1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Bir Ada, Bir Kalp: Kıbrıs’ın Sessiz Hasreti…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Bir Ada, Bir Kalp: Kıbrıs’ın Sessiz Hasreti…”

A+A-

Birgül Kılıç YILDIRIM

Gözlerini kapattığında duyarsın…

Lefkoşa’nın kalabalık sokaklarında yankılanan çocuk kahkahalarını, Mağusa surlarının ardında esen rüzgarın getirdiği tuzlu deniz kokusunu,  Girne limanında balıkçıların ağ sererken mırıldandığı eski bir şarkıyı…

Ve Larnaka sokaklarında, geceyi sarhoş eden yasemin kokularını…

Gece karanlıkla örtüldüğünde, sokaklar sessizleşir; yaseminler, geceye adanmış gibi, kokularını her köşeye, her duvara, her taşın arasına bırakır. Ay ışığının altındaki sokaklarda adım adım ilerlerken, rüzgarın taşıdığı yasemin kokusu, sana eski bir hatırayı hatırlatır. Kum zambakları, geceyi sabaha bağlayan sessiz bekçiler gibi, her şeyin yeniden doğacağını fısıldar.

Bu topraklar, yalnızca taş ve topraktan ibaret değil.

Bu ada, iki yürekle atan tek bir kalp…

Bir tarafında zeytin dalları, diğerinde turunç çiçekleri açar. Ve her bahar, kokular birbirine karışır, hangi ağacın hangi köklerden geldiğini ayırt edemezsin.

Çünkü burada doğan herkes, Kıbrıslıdır.

Çünkü bu ada, hepimizin evidir.

Kıbrıs Cumhuriyeti'nin o ilk sabahında, güneş aynı umutla doğmuştu her iki toplumun üzerine.

Denizin öte yakasından değil, ada içinden yükselmişti ışık.

Birlikte örülen bir geleceğin hayaliyle bakılıyordu yıldızlara.

Çocuklar aynı topun peşinden koşuyor, sofralarda aynı hellim kızartılıyordu.

Kimse, konuştuğu dili değil, söylediği sözü dinliyordu.

Ama zaman, bir duvar gibi örüldü aramıza.

Bir sabah uyanıp birbirimizi unuttuk sanırken, aslında içimizde hep bir eksiklik kaldı.

Bir parçamız eksikti...

Bir gülüş, bir ses, bir şarkı...

Bir sokak ismi, bir eski dost, bir çocukluk oyunu.

Şimdi, bu bağımsızlık gününde, geçmişi anarken gözlerimiz doluyorsa,

bu yalnızca kaybettiklerimizin değil, hâlâ umut ettiklerimizin bir yansımasıdır.

Çünkü Kıbrıs, bir hatıradan fazlasıdır.

Kıbrıs, bir yarımdan ibaret değildir.

Kıbrıs, bölünemeyecek kadar güzel, unutulamayacak kadar derin, vazgeçilemeyecek kadar bizdir.

Baf’ta denize batan güneşle, Karpaz’da doğan sabahın aynı hikâyeyi anlattığını biliriz.

Aynı masallarla büyüdük, aynı efsanelerle korktuk.

Ve şimdi, aynı umudu taşıyoruz:

Bir gün, deniz yine tüm kıyılara eşit vursun…

Bir gün, gökyüzü herkesin üstüne gölge gibi değil, koruyucu bir şemsiye gibi açılsın.

Bir gün, bu ada yeniden bir olsun.

Sessizce, sakince, doğal bir nehir gibi…

Geçmişin yaralarını sararak, geleceğe birlikte yürüyerek.

Çünkü biz, bu adanın evlatlarıyız.

Deniziyle yoğrulmuş, güneşiyle yanmış, toprağıyla kardeş olmuş bir halkız.

İki değil, biriz aslında.

Ve bu birliği, yeniden hatırlamak için, sadece biraz cesaret, biraz sevgi, biraz da zaman gerek...

Kutlu olsun Kıbrıs’ın özgür sabahı…

Kutlu olsun, yeniden birleşeceğine inanan tüm yüreklerin bayramı.

sayfa-17-resim-025.jpg


“Soykırım: hem insanlık-dışı, hem insan işi…”

Ohannes Kılıçdağı/AGOS

20. yüzyıl ilginç bir zaman dilimi oldu. Bir yandan tarihin en korkunç savaşlarına ve soykırımlarına ve tam da bu yüzden bir yandan da savaşların soykırımların önlenmesi için insanlığın attığı en önemli adımlara tanıklık etti. Birleşmiş Milletler’in kendisinin yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 1948 tarihli Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi bu adımların başlıca örneklerinden kimileri. Şimdi bunların hepsi, sadece değil ama başta Gazze sebebiyle bir sınavdan geçiyor. Bu öyle bir sınav ki başarılı olunmadığı takdirde bu tür kurumların ve yapıların sonunu getirebilir. Bu mekanizmaların olduğu dünya, savaşların ve soykırımların son bulduğu bir dünya olmadı belki ama bunların olmadığı veya işlevsizleştiği bir dünya da herkesin daha az güvenlikte olacağı, şiddetin, özellikle de yukarıdan aşağı, yani devletlerin halklara şiddetinin daha duraksız, daha fütursuzca yaşanacağı bir dünya olacaktır. Dolayısıyla, bu yapıların ve mekanizmaların korunması ve işlemesi hepimizin iyiliği içindir.

Savaş ve soykırım kavramları ve eylemleri ilgi çekicidir. (Savaşların niteliğinin tarih içindeki değişimi başlı başına bir konudur. Burada savaş derken, daha ziyade kitlesel yıkımların yaşandığı, topyekün savaş kavramının doğduğu modern savaşları kastediyorum.) Bunlar, korkunç olaylar olmasına korkunçtur, vahşettir ama insan denilen yaratığı ve onun oluşturduğu toplum denilen mevhumu anlamak için çok önemli veriler sağlayan momentlerdir. Özellikle soykırımlar söz konusu olduğunda şu soruları sormak ilginçtir: Bir soykırımı maddeten, fiilen ve psikolojik olarak mümkün kılan faktörler nelerdir? Bu kadar büyük bir kötülüğü insan insana nasıl yapabilir? Bu açıdan bakıldığında soykırımların, işin uzmanları veya ilgilileri için matematikteki çözülemeyen denklemler, ispat bekleyen teoremler benzeri “çekici” enigmatik bir tarafı vardır.

Soykırımlar, toplumsal normalin sekteye uğradığı, bağlayıcı hiçbir değerin kalmadığı, bir nevi kolektif delirium veya hezeyan hali gibidir. Normatif, yani insanın insana yapmaması gereken bir iş olması manasında insanlık dışı ama pratik olarak tam da canlılar arasında insanın ve sadece insanın yapabileceği, yaptığı bir iş olması anlamında da insanlığın bir ürünü.

Diğer soykırımlara kıyasla zamana ve mekana daha fazla yayılarak vuku bulan Yahudi Soykırımı, yani Holokost, bu gibi soruların sorulması için oldukça kritik bir bağlam sağlar. Örneğin, bir insan nasıl yüzlerce kişiyi gaz odalarında öldürtüp, fırınlarda yaktırdıktan sonra normal bir işten evine dönüyormuş gibi evine gider, çocuklarıyla güler oynar? Nasıl bir grup insan, meydanda topladığı başka bir grup insanı sopalarla döve döve öldürdükten -ki bunu yaparken çoluklu çocuklu geniş bir seyirci kitlesi de eğlence niyetine bunu seyreder- sonra sanki Pazar gezintisindeymiş gibi yürür  gider? Bir insan, nasıl annesinin kucağından aldığı bebeği duvara vura vura öldürdükten sonra annesinin kucağına geri verir? Hangi ortam onun bunu yapmasına müsaade etmiştir?

Bunlar, farazi örnekler değil, hepsi de Yahudi Soykırımı sırasında birebir yaşanmış haller. (Tabii ki geçmişteki diğer soykırımlardan da benzer örnekler verilip, benzer sorular sorulabilir.) Ama bu tür sorular için mutlaka tarihe bakmaya da gerek yok maalesef. Bugüne dair şu soruları da sorabiliriz örneğin: Nasıl on binlerce çocuk aylar hatta yıllar boyunca bombalarla parçalanır, nasıl insanlar kaldıkları çadırlarda canlı canlı yakılabilir, nasıl göz göre göre açlıktan ölüme mahkum edilebilir; kendisi, ailesi açlıktan ölmesin diye bir parça yiyecek bulmaya geldiği yerde insanlar nasıl katledilebilir, nasıl bazı insanlar insani yardım malzemesi taşıyan tırların önünü keserek, taşıdıkları unun, şekerin, ilacın üzerinde tepinebilir? Nasıl katlettikleri insanları bir de sosyal medyada yaydıkları videolarla alaya alırlar? Bir önceki paragraftaki sorularla bu soruların zamanı, bağlamı farklı olsa da bunlar aynı sorulardır, aynı kökten doğarlar.

Nitekim, Gazze’de İsrail’in giriştiği soykırıma karşı çıkan, muhalefet eden sağduyulu Yahudiler de bunun farkında. Buna bir örnek olarak Amerikan medyasının önde gelen isimlerinden, kendisi de bir Yahudi olan Jon Stewart’ın, gene Yahudi kimliğinin içinden konuşan Peter Beinart’ın “Being Jewish After the Destruction of Gaza: A Reckoning" (Gazze’nin Yıkımından Sonra Yahudi Olmak: Bir Hesaplaşma”) başlıklı söyleşisini (ki bu aynı zamanda Beinart’ın kitabının da başlığı) dinlemenizi tavsiye ederim. Söyleşinin bütününü aktarmam tabii ki mümkün değil ama Beinart’ın kullandığı şu ifadeleri bu yazının muradıyla da uyumlu olduğu için tekrarlayarak yazıyı bitirebilirim: “Eğer tarihimizi hatırlamak; dünyadaki kimse umursamazken katledilen, açlıktan ölüme terk edilen, soykırıma uğratılan aile üyelerimizi, insanlarımızı onurlandırmak istiyorsak [bugün] bize düşen sorumluluk umursamaktır.”

(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 2.10.2025)


***  BASINDAN GÜNCEL…

“İki Almanya’nın birleşmesinin 35. yılında kaybeden ve kazananlar…”

Yücel Özdemir/EVRENSEL

Bugün, iki Almanya’nın yeniden birleşmesinin tam 35. yılı.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra kurulan “yeni dünyaya” Almanya bölünmüş olarak girmişti. 1949-90 yılları arasındaki bölünmüşlük, fiilen 9 Kasım 1989’de Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla son bulmuştu. Bir yıllık geçiş sürecinin artından 3 Ekim 1990’da atılan imzalarla resmi olarak kapitalist Federal Almanya Cumhuriyeti (BRD), “sosyalist” Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni (DDR) yutmuştu.

Ortada gönüllü, eşit, adil bir birleşme yoktu. Zira Doğu’daki rejim halkın Berlin Duvarı’nı yıkmasıyla çökmüş, Batı tarihsel zaferini ilan etmişti. Bu nedenle “yutma” dönemin politik-ekonomik koşullarında Batılı kapitalistler için kaçınılmazdı.

Sorgulanması gereken Doğu ve Batı’daki Alman emekçilere vadedilen, olacağı iddia edilen Almanya’nın bugünkü Almanya olmadığıdır. Her ne kadar dönemin Başbakanı Helmut Kohl, birleşmeye dair 2 Ekim 1990’da yaptığı “ulusa sesleniş” konuşmasında “3 Ekim sevinç, şükran ve umut günüdür” dese de, tablo bugün hiç de öyle değil.

3 Ekim resmi tatil günü ve sadece resmi kutlama törenleriyle geçiyor. Birleşmenin faturasını ağır ödeyen Doğu Almanya’daki emekçiler açısından bugünün bir “umut günü” olduğunu söylemek zor.

 

BATI’NIN PARILTILI DÜNYASI, BİR CENNET OLARAK SUNULMUŞTU…

O vakit, özellikle Doğu Almanya’da yaşayanlara, Batı’nın parıltılı dünyası adeta bir cennet olarak sunulmuş, yeniden birleşmeyle birlikte onlar için yepyeni bir dönemin başlayacağı ileri sürülmüştü. Berlin Duvarı’nı aşıp Batı’ya doğru yola çıkanlar da asıl olarak böyle düşünüyordu. Ancak gerçek hiç de öyle olmadı. Ekonomik-sosyal koşullar her geçen gün ağırlaştı. Daha önce işsizlik, yoksulluk, yüksek kiralardan bihaber olanlar zamanla kapitalizmin soğuk, acımasız duvarına çarptı. Kapitalizmin doğasında olan bütün sorunlarla acı bir şekilde tanıştılar.

 

BATI’DAKİLERİN KAZANCI DOĞUDAKİLERDEN %25 DAHA YÜKSEK…

Federal İstatistik Dairesinin yayımladığı son verilere göre, 2024 yılında Batı eyaletlerinde (Berlin dahil) tam zamanlı çalışanların brüt aylıkları 1991’e kıyasla iki kattan fazla artarak ortalama 4 bin 810 avroya yükseldi. Doğu eyaletlerinde aynı dönemde brüt aylık kazançlar dört kattan fazla artmasına rağmen ortalama 3 bin 973 avro oldu. Buna rağmen Batı’dakilerin kazançları Doğu’dakilerin kazançlarından yüzde 17.4 daha yüksek. Bu oran 2014’te yüzde 25’di.

Hans Böckler Vakfına bağlı Ekonomik ve Sosyal Bilimler Enstitüsü (WSI), ücret farkının kısmen azalmasının temel nedenini 2015’te Almanya genelinde uygulanmaya konulan asgari ücrete bağlıyor. Bu tarihe kadar daha düşük olan ücretler kısmen arttı. Zira Doğu’da düşük işlerde çalışanların sayısı çok daha fazlaydı. Halen de öyle. Sendikaların, birleşen Almanya’da ücretleri eşitleme çabası, bazı sektörlerde adım atılmakla birlikte, bugüne kadar bir sonuç vermiş değil.

Benzer bir tablo yoksulluk açısından da geçerli. 2024’te Almanya’da halkın yüzde 15.5’i yoksulluk riski altında yaşıyordu. Yoksulluk Doğu eyaletlerinde yüzde 16.9, Batı eyaletlerinde ise yüzde 15.1 oranında. Batı Almanya’daki emekçiler arasında yoksulluk Doğu’ya göre daha hızlı artıyor. Bu da birleşmenin Batı Almanya’daki emekçilere çıkan faturalarından birisi.

 

AŞIRI SAĞ, IRKÇILIK VE MİLLİYETÇİLİK ZİRVE YAPTI…

Gelinen aşamada, ekonomik sorunlara bağlı olarak artan gelecek korkusunun sonucu olarak eski DDR- yeni Doğu Almanya eyaletlerinde aşırı sağ, ırkçılık ve milliyetçilik zirve yapmış durumda. Son genel seçimlerde aşırı sağcı, ırkçı Almanya için Alternatif (AfD) partisi Doğu Almanya’da ortalama yüzde 32 oy alarak, diğer partileri açık arayla geçti. “Birleşme Bayramı”nın arifesinde yapılan kamuoyu yoklamalarında AfD’nin oyu yüzde 40’a dayanmış durumda. Önümüzdeki yıl bazı eyaletlerde yapılacak seçimlerde AfD’nin tek başına hükümet kurma olasılığı da tartışılıyor. Dolayısıyla, son 35 yılın Doğu’da ve Batı’da ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardan birisi aşırı sağın güç kazanmasıdır.

 

SERMAYE HEP GÜÇLENDİ…

Sermaye ise hep güçlendi. Alman ekonomisi birleşmeyle birlikte açık arayla Avrupa’nın en büyük ekonomisi haline geldi. Şimdi ise dış politikada militaristleşmeye, askeri harcamaları artırmaya hız verilmiş durumda. Birleşmeyle birlikte sadece nüfus olarak değil, ekonomik ve askeri olarak da Avrupa’nın en büyüğü olmayı hedefleyen Alman sermayesi adım adım belirlediği yolda ilerliyor. Eksik olan askeri güç için son birkaç yılda atılan adımlarla birlikte, önümüzdeki beş yıl içinde Avrupa’nın en büyük askeri gücü haline gelmeyi de muhtemelen başaracak.

 

BİRÇOK DÜZLEMDE HALA İKİ ALMANYA VAR…

Bu tablodan Batı ve Doğu’daki emekçilere düşen ise daha fazla düşük ücret, yoksulluk ve bölünmüşlük. Bu nedenle günümüzde birçok düzlemde hâlâ “iki Almanya” var. Biri zenginlerin, diğeri yoksuların, biri ırkçı-milliyetçilerin, diğeri antifaşistlerin, biri koşar adım savaşa girmek isteyenlerin, diğeri savaşa ve silahlanmaya karşı mücadele edenlerin Almanya’sı.

Bunlardan hangisinin galip geleceği, Almanya’da yaşayan farklı kökenlerden ve inançlardan emekçilerin alacağı tutuma bağlı.

(EVRENSEL – Yücel ÖZDEMİR – 3.10.2025)

ncelikli-resim-sayfa-16-001.jpg

ncelikli-sayfa-16-resm-004.jpg

ncelikli-sayfa-16-006.jpg

Bu yazı toplam 1343 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar