1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Milliyetçilik neden çare olamaz…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Milliyetçilik neden çare olamaz…”

A+A-

Dimitris Hacıdimitriu, bir “kayıp” yakını… Aynı zamanda sosyalist bir aktivist…

Geçtiğimiz günlerde arkadaşımız Hristina Pavlu Solomi Patça’nın bir paylaşımından çok etkilenmişti… Hristina da bir “kayıp” yakını – hem babası, hem de erkek kardeşi, Galatya’da savaş esiri olarak tutulurken öldürülüp Galatya gölündeki bir toplu mezara gömülmüşler ve “kayıp” edilmişlerdi… Hristina’nın babası ve kardeşini bulmak için yıllarca uğraş verdik, Hristina da onların neden öldürüldüklerini anlamak için çok uğraş vermiş ve bu cinayetlerin, Kıbrıslırumlar tarafından işlenmiş başka bir takım cinayetlerle bağlantılı olduğunu öğrenmişti: EOKA-B’ciler Muratağa-Atlılar-Sandallar’da 126 Kıbrıslıtürk’ü – ağırlıkla kadınlar ve çocuklar – katledince ve bu ortaya çıkınca, bu “gerekçe” yapan bir takım Kıbrıslıtürkler, “intikam” adı altında bu olaylarla hiçbir alakası olmayan bazı Kıbrıslırumlar’ı katletmişlerdi…  Hristina, babasının ve erkek kardeşinin kalıntılarının Galatya gölünde altı kişilik bir toplu mezarda bulunması, Kayıplar Komitesi tarafından kimliklendirilmesi ardından sosyal medyadaki paylaşımında işte bundan bahsetmişti… Hristina bu sayfalarda da birkaç gün önce yayımlamış olduğumuz ve Dimitris Hacidimitriu’yu da çok etkileyen paylaşımında şöyle demişti:

“43 yıl aradan sonra Kayıplar Komitesi bize, Karpaz’ın Galatya Gölü’nde bir toplu mezarda bulunan babam Pavlos Solomi Corci ile kardeşim Solomis Pavlu Solomi’nin kalıntılarının kimliklendirilmiş olduğunu bildirdi.

Babam ve kardeşim, tüm ailemizle birlikte Komi Kebir’deki evimizden bazı silahlı Kıbrıslıtürkler tarafından alınarak 15 Ağustos 1974’te Galatya köyüne götürülmüştük.

Kadınlar aynı gün köye geri götürülmüştü. Ancak erkekler Galatya’da bırakılmış ve baştaki komutan “Paşa”nın verdiği söz uyarınca, üç gün sonra eve geri gönderileceklerdi. O günden sonra “kayıp” edildiler.

Darbe sonrasında EOKA B’nin üyeleri tarafından Muratağa-Atlılar-Sandallar köylerindeki katliamlarına misilleme olsun diye, babamla kardeşimin 19-20 Ağustos 1974 tarihlerinde öldürülmüş olduklarını çeşitli bilgilerden öğrendik.

Galatya gölünde ikinci bir toplu mezar olduğu yönündeki bilgiler Kayıplar Komitesi’ne 2005 yılında araştırmacı Kıbrıslıtürk gazeteci Sevgül Uludağ tarafından verilmiştir.

2008’den bu yana Galatya gölünde tekrar tekrar kazılar yapılmaktaydı ve bilgi veren şahısların bilgileriyle ilgili yoğun ısrarları üzerine Nisan 2017’de içerisinde altı kişinin bulunduğu toplu mezar burada bulunmuştur. Bu altı kişi arasında babam ve erkek kardeşim de bulunmaktaydı.

Aralık 2017’de kemiklerden alınan örnekler üzerinde DNA testleri aracılığıyla kimliklendirme yapılmıştır.

Babam ve erkek kardeşimin bulunması ve kimliklendirilmesi için bilgi veren ve çalışmalar yürüten herkese çok teşekkür ederim.

Babamla kardeşimin cenaze töreni 3 Mart 2018 tarihinde yapılacaktır.”

Arkadaşımız Dimitris Hacıdimitriu’dan bu konuda düşüncelerini yazmasını istedim. O da oturup “Milliyetçilik neden çare olamaz…” başlıklı bir makale yazdı ve bunu sosyal medyada paylaştı… Ben de bu makaleyi siz okurlarım için Türkçeleştirdim…

Dimitris Hacıdimitriu, “Milliyetçilik neden çare olamaz” başlıklı makalesinde şöyle yazıyor:

“43 yıldır “kayıp” olan ve öldürülerek Karpaz’da Galatya gölünde bir toplu mezarda gömülmüş olarak kalıntıları bulunan altı Kıbrıslırum’un üzücü hikayesi, pek çok konuyu gündeme getiriyor. Hristina Pavlu Solomi Patça, neler olup bittiğini çok etkileyici biçimde kaleme aldı çünkü öldürülenlerden ikisi de onun babası ve erkek kardeşiydi. Bu trajediler hakkında yazmak zordur ancak doğru sonuçlara varabilmek için de bu konuları tartışmak önemlidir. Filozof George Santayana’nın belirttiği gibi, “Tarihten ders çıkarmayanlar, bunları tekrarlamaya mahkumdur…”

Hristina, haklı olarak bu altı Kıbrıslırum’un öldürülmesinin, birkaç gün önce meydana gelmiş bir katliama intikam gerekçesiyle meydana gelmiş olduğuna işaret ediyor. “Kayıplar”la ilgili Facebook sayfasında şöyle yazıyor Hristina:

“Darbe sonrasında EOKA B’nin üyeleri tarafından Muratağa-Atlılar-Sandallar köylerindeki katliamlarına misilleme olsun diye, babamla kardeşimin 19-20 Ağustos 1974 tarihlerinde öldürülmüş olduklarını çeşitli bilgilerden öğrendik.”

Bu katliamda öldürülmüş olan kurbanlar, üç köyden Kıbrıslıtürk kadınlar ve çocuklardı – eğer bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak isteyen varsa, Tony Angastiniodis’in çekmiş olduğu şahane belgeseli izleyebilirler, bu konuda bir dizi makale de yayımlanmış durumdadır.

Masum sivillerin misilleme olarak öldürülmesi yeni bir şey değildir. Bir tarafın yaptığı bir katliam sonrasında, intikam eylemi olarak öteki taraftan bazı masum yaşamlara kıyıldığına ilişkin bir dizi gerçek öykü işittim. Dohni katliamında da durum böyledir, Muratağa-Atlılar-Sandallar katliamında da öyledir. Bir başka deyişle, bir tarafın milliyetçileri tarafından işlenen korkunç cinayetleri, öteki tarafın milliyetçi nefretiyle işlenen başka cinayetler izlemektedir ve kısır bir döngü gibi, masum ve savunmasız insanlara, savaş esirlerine ve sade sivillere karşı artan bir vahşetle fanatikler tarafından korkunç suçlar işlenmektedir.

EOKA-B’nin Kıbrıslırum üyeleri tarafından işlenmiş cinayetlere gelince, bu “süper milliyetçiler”in en modern silahlarla tepeden tırnağa donatılmış oldukları halde savaşın olduğu ön cepheye gitmek yerine savunmasız Kıbrıslıtürkler’e tecavüz edip öldürmeyi tercih ettikleri çok iyi bilinen bir gerçektir – bu arada ön cephede neredeyse herhangi bir silaha sahip olmayan askerler de savaşa yem edilmişlerdi…

Kıbrıslırumlar’ın iktidardaki sınıfına göre resmi versiyon, Kıbrıs barışçıl bir adaydı ve bir gün aniden Temmuz 1974’te Türkiye ortada herhangi bir provokasyon yokken barbarca bir işgale girişmeye karar vermişti. Bu Kıbrıslırum yönetici sınıfın sloganı “Unutmam” sloganıdır ve bilinçli olarak bazı gerçekleri görmezden gelirler, başka bazı gerçekleri öne çıkarırlar ve bunu “Ancak bana uygun düşeni hatırlarım” politikasına uygun biçimde olayların yorumunu kendilerine göre takdim ederler. “Kayıplar”ın trajik durumu buna bir örnektir. Onlarca yıl boyunca yetkililer kayıpların ve ailelerinin yaşadığı yıkımla ilgili hiçbir şey yapmamışlar, yalnızca timsah gözyaşları dökmüşlerdir. Onlar için bu yararlı bir propagandaydı çünkü uluslar arası diplomatik topluluk içerisinde Türkiye’yi barbar olarak gösterebiliyorlardı. Ellerinde pek çok kayıpla ilgili korkunç miktarda bilgi olmasına rağmen bu konuda sessiz kaldılar, ta ki Sevgül Uludağ gibi gazeteciler bunları araştırmaya başlasın ve geride kalmamak maksadıyla, utanç içerisinde harekete geçmek zorunda kaldılar… 

Kıbrıs sorununu ciddi biçimde inceleyenler, bu sorunun 1974’te başlamadığını bilirler. Ancak burada esas olanın “kimin bunu başlattığı” ya da kimin ilk kurşunu sıktığını bulmak olmadığını ortaya koyacağım. Ne de olmasa, ilk kurşunu kimin sıktığını bulmaya çalışmanın, herhangi bir savaşta kendi tarafını haklı göstermeye çalışmanın zavallı bir biçimidir.

Açıktır ki egemen sınıflar bu argümanı kendilerinin savunma amacıyla hareket ettiklerini göstermek için kullanırlar ve tarihi öteki tarafın ilk kurşunu sıkmış olduğu noktadan başlatırlar. Ancak sosyalistlere gelince, buna yaklaşım daha farklıdır.  Savaşların çoğunda her iki taraf da suçludur, bizler savaşları hırsızlar ve gangsterlerin kendi aralarında savaşırken, kurbanların çoğunun da sade insanlar olduğunu görürüz. Ancak bazı savaşlarda taraf tutarız, eğer ezilen bir halk, onu ezenlere karşı savaşıyorsa, o zaman ilk kurşunu kimin sıktığına bakılmaksızın, ezilenin tarafını tutarız her zaman.

Kıbrıs’ın bağımsızlığından sonra Kıbrıslıtürkler kendilerini, %80 çoğunluğa sahip Kıbrıslırumlar arasında bir azınlık olarak bulmuşlardı. Kıbrıslırum yönetici sınıfı, ENOSİS politikasını izliyordu (Kıbrıs’ın Yunanistan’ın bir parçası olması). 1821 devriminden sonra bağımsız bir devlet olan Yunanistan’ın tarihi, kendi sınırları içerisindeki etnik azınlıklar bakımından çok olumsuz olmuştur, özellikle Türk etnik azınlık bakımından. Girit ve Rodos’taki Türk azınlığın kaderi, bu adalar Yunanistan’ın parçası olunca, hiç de mutlu bir kader olmamıştır. Kıbrıslıtürkler için eğer Kıbrıs, Yunanistan’ın parçası olacak olursa kendilerini bekleyen şeyin ne olduğu hakkında bir tür uyarı idi. 1974’e kadar AKEL’in bile ENOSİS yanlısı olduğu ve böylesi bir olasılığın gerçek bir olasılık olduğu gizli bir şey değildi.

Egemen çevrelerin “ilk kurşunu diğer tarafın sıktığını” kanıtlamaya çalışarak paralandıkları tuzağa düşmemek için, Kıbrıs’ta yaşananlara bakarken kullanılması gereken kriterler bunlardır…

Sevdiklerinin akibetini bulabilmek için devletin doğru düzgün kaynak ayırdığını kayıp yakınlarının görebilmesi için aradan onlarca yıl geçmiştir. Üzüntüyle ve bir tür rahatlamayla pek çoğumuz sevdiklerimizi defnedebildik ve umarız ki bu süreç tüm kayıpların akibeti öğrenilinceye kadar devam eder.

Ancak yalnızca “kayıp”larımızı defnetmemiz yeterli midir? Bunun yeterli olmadığı yanıtını vereceğim. Öldürülüp Karpaz’daki Galatya gölüne gömülmüş olan altı kurbanla ilgili pek çok kişi üzüntülerini bildirdiler, bu “kayıplar”ın yakınlarına başsağlığı dilediler ancak bazıları onlardan “kahramanlar” ve “ölümsüzler” olarak söz ettiler. Belki de bu sözcükler, alışkanlıktan, tam olarak ne demek olduğunu düşünmeden kullanılan sözcüklerdir. Bazı milliyetçi aşırı güçlerin misilleme olarak soğukkanlılıkla infaz edilmekte herhangi bir kahramanlık göremiyorum. Böylesi tavırları ileri götürmeye çalışanlar, anahtar sorulardan kaçınmaya çalışırlar. Bu sorular da bu durumdan kimlerin sorumlu olduğu ve ne yapılması gerektiğidir. Kurbanlara kahraman demeyi tercih ederek göğüslerini gururla kabartmak ve geceleri rahat rahat uyumak…

Ancak biz geride kalanlar için sorular ortada durmaktadır. Ne yapmalıyız, neler yapabiliriz?

Bazıları Güney Afrika’da kullanılan “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları” sisteminden söz ediyor. Ancak ortaya herhangi bir gerçek çıkmamıştır çünkü suçları işleyen suçlular hiçbir zaman ortaya çıkıp bunları itiraf edip kamuoyu önünde özür dilememişlerdir, öyleyse nasıl bir uzlaşma olabilir? Başka bazıları Makarios’un, darbede rol almış kişileri affetmesine atıfta bulunuyor. Ancak böylesi bir af, savaş sırasında işlenmiş cinayetler ve tecavüzleri kapsayabilir mi ve eğer kapsıyorsa, böylesi bir affın uluslar arası hukukta meşru olup olmadığı sorusu gündeme gelir.

İki toplumlu aktivistler okullara gidiyorlar, “kayıplar”la ilgili öğrencilere bilgi veriyorlar ve gençleri eğitiyorlar. Yalnızca sorumluları cezalandırmayı istemekle kalmamalıyız, aynı zamanda insanları bu olayların neden ve nasıl olduğu hakkında eğitmeliyiz. Adaletin yerine getirildiğini görmek isteyenler, bu insanları ve onlar gibi iki toplumu yakınlaştırmak için mücadele edenleri desteklemelidir.”

(Dimitris Hacıdimitriu – Ocak 2018 – Türkçesi: Sevgül Uludağ)

DEVAM EDECEK

Bu yazı toplam 2289 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar