1. YAZARLAR

  2. Cenk Mutluyakalı

  3. Gölgelerin dolaştığı evler
Cenk Mutluyakalı

Cenk Mutluyakalı

Gölgelerin dolaştığı evler

A+A-

“Bugün, kardeşimle birlikte göçmen evimizi sattım ve göçmen hayatıyla olan son bağımın koptuğunu hissettim.”

Kıbrıslı Rum bir yazarın anlatısı bu…

Doğrusu, çok az insan merak etti ve anlamaya çalıştı, savaşın ardından on binlerce Kıbrıslı Rum göçmenin hikâyesini…

Kimi kaynaklara göre 142 bin…
Kimi kaynaklara göre 180 bin…

***

Diyeceksiniz ki, “Biz de göçmen olduk…”
Doğrudur.
Hem de kimi aileler birkaç kez…

Belki rakam üçte biri kadar olsa da elbette herkes için zor…

Boşuna dememişler, mültecinin bavulu çok ağırdır” diye…

Ama arada çok temel bir fark, belki bir uçurum var. Yine Chrystalla Hadjidemetriou’nun satırlarında yankılanıyor bu fark:

“Bu evde, Dikomoda doğduğum evden daha uzun süre yaşadım. Yine de burayı bir ev gibi hiç benimseyemedim. Gerçek evimize dönene dek bir sığınak olacaktı. Geri dönemeyeceğimizi anladığımda dahi orası benim evim olamadı…”

Sanırım en temel fark bu…

Kıbrıslı Türkler, yeni evlerini, yeni mülklerini, savaş sonrası sahip olduklarını benimsedi.

Hatta birbiriyle didişti, küsüştü, bozuştu; bu malları paylaşmak, üleşmek, kapışmak için birbirini parçaladı.

Unutmasa bile geride bıraktığı hayatı…
Yine de…
Çoğunlukla daha iyisini, daha fazlasını buldu.

Hatta kimileri bırakmadığını buldu…

O mülkler kimileri için ranta dönüştü zamanla…

Doğrusu, pek de empati kurmadı çoğunluk, “Buraları bir başkasının emeği, hayali, alın teri ve umuduydu” diye…

***

Hele şimdilerde…

Adanın kuzeyinde yaşayanların büyük çoğunluğu — belki üçte ikisi, belki fazlası — 1974 öncesine dair hiçbir anıya sahip değil.

İstese de empati kuramaz, artık…

Herhangi bir ortaklığı, yaşanmışlığı, geçmişi olmamıştır çünkü…

Bilmiyorum ya da anlamakta zorlanıyorum.

Bu, zamanın kaçınılmaz unutuşu mu? Yoksa gücün sessizce dayattığı bir gasptan ibaret mi?

Sessiz bir meşrulaştırma, ortak bir sır, üstesinden geldiğimiz bir utanç, hatta kendi haklılığımızı kurguladığımız bir yalan…

Kimileri için “hep bizimdi” masalıyla şekillenmiş bir bellek inşasına dönüştü hayat…

“Bizi de tutuklarlar mı? endişeleri yükseliyor şimdi… İçinde mağduriyet var bu sorgunun ama yüzleşme yok.

Çözüm senaryolarımızda hep geri istiyoruz, hep alacaklıyız, hep mağdur…
Ya öteki?

***

“Beton tuğlalardan yapılmış bir evdi. Çatısına başlangıçta metal levhalar yerleştirilmişti ve yağmur yağdığında sanki biri taş atıyormuş gibi sesler çıkardı. Zemin cilalı betondan yapılmıştı ve üzerinde herhangi bir kaplama yoktu. Yine de, ağaçların altında, yarı bitmiş binalarda ve çadırlarda yaşadıktan sonra, 1976 yılında bu ev benim için onurlu bir yaşama geçiş anlamına geliyordu.”

***

Niyazi hocamızın tabiriyle: Kan, koçan yapmıyor…”

Yani “kan döktük, aldık” diyerek tapu sahibi olunmuyor.

Öyle sandığınız zaman hep dertle yaşıyorsunuz, hep tedirgin…

12 yıl önce Almanya’dan adaya gelen Mülkiyet Uzmanı Prof. Roland Czada şöyle demişti:

“Esas olan bireysel tapu; çözüm de belli: Tazminat ya da iade.”

Kendi ülkesinin deneyimini ise şöyle özetlemişti:

“…Almanya toplamda bireysel ve kamusal 8,5 milyar Euro tazminat ödedi. Mülkiyet konusunda 2,3 milyon dosya açıldı, bunların 2,1 milyonu bugüne kadar çözüldü.”

***

Yarım asır sonra, güneydeki göçmen evini satan Chrystalla’nın kelimeleriyle bitirelim:

“Elli bir yıl sonra, göçmen yerleşimlerindeki evler el değiştiriyor, yıkılıyor, yeniden inşa ediliyor, yeni sakinler kazanıyor, yabancılar ve yerliler, göçmen torunları ya da değil. Sınırın diğer tarafında başkanlık sarayları açılırken, biz zihnimizde doğduğumuz evlerde dolaşıyoruz.”

golgelerin-dolastigi-evler.jpg


Ne derlerse desinler

Yine özel ve unutulmaz bir tiyatro deneyimiydi, Strovolos Kültür Merkezi’nde izlediğim, Kıbrıs Tiyatro Örgütü THOK’un oyunu…

Alexía Papalazárou’nun rejisiyle sahnelenen bu yapıt, yalnızca bir tiyatro değil, ortak bir hafıza çalışmasıydı adeta. Salonda 500’ü aşkın Kıbrıslı vardı. Oyun Yunanca oynandı ama ben Myrsini Christodoulou’nun çevirisine dayanarak izledim, gözlerden, tavırlardan ve yüz ifadelerinden oyunu yaşadım.

1974 sonrası kurulmuş bir merkez Strovolos. Savaşın yitireni olan bir toplumun, her semtine kültür merkezleri kurarak kendini yeniden inşa etmesi böyle bir gerçeklik… Her şehirde değil, her mahallede sanatla iyileşmeye açılmış mekânlar… Bu bir medeniyet tercihi. Üzgünüm ama bizde yükselen “külliyelerle” aynı değil. Bir toplumun sanatla büyümesi başka, egemenlerin devasa yapılarla gösterişi bambaşka…

Sahnede Kıbrıs vardı.
Yarasıyla, muhabbetiyle, sıcaklığıyla, gülüşüyle, dramıyla…

Ve bir kez daha anladım: Bu adada barış inşası, ortak bir kültür dili yaratmadan mümkün değil. Bu nedenle bu oyun da, sahnelenecek her yeni yapıt da mutlaka Türkçe altyazıyla desteklenmeli. Çünkü anlatılan bizim hikâyemiz.

Kıbrıs’ta barış için atılacak en değerli adımlardan biri, ortak bir Kültür Merkezi kurmak olmalı. Adanın iki tarafının sanatçılarının, seyircilerinin buluştuğu; müzikle, tiyatroyla, sergilerle birbirine yaklaştığı bir ortak alan… Umarım bu hayal, yeni dönemin somut projelerinden biri olur.

Oyuncuları teker teker alkışlamak istiyorum: Andreas Daniel, Haris Kkolos, Semeli Kyriazi, Andreas Londou, Vasilis Michael, Konstantina Xenophontos, Kynthia Pavlidou ve Myrsini Christodoulou.

Ve müzik…
George Kalogirou ve oyuncuların sunduğu o çok sesli düş… Gelenekle modernin kusursuz uyumu…

Ne derlerse desinler, yurdumuz ortak, Akama’dan Karpaz’a…

ne-derlerse-desinler.jpg

Bu yazı toplam 1987 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar