karizması değil, Ak Parti siyasetinin simgesel temsiliyetleri…

Osmanlı dönemini anımsatan lale figürleri ve turkuaz renginin başatlığı…

Bu son derece samimi toplantıda Erdoğan’a “besleme ifadesi için Kıbrıslı Türkler’den özür dileyecek misiniz” diye sorduğum doğrudan soruya kesin ve net bir yanıt alıyorum;

 “Ne münsabet!”

Ve aslında bu iki kelime, bizim adada “aslında öyle denmek istenmedi” “aslında bilmiyorlar, bizi tanımıyorlar” gibi son derece naif ama konudan çok uzak tesellilerin ne kadar anlamsız olduğunu da ortaya koyuyor.

Türkiye’nin siyaseti, bu siyaset çerçevesinde kullandığı dil ya da farklı temsiliyetlerin hiçbiri tesadüfen ya da bilinçsizce kullanılan ifadeler değil.

Tıpkı bugün henüz yalanlanmayan “sıkılanması gereken hadsizler” ifadeleri gibi!

Bu toplantıda Erdoğan Kıbrıslı Türklere adaya gelmeden ne istediğini çok açık bir dille iletmişti.

Daha çok cami…

Çünkü Güney Kıbrıs dini kimliğini daha çok kilise ile gösteriyordu.

Kıbrıs’ın Kuzey’inin de dini kimliği daha fazla vurgulanmalıydı.

Daha dindar bir nesil…

Daha fazla Türk nüfus…

Bu hedef günlerce Türkiye basınının da gündeminden düşmeyen ve biraz da 7 yıldır evli olmama rağmen neden hala çocuğum olmadığını sorduğu benim üzerimden, 4 çocuk hedefiyle dile getirilmişti.

“Hem burdan gönderiyoruz şikayet ediyorsunuz hem de doğurmuyorsunuz” espirisine hepimiz gülmüştük.

Doğruydu… Çizdiği hedefi özetliyordu…

Bu toplantı, 2017’de Crans Montana’da çöken Kıbrıs görüşmelerinden sonra, ancak kabullendiğimiz, Türkiye’nin Kıbrıs çözüm politikalarındaki değişimi de açık bir dille ortaya koyuyordu.

Erdoğan hem bu toplantıda hem de adaya yaptığı ziyarette, AB’ye rest çekip, elini yükselterek, Kıbrıs’ta çözümsüzlük durumunda alternatifsiz olmadığımızı söylüyordu.

Adanın Kuzey’inde “Dünümüz Bir Yarınımız Bir, Tek Yüreğiz” pankartlarıyla selamlanan Türkiye Başbakanı, zaten 20 Temmuz’da adaya yaptığı ziyarette de açıklıkla bu değişimi anlatmıştı.

“Artık benim kitabımda Güzelyurt yok” diyen Erdoğan “Karpaz’ın da toprak tavizi” kapsamında verilmesinin mümkün olmadığını anlatıyordu.

Ne var ki, ne tepki gösterdiği ekonomik paketlere ne de eleştirdiği çözüm politikalarına karşı siyaset geliştiremeyen Kıbrıslı Türkler açısından bütün bu göstergeler sessizlikle izleniyordu.

Erdoğan’ın Kıbrıslı Türk gazetecilerle yaptığı görüşmede, henüz adada çok da gündem olmayan, ancak o toplantıya kadar süreci eleştirdiğim birkaç yazıyla gündeme gelmiş Türkiye’den Kıbrıs’a boru hattıyla su projesi de konuşuldu.

Ve tıpkı hedeflendiği gibi, o proje de asrın projesi olarak hayat buldu. Bugün evlerimizdeki çeşmelerden akan su bu projenin bir sonucu.

Ama asrın projesi başarıyla hayat bulurken, en stratejik ve hayati konuda Kıbrıs Türk tarafının hiçbir etkisi, yetkisi ve kararının olmadığı da çoktan kabullenip normalleştirdiğimiz bir konu.

Şimdi Külliye ve içindeki Yüksek Mahkeme binası tartışmalarını da ta o zamanlardan kalma artık herşeyin anlamını yitirme eşiğine dayandığı ve anlamsızlaştığı bir süreç olarak değerlendiriyorum.

Resmi adıyla Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi, yaygın kullanımıyla külliye konusu zamanı geçmiş bir magazin tartışmasına çoktan döndü.

Bugün CTP ya da herhangibir parti açılış törenine katılsa da katılmasa da ellerini açıp dua etse de etmese de bu yerleşkede yapılacak meclis toplantılarında yer alsa da almasa da külliye artık bizim gerçekliğimiz.

O binalar, orada kurulan yeni şehir, bütün heybetiyle orada durmaya, yüzyıllar boyu temsiliyetini sürdürmeye devam edecek.

Ve konu bu heybetli binaya harcanan kaynağın alternatif olarak eğitime ya da okul veya hastane yapımına harcanması gerektiği hiç değil!

Konu külliyenin ta kendisi.

Ve siyaset üretiminin akşamdan sabaha değil, önümüzdeki on yılları tasarlayarak üretilmesi ya da tamamen edilgen durumda izlenmesi.

Türk Dil Kurumu bakın nasıl açıklıyor külliyeyi;

Külliye, İslam toplumunun vakıf hukuku sistemi ve hayrat kavramını geliştirmesiyle ortaya çıktı. Merkezindeki yapı camidir. Cami en az cuma namazlarındaki zorunlu toplanma yeri olması yanında bir forum ve ilim, tören ve müzakere merkeziydi. Külliye bu merkezi tamamlayan yapılardan oluşur.

Devamla;

Arapça küll sözcüğünden türetilmiş bir isim olan külliye "umumilik, bütünlük" anlamında olup Osmanlılar zamanında Araplar'daki bazı medreselere üniversite kelimesinin karşılığı olarak verilen ad şeklinde de kullanılmıştır” diyor.

Temelinde cami olan yapının içinde ülkenin yasama organı konumundaki meclisi yer alıyor. Devlet daireleri…

Yine ülkenin en üst konumunda yer alan Cumhurbaşkanlığı…

Ve Yüksek Mahkeme…

Açılışında Başkanının dualar okuduğu…

Yani demokrasinin olmazsa olmaz temel üç bacağı olan yasama, yürütme ve yargı, caminin kalbine yerleşiyor.

Şimdi bu yapının demokratik bir parlamenter sistemi simgeleyen bir tarafı olduğunu söyleyebilir miyiz yoksa aslında tam anlamıyla bir modern İslam Devleti’ni simgelediğini kabullenebilir miyiz artık?!

Şimdi 24 yıl sonra bu sefer güzel bir bahar zamanına denk gelen yeni bir ziyaret var gündemde…

Yeni müjdeler ve yeni projelerle gelmesi bekleniyor, bu sefer Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’nın.

Tabii ki bunların ne olacağını bilmiyoruz.

Ama adına devlet dediğimiz, cumhuriyet ilan ettiğimiz yapının adının bile değişebilmesini bekliyoruz bu projeler kapsamında.

Bugüne kadar diklenmeden dik durmanın, mecbur olduğumuz tarihi, kültürel ve gönül bağımız olan bizi tanıyan tek ülkeyle iyi geçinmek üzeirnden geliştirdik siyaset dilimizi.

Bugün artık o dilin, buradaki mevcut demokratik hukuk sisteminin üzerine de çoktan kürek atıldı aslında.

Burada sadece tek bir tarafı suçlamak ise yine sadece gerçekliğimizden kaçmak anlamına geliyor.

Biz toplum yapımızla kendi konfor alanlarımıza dokunulmayan bir yapı talep ettik. Sandıklara attığımız her oyla bu talebi pekiştirdik.

Daha kolay işlerde, daha çok para kazanıp, daha iyi yaşamak oldu temel talebimiz.

Ama bedeli ödenmeyen özgürlükler de kalıcı olmuyor maalsef.

Bugünler göstere göstere, açıktan hedeflene hedeflene geldi.

Biz önce kabullenmedik. Sonra kabullenip ne yapacağımızı bilemedik.

Konfor alanlarımızdan ayrılmayı tercih etmedik. Bedel ödemedik.

Bugünü birlikte yaşıyoruz…

Şimdi yarın için gerçekten çok yeni bir şey söyleyebilme zamanı.

Ama topyekün. Hep birlikte… 

Bu yazı toplam 2828 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar