Kendini anlatan satırlar
KONUK YAZAR
Abdullah CAN
Bu yorum, Mimarlar Odası tarafından düzenlenen “Mekan Anlatımı” yarışmasında ödüle layık görülmüştür.
Tüm muhteşem hikâyelerin bir insanın yolculuğa çıkmasıyla ya da şehre bir yabancının gelmesiyle başladığını söylemiş Tolstoy. Bu hikâye; şehirlerine, köylerine, yaşadıkları bölgeye yabancıların geldiği ve onların da yolculuğa zorlandığı tüm canlıların hikâyesi. Ama Tolstoy’un iddiasının aksine, bu hikâye muhteşem değil…
Burası Kıbrıs; hikâyenin başladığı veya bittiği yer… En uzun gecenin 21 Aralık’ta yaşandığı kuzey yarım kürede yer alan, Akdenizli bir ada. 1963 yılının en uzun gecesinde, adada yaşayan iki farklı etnik grup olan Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasındaki gerginlik tırmanmış ve ‘Kanlı Noel’ diye adlandırılan olaylar alevlenmişti. Dört gün sonra da Lefkoşa’nın Kumsal bölgesinde çatışmalar yaşanmıştı. Barut kokusuna kan kokusunun karıştığı o geceyi anlatmak için, en etkili cümleler özenle seçilse bile gene de başarılı olunamazdı.
O gece, derin sessizliği bölen silah sesleriyle irkilen şehir, çatışmaların başladığına tekrar şahit olmuştu. Etraf kapkaranlıktı, silah seslerinin geldiği yönden kuru topraklara doğru üç erkek çocuk silüeti hızla yaklaştı. Şehir ile bu topraklar arasında bariyer olan Kanlıdere’yi aşıp gelen bu üç çocuktan yayılan ve havaya karışıp etrafı saran görünmez bir titreşimden, tedirgin oldukları ve korktukları çok rahat anlaşılabilirdi. Bu karanlık, soğuk ve uzun süreceği belli olan gecede, hiç kıpırdamadan ve hiç ses çıkarmadan, silah sesleri kesilene ve hava aydınlanana kadar sabırla beklediler. Konuşmama sebepleri seslerinin duyulup da bulunacakları korkusu değildi. Şimdi, biri ağzını açıp yaşanılanları dillendirecek olsa, o gerçeklik hepsinin yüzüne bir tokat gibi çarpacaktı, sonra o sözcükler karıştığı havayı ağırlaştıracaktı. Çocukların yaşadığı sokakta o gece bir ev baskına uğramış, katliam yaşanmış ve üç çocuk, anneleriyle birlikte saklandıkları banyoda öldürülmüştü. O evde yaşanan barbarlık, ev birkaç yıl sonra müze haline getirilip nesilden nesile aktarılmış. Bu millet, acılarını geride bırakmayı beceremeyip bir fener gibi önlerinde tutmaya devam etmiş.
Bugüne kadar kimseler bilmedi bunu ama o gece, üç çocuğun hayaleti uzun bekleyişin ardından, buhar olup göğe yükselirken toprağa üç tohum düştü. O tohumlar, geceden sabaha, bir dua gibi yeşerip bir fısıltı gibi büyüdüler. Kökleri derine, dalları sonsuza doğru uzanan ağaçlar, kuru araziyi yeşillendirdi. O yeşerenlerin arasında ben de vardım; bir zamanlar çocuktum, sonra ağaca dönüştüm. Bu şehri, insanları, çocukları görebilmek adına uzadıkça uzadım, heybetli ve görkemli bir ağaç oluverdim. Gördüğüm güzel manzaranın yanısıra, adanın türlü çilesine de şahit olmaktaydım. Eski evime hep uzaktan baktım, onun değişimine uzaktan şahit oldum. Yeni evimi, yurdumu da benimsedim. Ne de olsa yeni hayatımda artık hep burada yaşayacaktım. Ama eskiye de özlem duymuyor değildim...
***
1963'te başlayan olaylar, uzun yıllar sürecek olan çatışma ortamının ilk kıvılcımı olmuştu. Bu kıvılcım, zamanla sönmek yerine, derinleşen bir öfkeyle büyüyerek 1974’te en hararetli ve yıkıcı biçimine ulaştı. 1974'te Akdeniz’in kuzeyinden gelen savaş uçaklarının gökyüzünü yırtarcasına bıraktığı uğultuyu, o günü yaşayan herkes, dün yaşanmış gibi hatırlar. Geride bıraktıkları duman, beyaz bulutlarla kaplı gökyüzünün rengini, renklilerin arasına karışan beyaz bir çamaşır gibi giderek griye döndürmüştü. O savaş uçakları, bazılarına barışı getiren bir harekât olarak adlandırılırken, bazısına da yerinden edilmenin fitilini ateşliyordu. Savaşın bittiğinin habercisi, Birleşmiş Milletlerin ateşkes çağrısı sonrasında, ada ikiye bölündü. İlk defa kalem tutan küçük bir çocuğun titrek elinden çıkan bir çizgi gibi çizildi sınırlar. Sınırın karşısında kalan, diğer taraftaki için öteki oldu, düşman oldu. Bir şehrin bölünmesi ve iki ayrı devlete başkentlik etmesi ise kitaplara, filmlere konu olacak; üzerine tezler yazılacak türdendi.
***
Ada şartlarında büyük sayılabilecek bir ormanlık alanda kardeşlerimle birlikte uzun yıllar yaşadım. Başlarda sayımız oldukça azdı; ancak zamanla, yaşanan katliamlar ve artan ölümlerle birlikte her geçen gün çoğaldık. Onlarca masum insan melek olup göğe yükselirken, toprağa tohumlarını salarak, Ada henüz bölünmemişken, buraya sımsıkı tutundular. Sonra bölünmeyi yaşadık… Ada bölündü, bu şehir bölündü… Şehrin bölünmüşlüğü yetmezmiş gibi, yeniden doğduğum, büyüdüğüm, yerim yurdum bildiğim, köklerimi saldığım bu topraklar da bölündü. 1970’li yılların ortalarında etrafımız tellerle çevrilip bölge, askeri alan ilan edildi ve daha da yeşillendirildi. Tek güzel yanı buydu belki de; etrafımı yeşil bir set kaplayacaktı da bölünmüş şehre artık bakamayacak, türlü çilesine tanıklık etmeyecektim. Ama yanılmışım; etrafımızı çepeçevre saran o dikenli teller kimseyi içeri almazken ve diğer ağaçlar şehirle aramda siper olurken, adanın üzerine çöken huzursuzluklara karşı hep geçirgen oldu.
Bir zamanlar herkesin dilediğince girip çıkabildiği bu ağaçlık alana, teller çekildikten sonra adım atmak yasaklandı. Artık o tellerin ardına geçmek, suç sayılıyordu. Aynı durum, kuzey ve güney olarak ikiye bölünen ada için de geçerliydi. Ara sıra gizlice sınırı aşanlar olurdu elbet. Ama bir yakalansalar, başlarına neler geleceğini kimse kestiremezdi... İşin tuhafı şuydu: Telin hangi tarafında kalmışsan, artık o tarafın insanı ya da ağacı, bitkisi sayılıyordun. O teller sadece bir sınır değil, kimliğini belirleyen bir çizgiydi. Oysa hayvanlar için böyle bir kural yoktu. Dilediklerince geçip gider, isterlerse tellerin içindeki alanda yaşarlardı. Özgürdüler. Ama insan? İzinle geçemezdi. İzinsiz geçse, kaçak sayılırdı. Sınırlar, hayvanlara özgürlüğü, insanlara yasakları getiriyordu.
Biz, insanlara uzaktan bakmaya alışkındık da, şimdi de bölünmüş şehrin tam ortasında yer alan bu yemyeşil alana onlar uzaktan bakmaya başladı. O zamandan beri buraların keyfini kuşlar ve börtü böcekler sürdü. Günden güne etrafım başka ağaçlarla doldu, buradaki ağaçlık alan giderek sıklaştı. Aramızda doğal yollar belirdi. O yollara düşen yemişlerimiz kuşlara, böceklere, tavşanlara yem oldu. Dallarımızda kuşlar barındı, yuvalar kurdu, çiftleşti, çoğaldı. Bizim kollarımızı açıp onları kabullenişimizin ödülü olarak, her sabah şehri saran ve günden güne artan trafik gürültüsünden ve egzoz kokusundan önce, cıvıltıları sardı etrafımızı. Kimimizin dalları eğilip birbiriyle birleşti. Sık dalların olduğu yerlerde ışık huzmeleri aralarından sızıp toprağa erişti. Isınan o toprakları karıncalar deşip yerleşti. Tellerin ardındaki şehir giderek hacmini artırıp kalabalıklaşırken, tellerin içerisi de büyümeye, gelişmeye ve habitatı zenginleştirmeye devam etti.
Bir gün, etrafımızı çeviren; bir yandan koruyan bir yandan da insanlardan ayıran bu teller kaldırılmaya başlandı. Burası askeri alan olmaktan çıkarılmıştı. Artık insanlar bize daha yakın olabilecek diye sevinirken, bu düşüncemi, köklerimden yapraklarımın kılcal damarlarına kadar hissettiğim bir huzursuzluk baltalıyordu. Yaşamım boyu görmediğim kadar insan bir anda etrafta belirdi. Birkaç iş makinası toprağımızı talan etmeye ve önüne çıkan ağaçları devirmeye başladı. Kimdi ki bu gelenler, bizi yerimizden etmeye, toprağımızdan koparmaya çalışanlar? Kollarını iki yana açıp olanlara engel olmaya çalışır gibi dallarımı iki yana doğru uzattım. Hey, diye bağırdım yapraklarımı kıpırdatarak; biz burada toprağa düştük, burada büyüdük. Burayı yurdumuz bildik. Bizi yerimizden, yurdumuzdan edemezsiniz! Derdiniz bizimle değil, bizi rahat bırakın... Sesimi duyuramadım. Çaresizce dallarımı indirdim.
Kardeşlerim dahil birçok ağaçla yollarımız ayrıldı, onlar yerlerinden edildi. Bir kez daha yok olmanın acısını yaşadılar; biraz huzur buldularsa da bu kez dünyadan tamamen yok oldular. Önceki hayatlarında ‘düşman’ diye bildikleri tarafından katledilirken, şimdi de kendi insanları tarafından yok ediliyorlardı. Acımasızca köklerinden koparıldılar… Kökler… Bir zamanlar sıkça düşündüğümüz ama çoğu zaman üstünü örttüğümüz o derin bağlar… Sahi, nereye uzanıyordu köklerimiz? Yıllar boyunca bitmeyen kavgalarımız, doymak bilmeyen hırslarımız, belki de geçmişle yüzleşemeyişlerimiz… Hepsi, köklerimizin üzerine kalın bir yorgan gibi serildi yıllarca. Ne garip ki, o yorgan ne en soğuk, en karanlık, en çaresiz gecelerde; ne de serin akşamlarda ısıtabildi bu ülkenin insanlarını. Bu ağaçlar, önceki yaşamlarında hem en güzel günlerin gülüşünü hem de en acı anların sessizliğini tattılar; kâh sevinçle sokaklara döküldüler, kâh acıyla evlerine kapandılar. Geçmişin gölgesinden çıkıp, acılarıyla helalleşip sadece huzuru bulmak istediklerinde ise birer ağaca dönüştüler. Çünkü biz artık kavga değil, nefes olmak istedik. Gölge olmak, barınak olmak… ve sadece yaşamak…
***
Sökülen ağaçların sessiz çığlıklarına, yıllarca ev sahipliği yaptığı kuşların çığlıkları eşlik etti. Yuvalarını, o yuvalarda bekleyen yavrularını kaybeden kuşlar, çaresizce ve çığlıklar atarak oradan oraya uçtular… Kimisi benim dallarıma konup kalabalık dağılınca yavrularını aramaya çıkmak için bekledi, kimi de bir yerlere yardım çağrısı ulaştırırcasına gökyüzünde dairesel hareketlerle uçarak yardım dilendi. Gece olup da insanlar çekilince, etraf karanlığa ve bu şehir sessizliğe bürününce bile kuşların çığlıkları dinmedi. Bu ülke, bu şehir sadece 1963’lerde 74’lerde katliam yaşamadı; 2022 senesinden başlayarak, bu alanda 4922 ağacın kesilmesi* de bir çeşit katliamdı ve hafızalara kurşun sesleriyle beraber artık motorlu testerelerin, iş makinalarının uğultusu da kazındı.
İlerleyen günlerde yine geldiler, hep geldiler; daha fazla insan, daha fazla iş makinesi ile… Hepsinin başında baretler, üzerlerinde fosforlu yelekler vardı. Bu ülkede yıllardır iş kazalarından, ihmalden insanlar ölmekteydi. En azından bunu doğru yapmaya başladılar diye kendimi avundurdum. Ağaçların koparıldığı ve çıplak kalan toprakların üzeri betonlarla kaplanmaya başlandı. Haftalarca, aylarca çalıştılar; gece gündüz demeden. Gece, inşaat sahasını aydınlatmak için projektörler yandı, böylesi yoğun aydınlığa ne ben ne bu şehir ne de bu ülkenin kuzeyi alışkın değildi. 2000li yıllarda bile sık sık karanlığa gömülen ülkenin kuzeyinde, başkentin tam ortasında, yeşilin yerini almaya çabalayan devasa gri kütleler hiç durmadan, hızla büyüyor; bir zamanlar ağaçlarla dopdolu olan bu topraklarda şimdilerde koca cüsseli bir hilkat garibesi, sonradan Cumhurbaşkanlığı külliyesi olacağını öğrendiğim bir beton yığını yükseliyordu ve bu garip kütleler, kendilerini de bu coğrafyaya hiç yakıştırmamış olacak ki, ülkenin mimarlarını, mühendislerini, yasalarını hiçe saymış, ağaçlarını katletmiş, Lefkoşa’nın akciğerlerini söndürmüş bir zihniyetten utanırcasına içine kapanmış; oradan gelene geçene, o koca cüssesine rağmen, göz kırpamamıştı. Nasıl ki tellerle çevriliyken bu alana kimse giremiyordu, teller kaldırıldığında da burası herkesin keyfine göre inşaat dikilecek bir yer haline gelemezdi. Her adımın yasalar çerçevesinde atılması gerekirdi. Yasaklı bölgenin tellerini sökerek serbestleştirilen toprakların kimliği, hafızası, ruhu betona gömülerek ellerinden alınmış oldu.
Hızla yükselen bu yapı; eğreti bir gelin gibi, birilerini mutlu etmek için başka bir yerlerden ta buralara getirilmiş ve görevini yapmak için isteksizce bekliyor, farklı bir gerçeklikte yaşamaya hazırlanıyordu. Hem anladığım, bu şehrin, bu ülkenin insanları da benimle aynı fikirdeydi; bazen az ilerideki yolda yürüyüşler düzenliyor, pankartlar açıyor, sloganlar atıyordu: “Külliye değil okul istiyoruz” yazıyordu birinde; bir diğerinde “Hediye değil irade!” deniyordu.
Üzerime değen gölgeler artık kardeşleriminki değil, bu yapınınkiydi. Günden güne gölgesi daha da büyüyor ve üstüme düşen güneşi de artık kendi sahipleniyordu. Etrafımdaki tüm ağaçlar koparıldı; şimdi o gölgeler yok. O kuşlar sustu. Huzurun yerine betona bulanmış bir gelecek dikildi, onları birbirine bağlayan yollar döküldü. Ben ise o bağlantı yollarından birinde tam orta noktada, bir çember içine alındım. Sonra, çemberin dışına çıkan dallarım acımasızca ve özensizce kesildi, hiç sesimi çıkarmadım. Şimdi bu hilkat garibesinin önünde ben de onun gibi oldum. Üzüm üzüme baka baka kararırmış derler ya; benzer ellerin elinde ben de bir garabete benzedim. Ağaçlar ayakta ölürdü, ben o gün ölmüştüm. Fark edilmemek için dallarımı kıpırdatmıyor, yapraklarımı dökmüyordum. Yapıyla göz göze gelmemek için başımı öne eğmiştim.
Hummalı çalışmalarla geçen birkaç yılın sonunda, açılış töreni geldi çattı. Hazırlıklar hız kesmeden devam ediyordu. O günlerin birinde, belki de adanın gördüğü en yakıcı sıcağın yaşandığı mayıs ayında, önümde uzun boylu, cılız bir adam belirdi. Önce gölgemde dinlenip terini soğuttu. Saye kelimesi gölge anlamına gelirmiş, ‘saye’mde bu adam Kıbrıs’ın kavurucu sıcaklarında o gün biraz serinledi. Bir zamanlar ince ve kırılgan dallarımla sert rüzgârlara karşı direnen ben, şimdi koca gövdeme yaslanan bu cılız adamı taşıyamıyordum. Bir dal parçam kırılıp adamın üzerine düşüverdi. Bir hışımla yerinden doğruldu ve yüksek sesle bağırarak etrafına birilerini topladı. Onu sinirlendirmiştim. Anladığım, buralarda yetkili kişilerden biriydi. Birine makam ver ve gerçek yüzünü göstersin, derlermiş. Birkaç saat sonra, gün batımına yakın, gövdem köklerimden ayrıldı ve ben yere yığılıverdim. Yerdeydim ama göğe doğru bakıyordum. Beyaz güvercinler havada uçuşuyordu, umutla. Bulutların ardında beliren ve incecik, kıpkırmızı bir çizgi halini alan günbatımı, bana bu ülkenin kanayan yarasını son kez hatırlattı.
Uzun zamandır, iki ters bir düz işlenen örgü gibiydi Kıbrıslı Türklerin hayatı; düzgün giden bir şeylerin ardından onu hep terslikler takip ederdi. Şimdi bu zamanın çarpığı ile baş etmeye çalışacaklardı. Oysa bu ülke sadece taşlarıyla değil, kökleriyle de ayakta kalacaktı. Şimdi ise sökülen bu kökler geride yankısı yıllarca sürecek bir boşluk ve sessizlik bırakmıştı. Bu sessizlik, bazen bir çığlık olur ve o çığlık kulaklarda değil, daha derinlerde hissedilirdi.
***
Kıymetli okuyucu,
Niyetim ne birini kırmak, ne incitmek, ne de siyasi bir mesaj vermek. Kimseyi yermek, kimseye işaret etmek değil derdim. Sadece bazen, birilerinin bazı yaşanmışlıkları, sessizce geçen hikâyeleri kelimelere dökmesi gerekir. Ben de bu görev için bir ağaca sığındım. O ağaç ki… Yıllarca insanlara gölge, kuşlara barınak oldu. O ağaç ki… Sessizce aramızdan ayrıldı. Ve şimdi, onun ‘saye’sinde dinlediklerimi size anlatıyorum. Onun köklerinden süzülen bu hikâye, kulaktan kulağa, nesilden nesile aktarılsın istiyorum.
Ben kim miyim?
Ben Ayşe’yim… Mehmet’im… Ben Barış’ım, Umut’um… Yorgo’yum, Dimitri’yim, Elena’yım… Ben bu adanın her rengiyim; hem hepinizim, hem hiçbirinizim. Yerimden edilsem de köklerim orada, hâlâ toprağın altında… Dilerim, bu adanın herhangi bir yerinde, yeniden kök salabilirim. Dilerim, bir daha yerimden edilmem ve özgürce uzanabilirim göğe; sessiz ama güçlü, sade ama dirençli, huzurla ve barışla… tıpkı bir ağaç gibi kök salıp suskun topraklara, göğe uzanırken, geçmişi değil geleceği düşünecek ve her bir yaprağımda biraz umut, her dalımda barış filizlenecek.







