1. YAZARLAR

  2. Aysu Basri Akter

  3. Vesayet rejimi gerçekliğimiz
Aysu Basri Akter

Aysu Basri Akter

Vesayet rejimi gerçekliğimiz

A+A-

Seçimin ardından Kıbrıs’ta daha iyi bir gelecek hayal eden herkes için şimdilik bahar tadında, balayı havasında geçen 1 haftanın ardından yavaş yavaş ülkenin sert gerçekleriyle yeniden yüzleşiyoruz.

Ama bu gerçekliklerin değişmesini istiyorsak, sorumluluğu tek bir kişiye, tek bir partiye ya da gruba yüklemek doğru değil.

Geçenlerde sosyal medyada önüme tam da durumumuza uygun düşen bir espri düştü;

Godot tutuklanmış!

Yıllardır sihirli değneğiyle her şeyi düzeltmesini beklediğimiz ilahi kahraman Godot’nun da hele Türkiye’deki siyasi iktidar yapısın düşündüğümüzde tutuklanmasından daha doğal bir şey olamaz.

Ama biz de buralarda bir Godot bekliyorsak, ya da O, yeni seçtiğimiz cumhurbaşkanıysa O’nun da hepimiz gibi serbest bir vesayet rejimi tutuklusu olduğunu hatırlamak ve bu süreçten ancak birlikte çıkabileceğimizi de hatırlamak gerekiyor.

Geleneksel olarak alışkanlığımız, vizyon geliştiremeyip, öngörü yaratamayıp, konu ancak genel toplum gündemine düştüğünde, haber olduğunda yani aslında süreç tamamlanmadığında tepki veriyor oluşumuz.

Bunun en açık iki örneğinden birini, Türkiye’den gelen su projesinde yaşadık.

Yapılan anlaşmanın içeriği ve gelecek kurgulaması yapılırken tek söz söylemeyen muhalefet ve iktidar partileri, proje tamamlanıp borular döşendikten sonra ancak vana açılmasının arifesinde tepki göstermeye başladı.

Bu aşamada da konu her zamanki gibi Türkiye suyuna hayran olanlarla Türkiye suyunu istemeyenler gibi sığ bir kutuplaşmada sıkışıp kaldı.

Oysa proje en başından, ihale süreçleri, işletim modelleri ve kullanım alanlarıyla uygunsuzluklar içeriyordu. Ne var ki Türkiyeli bakanlar “size harup ağacı getireceğiz” derken, bizim yetkililerimiz bu suyu nasıl ve nerede daha verimli kullanabiliriz diye çalışma yapmamış ve yıllar içinde heba ettikleri doğal bitki örtüsü olan harubun utancını da yaşamamışlardı.

Benzer tartışmayı külliye projesinde de yaşadık.

Projeyi iptal edemeyen, ideolojik modelini dönüştüremeyen yapı, sivil toplumu, iktidarı, iş dünyası ve muhalefetiyle hepimizin ortak yapısıdır.

Şimdi bitmiş bir konu üzerinden tartışma zemini aramak sadece anlamsızdır.

Bugünlerde gündemimizde Telekomünikasyon Dairesi’nin özelleştirilmesi, ya da Türk Telekom’a devredilmesi ve yeni İlahiyat Koleji projesi var.

Her iki konu da yıllardır, her yıl yenilenen Türkiye-KKTC mali protokolünde yer alan konular.

Bunu hasır altı edip, karşı çıkarmış gibi yapmak sonuç getirmiyor.

Susup süreç içinde normalleştirip dayatmak da.

Ercan’ın özelleştirilmesi ve su projesi de yine bu mali protokollerde yer alan hedefler arasındaydı.

Her iki model de sadece Kıbrıs Türk toplumu için orta ve uzun vadede derin zararlar yaratacak şekilde tasarlandı.

Çünkü her iki proje de fayda sağladığı kesimlerle Kıbrıs Türk toplumu çıkarlarını ortaklaştırmadı.

Telekomünikasyonun özelleştirilmesi koşullarına bakıldığında da bunu açıklıkla görmek mümkün.

Sırf kötü yönetiliyor, verimsiz çalışıyor, sırf günün koşullarına uygun yatırım mekanizmalarından uzak tutuluyor diye bir ülkenin en stratejik kurumlarını bir başka ülkeye kayıtsız şartsız devretmek kendinden vazgeçmek demek.

Biz en stratejik konulardan biri olan su yönetimini, ulaşımı, elektriği kayıtsız ve şartsız sadece kendimiz bedel ödeyerek bir başka ülkeye devrediyoruz.

Bir başka ülkeden gelen seçilmiş ve ayrıcalıklar uygulanan yatırımcı fayda sağlıyor.

Kardeş ülke dediğimiz Türkiye, adanın tamamı üzerindeki garantörlük hakkını adanın tamamı üzerinden bir vesayet düzenine evriltmenin anahtarlarını kullanıyor.

Peki ya biz?

On yıllardır CTP’nin de dahil olduğu siyaset artık başkalaşmış, özü değişmiş ortamda, doğru olduğunu düşündüğü bir şey yapmaya dönüştü.

Çok tartışılan İTEM yasası böyle geldi.

İlk İlahiyat Koleji yine CTP’li bir Başbakan tarafından açılırken, süreç yine zaten çoktan dönüşüp başkalaşmıştı.

Tıpkı külliye projesinde olduğu gibi.

Tıpkı su projesinde yaşananlar gibi.

Ve muhtemelen Telekomünikasyon, limanlar ve yeni ilahiyat kolejleri konusunda yaşanacaklar gibi.

Günden güne derinleşen bir vesayet düzeninde yaşıyoruz.

Bu yapıyı dönüştürmek tek başına hiçbir siyasi partinin, iktidarın ya da siyasetçinin yapabileceği bir şey değil. Kaldı ki, bu rejim zaten çoktan tamamlanmış bir projenin parçası olarak duruyor karşımızda.

Ama yine de her şeye rağmen bir şeyler yapmak, zararın bir noktasından, en azından ortak çıkarların şeffaflık temelinde buluşabileceği bir noktaya evriltmek mümkün.

Türkiye’nin seçilmiş iktidar yanlılarının peşkeş faydasından arındırmak mümkün buraları.

Tamamen yok olmadan kendi sermayesinin önünü açmak mümkün.

O yüzden UBP dahil, bütün siyasi partilerin kendi iç demokrasilerini geri kazanıp, yapılanıp, yüksek kamu yararı adına kendini dönüştürme zamanıdır.

Toplumun ve bütün sivil toplum örgütlerinin bunu denetlemesi, daha iyisini talep etmesi her zamankinden daha elzemdir.

O yüzden yeni dönemin siyaset üreten bütün mekanizmalarının iç dinamiklerini yenileyerek, Kıbrıs müzakere sürecinin başlaması dahil olmak üzere, bu vesayet düzenini dönüştürmek için elini taşın altına koymasının zamanı geldi de geçiyor.

Bu son dönemeç.

Bu süreci de kaybedersek, vesayet rejiminde siyasi parti olmak, seçim yapmak ya da kazanmak da anlamsızlaşacak.

UBP’nin başına gelenler normal olacak.

***

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini yöneten CTP’nin gerek kurduğu sağduyulu iş birlikleri gerek ise olgun dili açısından, Annan Planı referandum sürecini yönetmesine çok benzetiyorum.

O dönemde de herkesin acısına, korkusuna saygılı bir dil geliştiren CTP, halkı doğru bilgilendirmeye odaklı, kutuplaştırmadan son derece olgun bir siyaset geliştirmişti.

Ardından aslında bugünkü Cumhurbaşkanı’nın da temsil ettiği bir gelenek olan Birleşik Güçler konseptini yaratarak, oldukça geniş bir kitleye ulaşmayı başardı.

O dönemde çokça eleştirilmesine rağmen, yaşadığı olumsuzluklar, kar ve fayda denklemi açısından kabul edilebilecek sınırda kaldı.

Ne var ki, ardından gelen özellikle hükümet dönemi, derin hayal kırıklıkları yarattı.

CTP bunu kendi içinde tartıştı ve yine sağlıklı bir zeminde gereken dersleri çıkararak geride bıraktı.

Şimdi o derslerden daha fazla yararlanma zamanıdır.

Kuran kurslarının tenis dersleriyle eşdeğer olmadığını yüksek sesle söyleyebilecek özgüvene bütün siyasi partilerin sahip olduğunu düşünmek istiyorum.

TDP, bu seçimde ulaşması mümkün olmayan kitlelere ulaşarak, kendini anlatma, belki önyargıları yıkma fırsatını buldu.

Süreci son derece büyük bir sağduyu ile yönetti.

Annan sürecinden başlayan gel gitler ve zaaflarını doğru zeminde değerlendirdiğine ve bu süreci de doğru yöneteceğine inanmak istiyorum.

UBP seçim sonrası derin bir kriz yaşıyor.

Eroğlu sonrası ağır bir itibar ve liderlik kaybı yaşayan partinin, kendi iç demokrasisini kullanmadığı ya da kullanamadığı zamanlarda ödediği bedellerin ağır olduğunu sanırım artık herkes gördü.

Derinleşen çıkar paylaşımlarıyla partinin organik bağları ayrılabildiği kadar siyaset sahnesinde başarı sağlar ya da orta vadede kaybetmeye mahkumdur.

Umarım bu seçim doğru yapılır.

YDP’nin kutuplaşma ve aslında son derece tehlikeli bir provokasyondan beslenen yapısı hala dimdik ayakta.

Demokrasi geliştikçe sürdürülebilir bir model olmamakla birlikte, kaos ortamında hala kendine yol bulabilme ihtimali var.

DP son demlerini yaşarken, siyaset sahnesinde özellikle Denktaş sonrası sürdürülebilir bir yapı yaratabilecek gibi görünmüyor.

Bu toplumun mecliste olsun ya da olmasın, siyaset üretim mekanizmalarına ihtiyacı var.

Bu mekanizmaları gözbebeği gibi koruyup geliştirmek, hepimizin ortak sorumluluğu.

Yoksa bu mekanizma da ortadan kalktıktan sonra birçok şeyi tartışmak tamamen anlamsızlaşacak.

Bu yazı toplam 1286 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar