1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Mişaulis ve Kavazoğlu anısına belgesel film yapılıyor... (2)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Mişaulis ve Kavazoğlu anısına belgesel film yapılıyor... (2)

A+A-

11 Nisan 1965 tarihinde “Teşkilat” tarafından kurulan bir pusuda öldürülen Kostas Mişaulis ve Derviş Ali Kavazoğlu anısına AKEL Yeniden Yakınlaşma Bürosu’nun hazırlamakta olduğu belgesele, biz de araştırmalarımızda öğrendiklerimizi paylaşarak katkıda bulunduk.

Derviş Ali Kavazoğlu’nun ve Kostas Mişaulis’in arkadaşları ve ailesiyle 2005 yılında “Milliyetçiliğin Öksüz Bıraktıkları” başlığıyla YENİDÜZEN’de yayımlanan yazı dizimiz çerçevesinde çeşitli röportajlar yapmıştık. Kavazoğlu’nun kızkardeşleri Şerife Maniler ve oğlu Soner Maniler ile Münevver Ertuğrul da ilk kez 20 sene önce “Milliyetçiliğin Öksüz Bıraktıkları” yazı dizimizde bize konuşmuşlar ve röportajları geniş yankı yaratmıştı... 2005’te yapmış olduğumuz bu değerli röportajları tekrardan yayınlamak ve Rahmetlik Şerife Maniler ile rahmetlik Münevver Ertuğrul’un anlattıklarını okurlarımızla bir kez daha paylaşmak istiyoruz... Röportajlarımızın devamı  şöyle:

 

Soru: Siz nasıl duyduydunuz?

Soner Maniler: Zannederim televizyonda dinlediydim, öyle kaldı aklımda... Şimdi tabii insanın akrabası olduğu için üzülür... Onun dışında, böyle aydın, ilerici bir insanın öldürülmesi, toplum açısından da üzücüdür. Bir akraba olduğu için üzülün, bir de toplum böyle bir elemanını kaybettiği için tabii ki üzücüdür...

 

Soru: Cenazesine katılabildi miydiniz?

Soner Maniler: Katılamadıydık çünkü Dali’ye gömüldüydü... Zaten kimsenin o cesareti yoktu çünkü onları da temizlerlerdi! Öyle bir cesaret yoktu... O dönem onunla temasa geçip konuşmak bile tehlikeliydi... Zaten tanıyan birine dahi seslenemezdi, selam veremezdi. Bu konuları Kamil Bey’le biz, 74’lerden sonra başladık konuşmaya. Birbirimizi bildiğimiz halde konuşamazdık...

 

Soru: 58’den 65’e, yedi sene, az görüşebilirdiniz herhalde...

Soner Maniler: Görüşemezdik... Çünkü ne o bu tarafa gelebilirdi, ne de biz o tarafa gidebilirdik çünkü insanın hayatı tehlikedeydi... Sadece haber alırdık, sağdı, iyiydi falan diye. Bu arada İngiltere’ye gitti, söyledim onu, kalmadı, geri geldi bu dava için. Bu arada Sovyetler Birliği’ne, Bulgaristan’a gitti, kendini geliştirdi. Hatta 58’de İngilizin oyunuyla başlayan bu Türk-Rum çatışmalarının da AKEL içinde çok tartışması olduydu, “İngilizin oyununa geliyor Rumlar da” diye... Örneğin Kördemenlileri İngilizler Gönyeli’ye götürüp Türklere teslim edip öldürülmelerini provoke ettiğinde ve bunun karşılığında Rumlar da Sinde’den Mağusa’ya giden işçi otobüsüne pusu kurup “intikam amacıyla” 3 Türk işçiyi öldürdüklerinde, Kavazoğlu AKEL Merkez Komitesi’nde “Bunun İngiliz oyunu olduğunu” uyarısında bulundu  ve bu ‘intikam” havasına kapılınırsa Türklerle Rumların birbirine düşeceğini, bunun engellenmesi gerektiğini anlattı... AKEL’in içinde de vardı ENOSİS’i isteyen... Bu defa işçi sınıfına ters düştüğünü söylerdi, onun kavgasını verirdi. Anlattıydı bunu AKEL’e de ki daha sonra onlar da ENOSİS’ten vazgeçtiydi. Yani AKEL içindeki ENOSİS yanlılarının,  ENOSİS düşüncesinden vazgeçmesi için parti içinde büyük kavga verdiydi. Esas dava Kıbrıs’ın bölünmemesiydi ve işçi sınıfının davasıydı... O zaman, Rum solcularından daha ilerideydi ki onları da eğitirdi! Bir hayli kitapları vardı, getirdiydi bize... Ama o zaman teşkilattan korkardık, hepsini yok ettiydik... Çünkü her an baskın yapıp yoklayabilirlerdi. Bir hayli kitabını yok ettik..

 

Kamil Tuncel: Kısaca, yalnızca ailelerimiz yetmez, cemaat bile terörize edilmişti. Mesela Fazıl Önder’i, Ayasofya camisinin yanında, orta yerde vurduklarında, dükkanından çıktı ve tam katili tutarken arkadan hançerlendi... Bu olay halkın arasında olmuştur ve bugüne kadar hiç kimse çıkıp da “İşte Fazıl’ı öldüren Hasan idi, Hüseyin idi falan” diye söylemiyor... Demektir ki yeraltı teşkilatı, değil yalnızca aileyi, halkımızı bile terörize etmişlerdir. Ve herşey gizli kapalı bugüne kadar sürüp gidiyor. Şimdi birazcık bu açıklamalar yapılıyor...

 

Soru: Dayınız Derviş Ali Kavazoğlu’nun mezarına ne zaman gidebildiniz?

Soner Maniler: Geçen sene, anma törenine gittiydik. Evvelki sene de gittiydik... Geçen sene, o kadar görkemli bir tören olacağını tahmin etmezdim. Dali’de oldu, Rumlar, Türkler biraraya geldi, bandolar çaldı... Çok canlı bir şey oldu. Sendikalar, Rum tarafından, Türk tarafından siyasi partiler geldi. Gençlik dernekleri geldi. Çeşitli örgütler, konuşmalar... Çok görkemli bir şey oldu. Tabii ki insan onurlanır, böyle bir şey olduğunda...

 

MÜNEVVER ERTUĞRUL’UN ANLATTIKLARI...

“Derviş Ali Kavazoğlu’nun kızkardeşi 88 yaşındaki Münevver Ertuğrul, 1966’da mevlit okutacaklarında evlerini sivil polisin basıp mevlidi yasakladığını hatırlıyor:

“Adını anmaktan bile korkardık...”

Derviş Ali Kavazoğlu’nun 88 yaşındaki kızkardeşi Münevver Ertuğrul, 1966’da mevlit okutacaklarında evlerini sivil polisin basıp mevlidi yasakladığını hatırlıyor, ““Kardeşimiz için doğru düzgün ağlayamadık, mevlit okutamadık...” diyor...

Münevver Ertuğrul da, kızkardeşi Şerife Maniler gibi hasta... Onunla hasta yatağının yanına oturup konuşuyoruz...

Kardeşi Derviş Ali Kavazoğlu, ölüm tehditleri altındayken, onun Kaymaklı’da “bypass” üzerindeki evinde kalmış... Derviş Ali’nin Kıbrıslıtürk toplumu içinde yaşadığı en son yer bu evmiş... Ve komşularından birisi “teşkilat”taymış ve bir gün onları uyarmış: “Söyleyin Derviş Ali’ye, bu akşam onu vuracaklar, kaçsın!” demiş. Kavazoğlu, bu evden adımını atıp kaçtığında, yıllardan 1958, aylardan Mayıs’mış... 1965 yılında 11 Nisan tarihinde Mişaulis’le birlikte öldürülünceye kadar, Lefkoşa’nın Rum kesiminde, Hristoforos Conis’in evinde “yeraltı”nda bir yaşam sürdürmüş... Hem Kıbrıslıtürk, hem de Kıbrıslırum faşistlerin sürekli onu izlediği ve tuzağa düşürmeye çalıştığı bir yaşam...

Ama şimdi 88 yaşındaki kızkardeşi Münevver Ertuğrul’a kulak verelim... Kardeşini nasıl hatırlıyor? Derviş Ali nasıl birisiydi? Neler yapardı? Münevver hanım onun ölümünü nasıl öğrendi? Hikayesini şöyle anlatıyor:

“Derviş Ali, 4 Nisan 1924 tarihinde Pi-Peristerona’da (Alaniçi) doğdu. Annemizin adı Fatma, babamızın adı Ömer Hasan Kavaz’dı. Dört kardeşiz.... En büyük abimiz Hasan, ablam Şerif, ben ve en küçüğümüz Derviş Ali’dir.

Babamın köyde kumaş dükkanı vardı. Arabasıyla da civar köylere satış yapardı. Köyde durumumuz iyiydi...

Sonra bir gün babam köye dönerken kaza yaptı ve at arabasının tekerlekleri arasında öldü... Babam öldükten sonra alacaklarımızı toplayamadık... Çok zora girdik... Annem bizleri toplayıp Küçük Kaymaklı’ya yerleşti. Derviş Ali o zaman ilkokuldaydı. İlkokulu Kaymaklı’da bitirdi. Ortaokula gitmeyi çok istedi... Evkaf’a burs için müracaat etti... Ancak vermediler. Durumumuz kötüydü. Okutacak paramız yoktu. Mecburen bir marangozun yanına çırak girdi. Ama hep okumaya devam etti. Sonra dükkan açtı. Dükkanı yandıktan sonra yine birilerinin yanında çalıştı. Tekrar dükkan açtı...

Çok iyi bir marangozdu... Benim bütün mobilyalarımı o yaptı. Ancak hepsi 1963’te Küçük Kaymaklı’daki evimizde yandı....

Kardeşim Hasan madende işlerdi... Ben Kaymaklı’ya geldiğimizde 15 yaşındaydım. Çorap işlerdik, satardık... Sonra ben evlendikten sonra Küçük Kaymaklı’da “by-pass” üzerinde kocam Ali Ertuğrul’la bir ev yaptık... Arka odayı yapınca, annemle Derviş Ali geldi, bizde kaldı. Uzun süre bizde kalırdı, 58’e kadar... Bu ev Rum tarafında kaldı, 63’te yaktılar... Kalmadı bir şey geriye...

Annem 1956’da ölünce, o bizde kalmaya devam etti. Odasında boydan boya bir yazıhanesi vardı. Her taraf kitap doluydu. Devamlı okurdu. Bizlere Nazım Hikmet öğretmeye, anlamadığımız kitapları anlatmaya çalışırdı. Daktilosu ve teksir makinesi vardı. Bütün gece yazardı...

Çok yufka yürekliydi... Herkese yardım etsin isterdi...

Her sabah avludaki teknede tango söyleyerek – en çok da “Sevdim bir genç kadını” ve “Papatya”yı severdi, bunları söylerdi – traş olur, saçını tarayıp briyantinlerdi. Temizliği, güzel giyinmeyi ve süslenmeyi çok severdi. Yaşamayı ve herkesi çok severdi...

Bir gün sokakta yaralı bir kedi bulup eve getirdi. Her gün akşam üstü Yoğurtçu Musa’dan küçük kaseciklerde kediye yoğurt alırdı... Kedi de saati gelince, “miyav miyav” Derviş Ali’yi beklerdi! Derviş Ali yoğurdu alır, ona yedirirdi! Çok severdi!

Zaman içerisinde tehditler almaya başladı... Sendikacılıkla uğraşırdı. Kendisinden dolayı bize zarar gelmesinden çok korkardı. Yeğenlerine çok düşkündü. Onlara her yılbaşı sürpriz hediyeler alırdı... Onlarla oynar, ilgilenirdi.

1958’lerdeydi zannederim. Bir gün “teşkilat”ta olan bir komşumuz evimize gelip, “Derviş Ali’ye söyleyin, bu akşam gelmesin, kendini öldürecekler” dedi. Daha önceden de kapımıza adamlar gelmişti. Her defasında benim bey kapıya çıkardı. Onu gördüklerinde kaçarlardı. Çünkü benim bey de “teşkilat”tandı...

O gece Derviş Ali kaçtı... Benim bey onun odasında yattı... Gece adamlar kapıya gelince, dışarı çıktı... “Burada kimse yoktur! Ne ararsınız?” diye sorunca, “Her zaman karşımıza sen çıkma, yanlışlıkla sana bir şey yapacağız!” deyip kaçtılar.

O geceden sonra, bize komşumuz bir Rum vardı, onunla mektup yollardı... Öyle haberleşirdik.

Ortanca kızım İngiliz Okulu’nun imtihanını kazandıydı. Gazeteden görmüş. Okulun açıldığı gün, bütün gün bir ağacın arkasında gelmesini beklemiş... Ama biz göndermediydik... Sonra mektup yazıp niçin göndermediğimizi sordu...

Bizim eve en son 1961’de geldi. Gündüz komşular bendeydi... Oturuyorduk... Ansızın onu karşımızda görünce, ben ve büyük kızım baygınlık geçirdik. Yakalanacağından, öldürüleceğinden korkardık... Bir daha gelmedi...

Ara sıra kapının önünden siyah bir araba ile geçer, yavaşlar ve giderdi...

Onun adını anmaktan bile korkardık... Komşular falan yok casustur, yok vatan hainidir derlerdi... Ablamla gizli gizli adını söyler, onu gizli gizli sever ve hep dua ederdik...

Öldüğünü komşulardan öğrendim. O gün okulda da bizi tanıyan bir öğretmen “Gözünüz aydın, kurtuldunuz, geberttiler dayını” demiş kızıma... Kardeşimiz için yasımızı bile gizli tuttuk. Cenazesine gidemedik. Çok korkardık. Dali’de bir hoca yıkamış ve Türk okulunun bahçesine gömmüşler...

Ablam evinde mevlit okuttuydu ve oraya bile sivil polisler geldiydi! Ertesi sene kızkardeşim Derviş Ali için mevlit okutacağında, evi sivil polisler bastıydı ve bırakmadılar mevlit okutulmasını. Ondan sonra içimize kapandık... Korktuyduk çok... Kardeşimiz için doğru düzgün ağlayıp da bir mevlidini bile okutamadık hiçbir zaman...  Öldüğüne inanamadık. Hala daha o tarafta yaşar diye hayal kurardık... Kapılar açılınca mezarına gittik. O gün ona hem kavuştuk, hem kaybettik...

Derviş Ali yemek yerken, “Bunları bulup yiyemeyenler de var” diyerek üzülen bir insandı. Bir karıncayı bile incitmezdi. Değil insanları, hayvanları bile çok severdi... Fikir adamıydı... Devamlı okuyup öğrendiklerini çevresine öğretmek için uğraşırdı... Hiçbir zaman şiddeti sevmedi. Kimsenin parasını yemedi, banka soymadı, kimsenin hakkını yemedi... En büyük hayali Türk’le Rum’un birlikte, barış içinde yaşamasıydı... Memleketini çok severdi... En kötü gönünde bile, Kıbrıs’tan kaçmayı hiç düşünmedi. O yaşamayı çok seven, hayat dolu ama idealleri uğruna ölmekten korkmayan bir yurtseverdi... O bizim yaşarken hasretini çektiğimiz, kendisine sahip çıkamadığımız, öldüğünde mezarına toprak atıp doya doya ağlayamadığımız, arkasından yürüyemediğimiz küçük kardeşimizdi...”

ncelikli-sayfa-16-munevver-ertugrul-ile-2005teki-roportajimizda.jpg

Münevver Ertuğrul ile 2005'teki röportajımızda...

Bu yazı toplam 1146 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar