1. YAZARLAR

  2. Latif Aran

  3. Bonobo ve Ateist’in yazarına veda
Latif Aran

Latif Aran

Bonobo ve Ateist’in yazarına veda

A+A-

Ahlakın kökenleri, insanlık tarihi kadar eski ve tartışmalı bir kondur. Felsefenin de temel konularından biridir ahlak konusu. Tarih boyunca filozoflar şu sorulara da yanıt aramıştır: “Ahlak insanda ne zaman ortaya çıktı? Dinlerden önce de ahlak var mıydı? Din olmasa insanlar ahlaklı davranır mıydı?”

Ünlü ateist Christopher Hitchens ile bu bağlamda bir tartışmaya giren rahip Al Sharpton şöyle demişti: “Dünyanın bir düzeni yoka, bu düzeni belirlemiş bir varlık, bir güç yoksa, neyin doğru neyin yanlış olduğunu kim belirliyor? Her şeyden sorumlu bir şey yoksa, gayri ahlaki bir şey de yok demektir.” 

Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanında ise şöyle bir haykırışta bulunuyor Ivan Karamazov: “Tanrı yoksa komşuma tecavüz etmekte özgürüm!”

Öz olarak diyordu ki Al Sharpton ve Ivan Karamazov: Ahlaki davranışların tek nedeni Tanrıdır. Tanrı yoksa, ahlak da yoktur!

Sokrates’e göre ahlakı Tanrının emirlerinden ayırmak gerek. Ahlaki kurallar, ilahi buyruklardan ziyade akıl yoluyla kavranan kurallardır. Platon'un "Euthyphro" diyaloğunda, Socrates ahlaki iyiliğin evrensel olduğunu ve rasyonel bir süreçle ortaya çıkarılabileceğini savunur.  Bu bağlamda Sokrates’in görüşlerinden, din öncesi toplumlarda da insanların rasyonel düşünce aracılığıyla ahlaki değerlere ve normlara ulaşabileceği düşünülebilir.

Aristoteles, "Nikomakhos’a Etik"te, ahlaki erdemin ve iyi bir hayatın (eudaimonia) bireysel karakter ve toplumsal ilişkiler aracılığıyla geliştirilebileceğini belirtir. Filozofa göre ahlak, ilahi buyruklardan bağımsız olarak, insanların bir arada yaşamasının gerekliliklerinden doğar. Ahlak, adalet gibi erdemler, toplumun doğal gereksinimlerine hizmet amacıyla geliştirilir ve bu amaca hizmet eder. 

David Hume’a göre, empati ve benzer duygusal tepkiler, insanların ahlaki değerlendirmelerde bulunmasının temelini oluşturur. Ahlaki duyarlılıklar, insanların doğal duygusal yapılarından kaynaklanır ve bu nedenle de din öncesi toplumlarda da mevcuttur.

Immnuel Kant, ahlak ilkelerinin evrensel ve akılcı doğasını vurgular. Kant'a göre, ahlaki yükümlülükler, ilahi bir otoritenin buyruklarına değil, akıl yoluyla kavranabilen evrensel ahlaki kurallara dayanır. Bu bakış açısı, tıpkı Sokrates gibi, ahlak ilkelerin insanın akıl yürütmesinin bir ürünü olduğunu ve dolayısıyla din öncesi toplumlarda da rasyonel düşünce yoluyla ahlaki normların geliştirilebileceğini ima eder.

Orta Çağ’ın en önemli Hristiyan filozoflarından biri olan Thomas Aquinas,  ahlaki ilkelerin iki temel kaynağı olduğunu ileri sürer: doğal yasa ve ilahi yasa. Doğal yasa, insanın akıl yoluyla kavrayabileceği ve Tanrı'nın yarattığı düzenin bir parçası olan evrensel ahlaki ilkeleri içerir. Aquinas'a göre bu yasa, insanın doğasında bulunur ve tüm insanlar tarafından anlaşılabilir. Bu da din öncesi toplumlarda da ahlaki bir düzenin mümkün olduğunu gösterir. İlahi yasa ise, Tanrı'nın vahyi aracılığıyla insanlara ilettiği özel ahlaki buyruklardır.  

Öte yandan Augustine, insanın ahlaki bilgisinin Tanrı tarafından doğrudan verildiğini ifade eder. Augustine’e göre, Tanrı'nın ışığı, insan aklını aydınlatır ve insanın ahlaki gerçekleri anlamasını sağlar. Augustine, din öncesi toplumlarda insanın Tanrı'nın varlığını doğal olarak, sezgisel bir şekilde anlayabileceği ve bu sezginin, insanı doğru ve yanlış konusunda yönlendirebileceği fikrini öne sürer. Augustine için, Tanrı ile insan arasındaki bu ilişki, din öncesi dönemlerde de ahlaki davranışın bir kaynağı olabilir.

Görüldüğü üzere felsefedeki ahlak tartışması insan odaklı bir tartışmadır.

Bu tartışmaya yakın zamanlarda felsefe dışından ve insan odaklı olmayan bir boyut eklenmiştir. Hayvan davranışlarını inceleyen bilim insanları, çok  ilgi çekici ve heyecan verici bir soruya yanıt aramıştır: İnsan dışındaki canlılar da ahlaki davranışlar gösteriyor mu?

Yaşamı boyunca hayvanlarla özel bir bağ kurmaya çalışan ve onların davranışlarını gözlemleyen biri olarak, hayvanlarda görülen bazı davranışların “ahlaki davranış” sayılıp sayılmayacağı sorusu, kafamı oldukça kurcalayan bir soruydu. Örneğin bir kedinin köpek yavrusunu evlat edinip emzirmesi gibi.  Bu soruya yanıtımı, büyük ölçüde, 7-8 yıl önce okuduğum “Bonobo ve Ateist-Primatlar Arasında İnsanı Aramak” kitabında bulmuştum.

Bilim insanı Frans de Waal, “ahlakın dinden önce geldiğini ve bizim de dahil olduğumuz primat ailesini inceleyerek ahlakın kökeni hakkında pek çok şey öğrenileceğini” ileri sürerek, uzun yıllar boyunca DNA bağlamında insana en yakın primat olan bonoboları inceleyerek yazdı “Bonobo ve Ateist” kitabını.  

Yazar, ahlak denilen şeyin insana gökten inmediğini “içten geldiğini” savunuyor kitabında. Ona göre ahlaki davranış “ne dinle başlamıştır, ne de dinle biter; evrimin ürünüdür”. Dinin ahlak üzerindeki rolü, sonradan gelen bir roldür ve işbirliği ve empati gibi doğal içgüdülerimize ek olarak ortaya çıkmıştır. “Her ne kadar, doğayı kana bulanmış bir yer gibi  görme  alışkanlığında  olsak  da,  hayvanlar  bizim  de  ahlaken onayladığımız eğilimlerden yoksun değillerdir, bu yüzden de ahlakın,  bizim  sandığımız  gibi  insanlığın  getirdiği  bir  yenilik” olmadığını, primatlar aleminden örnekler vererek kanıtlamaya çalışıyor de Waal kitabında.  

Primatların tıpkı insanlar gibi iyilik yapma davranışı sergilediği o kadar çok örnek var ki kitabında. İşte bu örneklerden birkaçı:

“İhtiyar bir dişi olan  Peony, Yerkes Primat Merkezi arazi istasyonunda, günlerini dı- şanda diğer şempanzelerle geçirirdi. Hava kötü olduğunda, arteriti azdığı için yürümekte ve tırmanmakta zorluk çekerdi ama diğer dişiler onun dışarı çıkmasına yardım ederlerdi. Peony oflaya puflaya çok sayıda maymunun birbirlerini tımar etmek  için  toplandığı  tırmanma iskelesine çıkmaya  çalışırdı. Sonra onunla akrabalığı olmayan genç bir dişi arkasına geçer, Peony ötekilerin yanma çıkana kadar iki eliyle birden tombul kıçından zar zor iterdi. Peony'nin kalkıp ağır ağır epey uzak mesafedeki çeşmeye doğru yürüdüğünü de görmüştük. Genç dişiler bazen ondan önce koşar, biraz su alır ve geri gelip Peony'ye verirlerdi. İlk  başta ne olduğunu anlamamıştık çünkü tek gördüğümüz dişilerden birinin ağzım Peony'nin ağzına yaklaştırmasıydı  ama  bir süre sonra şablon netleşti: Peony ağzını iyice açıyor, genç dişi de suyu içeri püskürtüyordu. Böylesi gözlemler yeni gelişmekte olan ve sadece primatlar değil köpekler, filler, hatta kemirgenler üzerinde araştırma yapan hayvan empatisi alanını destekliyor. Bunun tipik bir örneği, üzgün arkadaşlarını sarılıp öperek teselli eden şempanzelerdir ve buna öyle sık rastlanır ki  kayıtlara  geçmiş binlerce vaka vardır.”  

Bir gün grubun bir erkek üyesi Amos rahatsızlandı. Amos grupta çok seviliyordu. Amos’u rahat etmesi için ayrı bir odaya aldılar. Diğer şempanzeler onu yoklamak için sürekli yanına gelip durdular. Rahatsız edilmesini engellemek için odanın kapısı kapatıldı. Amos kapıdaki açıklığın yanına yerleşti, sırtını duvara dayadı. Daisy adındaki dişi usulca açıklığın arasından Amos’un başını iki elinin arasına alıp tımar etmeye çalıştı. Aralıktan ona bolca talaş attı. Şempanzeler bu yumuşak talaşı yatak yapmak üzere kullanıyorlardı. Amos hasta olduğu için yatamadı. Amos sırtını duvara dayamış talaşla bir şey yapmadan oturduğu için Daisy içeri uzanıp talaşı duvarla Amos'un sırtı arasına doldurdu. De Waal’e göre, “bu dikkat  çekiciydi. Daisy'nin, Amos'un rahatsız  olduğunu ve tıpkı bizim hastanedeki bir hastanın arkasına yastık koymamız gibi, yumuşak bir şeye yaslanırsa kendini daha iyi hissedeceğini bildiğini göstermiyor muydu?”  

Bir başka örnekte şöyle diyor yazar: “Dişi şempanzelerin, birbiriyle kavga etmiş erkek şempanzelerin ellerinden silahlarını alıp, onları barıştırmak için zorla birbirinin yanına çekiştirdiği görülmüştür. Dahası yüksek mevkideki erkekler, topluluktaki anlaşmazlıkları çözmek için sık sık tarafsız arabulucular gibi davranır. Bu topluluğu koruma kaygısı ipuçlarını, ahlakın yapı taşlarının insanlıktan daha eski olduğu ve  şu anda bulunduğumuz yere nasıl geldiğimizi açıklamak için Tanrı fikrine ihtiyaç duymadığımız şeklinde yorumluyorum.”

Bütün yaşamını primatları gözlemlemeye ve bu gözlemlerini kitaplaştırmaya adayan de Waal’in Türkçeye de çevrilmiş diğer kitapları arasında “Hayvanların Ne Kadar Zeki Olduğunu Anlayacak Kadar Zeki Miyiz?”, “İçimizdeki Maymun: Biz Neden Biziz?”, “Mamanın Son Sarılışı-Hayvan ve İnsan Duyguları” var.

Frans de Waal, geçtiğimiz hafta 75 yaşında mide kanseri nedeniyle çok sevdiği ve bütün yaşamını adadığı bonobolara veda etti.

Tek tanrılı dinler sayesinde kendini çok özel ve ayrıcalıklı sanan insana, özünde bir primat olduğunu ve bütün davranışlarının kökeninde de diğer primatlarda görülen davranışların yattığını gösterdi Frans de Waal. “İçimizdeki maymunu” keşfettikçe, kendimizi çok daha iyi tanıyacağımızı da öğreterek doğanın döngüsüne karıştı.

Bu yazı toplam 1306 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar