1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Babam, Sakarya bölgesinde bazı “kayıp” Kıbrıslıtürkler’i defnettiydi... Son arzusu, bu bilgiyi paylaşmamdı...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Babam, Sakarya bölgesinde bazı “kayıp” Kıbrıslıtürkler’i defnettiydi... Son arzusu, bu bilgiyi paylaşmamdı...”

A+A-

OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR...

s1-280.jpg

Bir Kıbrıslırum okurumuz geçtiğimiz günlerde bizi ziyaret ederek şu bilgileri paylaşmak istediğini söyledi:

***  Babam, Sakarya bölgesinde bazı “kayıp” Kıbrıslıtürkler’i defnettiydi... Son arzusu, bu bilgiyi paylaşmamdı...

***  Sanırım on yıl kadar önce, ortak bir arkadaşımız aracılığıyla sizinle temasa geçmiştim ancak yüzyüze görüşmediydik, sanırım kısaca telefonda konuşmuştuk...

***  Beş-altı sene kadar önce de Kayıplar Komitesi yetkilileriyle bildiklerimi paylaştıydım... Ancak onlardan da herhangi bir ses çıkmadı...

***  Bu konunun sonuca ulaştırılmasını istememin nedeni, vefat etmiş olan babamın bunun son arzusu olmasıdır. Babam vefat etmeden önce, bu arzusunu bana dile getirmişti...

***  Babam aslen Karpazlı idi ancak Maraş’ta yaşamaktaydık.

***  Babam sivil savunmada da görev yaptığı için, 1974’te savaşta ölenlerin gömülmesinde yer almıştı.

***  Çok meşhur bir fotoğraf vardır örneğin, Maraş’ta Türk uçaklarının bombardımanı esnasında ölen bir genç, bir otelden aşağı sarkıyor... İşte babam, bu genci de defnetmişti...

***  Babamın bana anlattığı, Sakarya bölgesinde bazı “kayıp” Kıbrıslıtürkler’i defnettiği yönündeydi. Kendisi sivil savunmada ölüleri defnetmekle görevlendirilmişti ve kamyonla getirilen ölüleri, bir şiro bulup çukur kazdırmışlar, sonra da savaşta öldürülmüş olan bu Kıbrıslıtürkler’i, boş bir araziye gömmüşler... Sözkonusu boş arazi, bir evin avlusu imiş Sakarya bölgesinde...

***  Babam bana defnettikleri Kıbrıslıtürkler’i saydığını, bunların 15 kişi olduğunu anlatmıştı... Siz bana Sakarya bölgesinden bu kadar çok “kayıp” Kıbrıslıtürk olmadığını söylüyorsunuz ama belki başka bölgelerden toplanıp oraya getirilmiş “kayıp” Kıbrıslıtürkler olabilir mi bunlar, bilmiyorum.

***  Babamın bana vefat etmeden anlattığı, şirosu olan birisini bulmuşlar, büyük bir mezar kazmışlar, onları oraya gömerek üstlerini örtmüşler... Babam vefat ölmeden önce, bu bilgiyi sözkonusu Kıbrıslıtürkler’in akrabalarına iletmek istediğiydi, bu onun son arzularından biriydi.

***  Ben Kayıplar Komitesi yetkililerine bir de harita vermiştim, bu haritada babamın nerede gömü yaptığını işaretlemiştim... Bu haritayı sizinle de paylaşıyorum.

***  Altı sene kadar önce Maraş’ta birlikte çalıştığımız bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim... Bu konuyu bu arkadaşımın oğluna da aktarmıştım. Birlikte bu durumu incelemiştik, sanırım sözkonusu gömü yerinin üzerine büyük bir süpermarket inşa edilmiş, yol da genişletilmiştir. Umarım eğer buraya bir süpermarket inşa edilmişse, bu gömü o esnada başka yere taşınmamış veya kaybolmamıştır...

***  Sözkonusu gömü yerinin az ilerisinde Mustafa Kemal Atatürk’ün bir büstü vardı Sakarya’da... Bu yer, Mağusa kalesinden iki kilometre kadar ilerideydi...

Bu okurumuza paylaştığı bu değerli bilgiler için çok teşekkür ediyoruz.

Bize vermiş olduğu haritayı da okurlarımızla paylaşıyoruz...

Kayıplar Komitesi yetkililerini de bu konuda bilgilendirdik...

Konuyla ilgili olarak daha ayrıntılı bilgi sahibi okurlarımızı, isimli veya isimsiz olarak 0542 853 8436 numaralı telefondan bizi aramaya davet ediyorum...

 


Mesarya’dan bir Kıbrıslı’nın ölümü...

Çok değerli arkadaşımız, “kayıplar” konusunda son derece insani öyküleriyle tanınan Dr. Derviş Özer’in babası Ahmet Özer, geçtiğimiz günlerde vefat etti... Dr. Derviş Özer’in ve ailesinin acısını paylaşıyoruz...

Dr. Derviş Özer, sevgili babacığıyla ilgili şöyle yazıyor:

“O benim babamdı. Bazen çılgın, bazen öfkeli, bazen şakacı, bazen de bilge kişilikti. Kısaca Her şeydi. Bir babanın olabileceği her roldeydi.

Köye sinemayı 1964 yılında bozuk 3-4 sinema makinesini birleştirip tek projektörle  sinema kurup her hafta kendinin seyrettiği en güzel Türk filmlerini  getirip sinemada oynatan kişiydi. Makinisti kendisi, biletçisi kendisi, eleştirmeni kendisi ve arada tombala oynatan da kendisi idi. Haaa unutmadan sansürleri de kendisi uygulardı. Filmi daha önce izlediği için  nerede çıplak kadın var, nerede biraz ileri gitmiş sevişme sahnesi var bilirdi.  Projektörün önüne  daha önce hazırladığı bir dal yasemin veya bir demet fesleğeni tutardı.  Bu sansür olayında onun köyün gençleri tarafından eleştirilmeye de kulak asmazdı. Sansürden sonra makine odasından   gençlerin protesto ıslıkları arasında gülümseyerek inerdi. Hemen hemen bütün Türk filmlerini ve oyuncularını bilirdi. Yabancı sinema oyuncularını da bilirdi ama onların filmlerini köyde göstermezdi. Sadece ve sadece Türk filmlerini gösterirdi sinemada. Köyün tek eğlencesini o kurmuştu ve işletiyordu.

Ölene kadar bahçesinden kopmadı. Gençliğinde de öyleydi. Mutlaka yılın ilk sebzesini çarşıya o götürecekti.  Turfanda (kendi deyimiyle broma) mulihiyayı Gonde'den evvel çarşıya o götürecekti. Aralarında gizli ve tatlı bir yarış vardı. Ne zaman ilk mulihiyayı çıkarır çarşıya götürürken sanki yanlışlıkla yapmış gibi bir demedini Gonde'nin önüne düşürürdü. Gonde de sanki görmemiş gibi yapardı ve döner giderdi. Gonde çıkardığında da dükkanın önünde arabasını açar ve orada satışa başlardı. Babam da gelecek sene için gizli planlar hazırlardı.

Bir defasında eve yeni çıkan ayaklı emaye fırın almıştı. Hatırlarım daha islim kullanıyorduk. Eve getirip anneme “Sana fırın aldım” demişti. Annem sevincinden uçtu, fırını en görünen yere yerleştirdi. Daha bir kez bile kullanmadan babam onun prizini değiştireyim diye eline aldı ve annem için tam bir facia oldu. Aslında onu anneme almamıştı. Kendine almıştı. Onu bozdu termostat ekledi ve kuluçka makinesi yaptı, kümesten topladığı bütün yumurtaları içine koydu ve her gün onu bekledi. 17. veya 18. gündü civcivlerin yumurtadan çıkmasına bir kaç gün kalmıştı ki termostat bozuldu ve yumurtalar tabi ki daha çıkmamış civcivler pişti. Bu onun için hezimet olmuştu. Ama pek umursamadı. Olan anneme hediye ettiği (!) fırına olmuştu.

Sinirliydi de. Yazları köye su iki günde bir gelirdi. Annem yaz akşamları babam taze su içsin diye bidonları doldurur  buzdolabına koyardı. Bir gün su gelecek diye bidonları çiçeklerin dibine boşalttı. Suyun gelmesini bekledi. Ama su geç geldi. Annem tencereye suyu doldurdu tez soğusun diye buz yerine koydu. Fakat babam erken geldi ve gelir gelmez buz dolabına yöneldi bidonlardaki sıcak suyu doldurdu. Su sıcak diye içmedi beni çağırdı. "Oğlum bu buzdolabını tut" dedi. Tuttum kaldırdık onun isteğiyle kümesin içine götürüp koyduk. "Ben işe yaramayan buz dolabını folluk yaparım bari o işe yarasın" dedi. Buzdolabı kümeste iki gün kaldı. Sonra çıkarıp yıkadık ve tekrar kullanıma soktuk.

Cep telefonu  yeni çıkınca ovada düşüp kalmasın, bir isteği olursa arasın diye küçük  ve basit bir cep telefonu almış kardeşlerim ona.  Şarj aletini de vermişler biraz kullanmış. Fakat nasıl olduysa birinin şarj aletini almış ve şarj bitince takmaya çalışmış takamamış. Her zaman arabasında gezdirdiği eğesini almış. Ve şarj aletinin giriş yerini eğeleyerek telefona uydurmuş ama cep telefonu patlamış. Bir daha cep telefonu kullanmamış. O olay aklına gelince sövüyordu. Niye bütün şarj aletlerini aynı yapmıyorlar diye. Seneler sonra şirketler tüm telefonlara uyacak şarj yapmaya başladılar.

Yağmur yağdı  sel geldi. Zeytinleri suladık eve geldik, annem çorba yapmış içiyoruz. Annem bir kaşık çorba aldı.

- Yağmur yağdı sel geldi zeytinlerin altına gübre saçtıydık sel gübreyi götürdü, dedi.

Babam çorbadan bir kaşık aldı.

Gübreyi erken saçtık, ot çıktı gübreyi tuttu, sel götürmedi, dedi.

Annem bir kaşık çorba aldı.

- Yağmur yağdı sel geldi zeytinlerin altına gübre saçtıydık sel gübreyi götürdü,  dedi.

Babam çorbadan bir kaşık daha aldı.

Gübreyi erken saçtık ot çıktı gübreyi tuttu sel götürmedi, dedi.

Annem bir kaşık daha çorba aldı.

Yağmur yağdı...

Dokuzuncu sel ve gübre konuşmasından sonra ben oflayarak içeri kaçtım. Ama çorba elimde içeri giderken babama anneme baktım, çünkü babam dişsiz ağzı ile kıs kıs gülerek anneme “Biz öldükten sonra zeytinlere gübreyi ne zaman saçacağını öğrettik” diyordu. Annem de ona göz kırpıyordu.

O benim babamdı. Bazen öfkeli, bazen sevecen bazen deli dolu bazen de korkak. Annemden korkardı. Korktuğu kadar da annemi severdi.  Ona tapardı.

Bir gece ben 12 yaşındayım. O zaman Değirmenlik suyu akardı. Sabah 4’te beni uyandırdı. Kalktık haraya gittik. Suyun önünü temizledik. Tam arabaya binecem arabayı gazladı gitti  Arkadan bağırdım duymadı. Nasıl yağmur yağıyor. İngilizlerin kedi köpek yağıyor dediğinden. Oturdum  bekledim saatler sonra geldi. "Ben seni alıp almadığımı unuttum" dedi "eve kadar gittim annenden korktuğum için gizlice pencereden baktım yatakta yoksun, dedim ki çocuğu unuttum. Geri döndüm".

Son gece "Beni hastanede bırakma oğlum" dedin.  Bıakmadım.  Seni evine getirdim.  "Hadi" dedin "haraya gidelim" dedin. O suyu kaybettik. Lanet olsun. O su senin her şeyindi. Hiç bir şey yapamadık. Ne annemi, ne seni  o suyu tekrar görerek mutlu edemedim.  İşte baba siyasiler böyledir. İnsanların duygularına önem vermez. Var olanı yok eder düzeltmez. Ben sana o suyu geri getiremedim.

Şaka ettim. "Seninle haraya gidilmez baba, sen beni yarı yolda unutur gidersin" dedim. Güldük. Ve yine beni  bıraktın gittin... Son gün "Ne düşünüyorsun baba" dedim. Bana dönüp güldün. "Anneni düşünüyorum" dedin. "Yarın o  tarafa gidince beni nasıl sevinçle karşılayacak" dedin ve güldün.

İşte ölümü o kadar güzel kabullendin baba,  keşke ben de ölümü senin kadar cesaretli ve korkusuz, karşılayabilsem. 

Ve kim ne derse desin.

Seni  istediğin gibi kimse duymadan, kimseyi rahatsız etmeden, bir sabah    kimselerden habersiz gömdük. Taş istemedin. Dua istemedin. Hoca istemedin. İstediğin gibi sessiz  sedasız  gömdük, annemin yanına. Kimseye kızmadan öfkelenmeden hep bağışlayıcı olarak yaşadın ve kimseye sitem etmeden gömdük seni.

Sen benim babamdın. Her şeyimdin,  senin gibi olgun ve bağışlayıcı bir yaşamım olmasını diliyorum.  Senin gibi mutlu bir yaşam, yaşamayı diliyorum.  (Beni affet sana söz vermiştim Akatulu Rumoğluyla Değirmenlik pınarına ayaklarımızı uzayıtıp anglia içecektik  ve Yassu diyecektik. Olmadı. Beni affet yapamadım.

Hep Değirmenlik pınarının akmasını bekledim...”

(DR. DERVİŞ ÖZER – 21-28 Ağustos 2021)

 

 

 

Bu yazı toplam 1347 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar