1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Aynakofolu çobanın akibetini merak ediyoruz…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Aynakofolu çobanın akibetini merak ediyoruz…”

A+A-

OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR…

 

bb-051.jpg

Çok değerli okurlarımızdan, “kayıplar” konusunda olağanüstü kalemiyle öyküler yazan ve “Ona Selam Söyle” başlıklı “kayıp” öykülerini anlattığı kitabı geçtiğimiz yıllarda Khora Yayınları tarafından yayımlanmış olan Dr. Derviş Özer, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Kudret Özersay’ın kapalı Maraş’ta Markos Oteli’nin damında çekilmiş fotoğrafıyla ilgili POLITIS gazetesinin yayınını aktarmış olduğumuz geçtiğimiz Cumartesi günü bu sayfalarda yayımlanmış yazımızı okuduktan sonra, bazı soruları gündeme getirdi.

Savaş esnasında hastaneye dönüştürülmüş olan Markos Oteli’nde tedavi edilen Kıbrıslıtürkler arasında annesi Münevver Özer’in de bulunduğunu belirterek annesinin kendisine Aynakofolu bir Kıbrıslıtürk çobandan da söz ettiğini ve bu çobanın akibetini de merak ettiğini belirtti. Dr. Derviş Özer şöyle yazdı:

“Evet annem ve beş mücahit bu hastanede Dr. Hacıgago tarafından tedavi edilmişti. Annem ve beş mücahite bir oda vermişlerdi kendi yaralılarını çıkarıp annemleri odaya koymuşlardı. Koridorlarda yanık insanlar yatıyordu diye anlattı. (napalm olablir) ama bir tane yaralı bir Kıbrıslıtürk çoban bağırsakları dışarıda, yolun kenarından alıp onu da götürmüşler, koyun beklerken havan düşmüş ve karnından yaralanmış bağırsaklarını bir torbanın içine koyup yolun kenarına kadar gelmiş ve birilerinin gelip geçmesini beklemiş. Birleşmiş Milletler kamyonu da durup almış. Maraş’taki hastaneye getirmiş. Ama hastaneye geldikten sonra o adamı bir daha hiç görmemiş annem. Onu başka bir kata almışlar. Ve hastaneden çıkarken de o, yanlarında yokmuş. Annemin bu çobana ne olduğu hakkında bir bilgisi yok. Bu çoban halen hayatta mıdır? Sağ mıdır?

Aynakofalı Kıbrıslıtürk çoban – Aynakofa’nın yeni adı Altınova’dır – o selvilerle yapılmış Kıbrıs haritasının bulunduğu Singrasi’nin orada denize doğru bir kavşak vardı eski yolda, oradan sola dönünce, o kavşakta solda iki tane efkalipto ağacı vardı ve Rum zamanı o efkaliptoların altında develer vardı… İşte o develerin olduğu efgaliptoların altında Mağusa’ya gidecek veya kendine yardım edecek birini beklermiş. Annemleri taşıyan araç durup onu da almış ve birlikte gitmişler tedaviye…

Lütfen bu konuyu araştırınız…”

Konuyla ilgili olarak bilgi sahibi olan okurlarımı isimli veya isimsiz olarak 0542 853 8436 numaralı telefondan beni aramaya davet ediyorum…

 


BASINDAN GÜNCEL…

“Hakkâri'den Sibirya'ya uzanan yol…”

Ragıp ZARAKOLU

Hamit Geylani’nin yakında çıkacak olan “Şeyh Ubeydullah” kitabı beni alıp yıllar öncesine götürdü. 2013 Haziran ve Temmuz'unda Hakkâri’deki Halk Şenliklerine katıldık. Bir yandan da barış sürecinin gelişimini izliyorduk. Fırsattan istifade, bir yandan yeni tarihin izini sürerken, bir yandan da eski tarihin izini sürüyorduk. Bir yandan yaşlılarla, gençlerle sözlü tarih çalışması yaparken, yaşayanlarla diyalog sürdürürken, bir yandan delice akan sularla, vadilerle, inanılmaz sarp dağlarla ve de harabelerle konuşuyorduk… Dünya cenneti Nehri’de, şifalı suların şakımasını dinler, ağaçların arasından gelen esinti ile ferahlarken, yıkık sarayın duvarlarına dokunuyor, az ilerdeki hüzünlü Yahudi evlerine bakıyorduk. Ta Babil zamanından kalma bir cemaatti onlar. İbrani’ydiler.

Yaşayan doğayla söyleşirken, bir yandan da orada her yanda harabeleri kalmış Nasturilerin izini sürüyorduk kilise kalıntılarını fotoğraflayarak. Yabanileşmiş dut bahçelerinde, bir zaman nasıl bu vadilerde ipekçilik yapılmış olduğunu hayranlıkla anımsıyorduk. Bir zamanlar Nasturi Kilisesi’nin dünya merkezi olan Koçanis’deki Nasturi Kilisesi’nin hâlâ dimdik ayakta duruşunu hayranlıkla izliyorduk.

Kadim bir halk, kadim bir kilise Nasturilik, yani şanlı Doğu Kilisesi. Bir zamanlar Orta Asya'lara, Çin'lere kadar uzanmış yolları İpek Yolu üzerinden. Uygur ülkesinde kiliselerinin kalıntıları hâlâ durur. Ve ol rivayete göre, İslam’ın kılıcından, atlı çöl fırtınası tabir olunan atlılarından ötürü, ta oralardan yine bir geri dönüş yaşayıp yeniden Hakkâri’nin güvenli dağlarına sığınırlarken, aralarında çekik gözlü bir aşiret de varmış. Demek ki Uygur kardeşlerimizden bazıları Nasturi inançlarında ısrar etmişler.

16. yüzyılda Nasturilerin bazıları, yeniden Vatikan’a bağlanmış ve adları Keldani olmuş. Nasturiler bir yandan da Asuri olarak tanımlarlar kendilerini, köklerini Asur İmparatorluğu’na kadar uzatırlar. Keldaniler de Kaldelilere kadar. Ortodoks Süryaniler ise Mardin odaklıdır. Kiliselerinin birçoğu, Nusaybin’deki Mor Yakub Kilisesi ya da Mardin’deki Zafaran Manastırı gibi, daha önceki Zerdüşt tapınakları üzerine kuruludur. Ve bütün bu eski tarihin aşınmış izlerini, taşın yorgunluğunda hissetmek bambaşka bir duyguydu.

Kürt’ün Kırmancı, Zaza’sı, Lori’si, Sorani’si, Yezidi’si nasıl varsa, hasılı Süryani/Asuri kardeşlerimiz de böyle çeşit çeşittir. Keldanilerin, Nasturilerin düzeni de, aşiret düzeni idi. Süryanilerin ve Ermenilerin tersine onlar da silahlı aşiretlerdi. Zaten dağın başında silah olmadan nasıl korursun ki kendini.

Ama aşiretler arası ittifaklar ve karşı ittifaklar ve bunların birbirleri ile çatışmaları içinde bazen konum değiştirerek yer alırlardı. Ta ki, o uğursuz 1915 yılına kadar. Seyfo’dan (Kılıç) kaçarak Urmiye’ye ulaşan Hakkarili Nasturiler, bu kez orada Teşkilat-ı Mahsusa birliklerinin ve Kürt aşiretlerinin saldırısına uğrayacaklardı. Nasturi Kilisesi Patriği Mar Şimon ise, Kürt Aşiret Lideri Simko tarafından tuzağa düşürülerek katledilecekti. Ama yıllar sonra da Simko’nun kendisi aynı biçimde İranlılar tarafından tuzağa düşürülerek öldürülecekti.

Bugün Asuri (Nasturi) Kilisesi'nin Patrikliği Chicago’da bildiğim kadarı ile. Koçanis nere, Chicago nere, Sibirya nere. (Sonuncuyu birazdan anlatacağım)

Nasturilerin varlığını, 1969 yılında Gençlik Köprüsü için Zap Vadisi’nde kamp kurduğumuzda, uzun bir yürüyüşle ulaştığımız Şavata köyünde öğrenecektim. Zap bütün kara yolunu haritadan sildiği için, o günlerde ulaşılamayan Çukurca’da da Keldanilerin varlığını duyacaktım. Ama Hakkâri merkezde yaşayanlar için, onlar ‘acaip’ insanlardı. Üç yanı sarp bir tepe üzerine kurulu kiliselerine hayran kalmıştım, dıştan damı loğlanan kutu tarzı bir yapı, küçücük bir delikten eğilerek içeri giriyorsunuz ve muhteşem bir tavanla karşılaşıyorsunuz, düz değil, tepeye doğru, gittikçe daralarak yükselen bir örgü. Kutsi sabah ve akşam ışığını alacak şekilde batı ve doğuya bakan cenahta açılmış ince uzun iki oyuk, tek aydınlanma olanağı. Ve burada akşam güneşini almak, insanı gerçekten öte alemlere götürmekteydi.

Peki ne olmuştu bizim Nasturi Şavatalı kardeşlerimize? Hakkârili birçok Keldani’nin Kamışlı’da yaşadığını, hatta bunlardan ender de olsa bazılarının zaman zaman Hakkâri’yi, ana/baba ocağını ziyaret ettiklerini de biliyorum.

Onların başına gelenleri de, İsveç’te Flemingsberg’deki, Mezapotamya Arşiv ve Kütüphanesi’nde eşelenirken öğrenecektim. Elime ‘Nihai Varışyeri: Sibirya’ (*) adlı bir sözlü tarih çalışması geçti. Hazırlayan, İliya Lazar Vartanov, Şavatalı 3. kuşaktan bir Nasturi. Sonuç olarak bizim Şavatalıların çilesi bitmemiş. Büyük Seyfo Kaçkunu sırasında, sağ kalabilmek için geri çekilen Rus birliklerinin ardından Rus İmparatorluğu topraklarına vasıl olmuşlar. Nasiplerine yerleşmek için Volga Almanlarının nefis şaraplar ürettiği bir köy düşmüş. Sen Hakkâri’den kaç, Enver’in kardeşinin Bakü seferi sırasında bir sürü badireler atlat, ardından Rus Devrimi’nin bütün evrelerini orada yaşa. Kolhozların kuruluşunu yaşa, ardından Volga Almanlarının Uzak Doğu'ya tehcirine tanık ol. Sovyet ordusunda Nazizme karşı Anavatan Savaşına katıl, madalyalar al. Sonra tam rahata erdik, gün yüzü göreceğiz derken, 1949 yılında NKVD kapını çalsın. “Hemen toparlanın, 20 dakika içinde gidiyorsunuz!” Nereye? Bilinmeyen bir yere! Yeniden Seyfo günlerindeki korkuyu yaşa. Balık istifi gibi vagonlara doldurul. Git Allah git! Sonunda, nice kayıplardan sonra, Sibirya’nın göbeğindeki Tomsk şehrine ulaş. Uçsuz bucaksız Sibirya Ormanlarının eşiğinde ekine açılmış bir kolhoza kon. Orayı kuranlar da sürgün Don Kazakları. Yeni gelen ‘kara kafalara’ pek de iyi gözle bakmazlar. Çünkü gelen rapora göre onlar ‘Türk’tür.’ Ülkenin milli güvenliği için tehdit oluşturdukları için sürülmüşlerdir. Yani Soğuk Savaş’ın bedelini ödeyenlerden olur bizim Şavatalılar da. Ve 1915’ten beri başlarına gelen şeylere akıl erdiremezler. Ha Marko Polo ha onlar! Şavatalıların kağıtlarında, geldikleri yer olarak ‘İran’ yazılıdır. O zamanlar da İran Şahı, Amerikanın oyuncaklarından biri. Oldu mu bizim Şavatalılar size, ‘İran casusu’. Çalışkanlıklarıyla, güler yüzleri ile nasıl Volga Almanlarının güvenini kazandılarsa, Sibirya’daki Don Kazaklarının güvenini de kazanırlar. Bizim Şavatalı Vartano’lar, resmi kayıtlara ‘Vartanov’ diye geçerler. Neyse, güç bela Azerbaycan’daki yerlerine dönerler. Ama yerleri çoktan Azerilere verilmiştir. Hadi yeniden bir hayat kurmaya çalış oralarda.

İliya Lazar Vartanov, bu sözlü tarih çalışmasını Rusça kaleme alır, ama kitap yayınlanamaz. Sovyet otoriteleri, tam Ermeni-Azeri çatışmasının başladığı sıralar, “Başımıza bir de siz bela çıkarmayın” derler. Bu çatışmadan, Hristiyan oldukları için onlar da nasiplerini alırlar. Yeniden göç yolları görünür onlara.

Evet, 1969 ağustos ayında uyuduğum kalın duvarlı muhtar evinin daha önceki sahiplerinin akıbetini böylece 2014 yılı baharında öğrenmiş oldum.

 (*) Türkçe tercümesi: Eliya Vartanov, Sibirya Sürgünü Asurilerin Anıları (1947-1956), Yaba Yayınları, 2005.

(ARTI GERÇEK – Ragıp ZARAKOLU – 6.7.2019)

 

 

Bu yazı toplam 1483 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar