Kasetler sende, bende, bizde, her yerde...
Michel Foucault’a göre, “Modern ceza artık bedenin değil, ruhun biçimlendirilmesidir.”
Bedenini değil, düşünceni diz çöktürmek ister iktidar.
Yasaklamaz sadece; bastırır, yeniden şekillendirir, normalleştirir.
Sanatı, suskunlaştırır.
Müziği, içe döndürür.
Acıyı kişiselleştirir.
Ve işte tam da bu yüzden, günümüz müziğinde toplumun değil, yalnız bireyin çığlığı yükselir.
Aşk acısı kalır. Ayrılık sızısı.
Ama öfke nereye gider?
Bu soruyu yakın zamanda ‘Dergy’ yazarlarından Ayşe Demir sordu:
“Zor zamanlar neden artık öfkeli müzik doğurmuyor?”
Ben onun kadar kapsamlı araştırmadım. Ama yazdıklarının altına imzamı atarım.
Çünkü o yazı, yalnızca müziği değil, toplumun dönüşümünü anlatıyor.
Bireyciliğin nasıl kutsallaştırıldığını.
Sanatın, yalnızlık estetiğine teslim edildiğini.
Ve direnişin ritminin nasıl yumuşatıldığını...
Ben bir sanatçı değilim.
Sanat eleştirmeni de değilim.
Bu konuda çok iyi olduğum da söylenemez.
Ama iyi bir dinleyiciyim.
Ve sanatın yalnızca bireysel acıları anlatmak için var olduğuna inanmıyorum.
Sanat ya bir şeyi görünür kılar… ya da üstünü örter.
Ya konuşur… ya da susar.
Ve susmak da başlı başına politik bir tercihtir.
Cuma akşamı, DAÜ Bahar Şenlikleri kapsamında önce Force Awakens, ardından Duman sahne aldı.
Koca saha tıklım tıklımdı.
Ama orada toplanan kalabalık sadece müzik dinlemiyordu.
Sahne, kolektif bir iç çekişin, toplumsal bir patlamanın, sessiz öfkenin yankılandığı bir alandı.
Bir nevi açık hava terapi seansıydı.
Ama bu gönüllü katılım değil, bastırılmış seslerin zorunlu taşmasıydı.
Özellikle Duman konserinde herkes, solist Kaan Tangöze’nin ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu.
Ve o cümle geldi:
“Kasetler bizde.”
O an sahada bir dalga yayıldı.
Sadece bir alkış değil, bastırılmış bir hakikatin patlamasıydı.
Kalabalık o cümlede buluştu.
Çünkü bu sıradan bir şaka değildi.
Kastedilen, Halil Falyalı ve Cemil Önal suikastleriydi.
Ve onların arkasında kalan 45 adet kaset…
Uyuşturucu, seks, şantaj ve iktidarın gölgesinde şekillenen bir karanlık…
Gazeteci Ayşemden Akın’ın, Falyalı’nın eski finans müdürü Cemil Önal’la yaptığı röportajla gündeme düşen o kasetler…
Hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta, üst düzey isimlerin adının geçtiği o arşiv.
Kaan, “Kasetler bizde” dediğinde, aslında şunu söyledi:
“Gördük. Biliyoruz. Ve susmuyoruz.”
‘Kufi’ çaldığında ise başka bir dalga yayıldı kalabalığın içine.
Çünkü orada bulunan herkes, bu sözlerin neye, kime, nasıl dokunduğunu biliyordu.
Konser boyunca atılan sloganlar – “Zıplamayan Tayyip’tir”, “Sahneye çıkmayan Tayyip’tir” –
hem hicivdi hem isyandı.
Hem ironiydi hem protesto.
Bu yalnızca bir üniversite etkinliği değildi.
Sahada sadece öğrenciler değil, Lefkoşa’dan, Mağusa’dan, köylerden gelen insanlar da vardı.
Omzunda bayrak taşıyan gençten, çocuk arabasıyla gelen aileye kadar herkes oradaydı...
Herkesin başka bir yarası vardı ama hepsi aynı sahneye bakıyordu.
Çünkü orası, susturulmuş bir toplumun sesini yeniden bulduğu yerdi.
Bu bir sosyal patlama süreci.
Sessizliğin içten içe çürüttüğü duvarlarda ilk çatlaklar açılıyor.
Ve bu çatlaklardan muhalif sesler sızıyor.
İnsanlar sanat aracılığıyla nefes almaya, direnmeye, hayatta kalmaya çalışıyor.
Çünkü doğrudan siyaset yapmak artık tehlikeli, ama dolaylı olan hâlâ mümkün:
Bir şarkının içinde, bir ritmin arasında, bir sözde saklı direnç var.
Fakat bu sese her yerde alan açılmıyor.
Özellikle Kıbrıs’ın kuzeyinde ve Türkiye’de, sistem muhalefeti ya etkisizleştiriyor ya da marjinalleştiriyor.
Ana akım müzik, genellikle yalnızlığa, ayrılığa, bireysel acıya odaklanıyor.
Toplumsal meseleler, sanki müzikten sürgün edilmiş gibi.
Oysa aşk kadar adalet de bir duygudur.
Ve acının en büyüğü, sadece bireysel olanda değil, birlikte yaşanılan suskunlukta gizlidir.
Sanat ya tanıklık eder ya ihanete ortak olur.
Bu yüzden, evet, her şey politiktir.
Ve sanat, belki de en çok.
Çünkü susturulamadığı her yerde, bize kim olduğumuzu hatırlatır.
Foucault der ki, “Her iktidar ilişkisinin içinde bir direniş potansiyeli vardır.”
Sahne de bu potansiyelin ete kemiğe büründüğü yerdir.
İsyan melodidir.
Ritim dirençtir.
Söz, sadece söz değildir.
Yumruktur.
Ama ne yazık ki, artık rock müzik bile rafine hale getiriliyor.
Muhalifliği törpülenmiş, öfkesi müzik şirketlerinin logosuna yedirilmiş.
Sakin. Güvenli.
Tüketilebilir.
Halbuki sanat politiktir ama rock muhaliftir.
Bugün, tüm dünyada olduğu gibi Kıbrıs’ın kuzeyinde de bireycilik kutsanıyor.
Yalnızlık övülüyor.
Son olarak şunu söylemek gerek:
İktidar sadece televizyon ekranlarında değil, kulaklıklarımızda da şekil bulur.
Playlist’lerimize siner.
Bizi yalnızlaştırır.
Ama bazen bir konser, bir söz, her şeyi tersine çevirir.
Çünkü bazen tek bir cümle yeter:
Kasetler bizde.