1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Masumiyetini kaybeden ada…9
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Masumiyetini kaybeden ada…9

A+A-

Yaşamını Avustralya’da sürdüren Tserili Spiro Konstantinu, 1958, 1963 ve 1974’ten hatıralarını anlattı…

 

Spiro Konstantinu’nun, Masumiyetini kaybeden Kıbrıs’ın geçmişiyle ilgili röportajımızın devamı şöyle:

SPİRO KONSTANTİNU:  Yani idam mangasının sıktığı kurşundan ölmezsiniz, yere düştükten sonra kafanıza sıkılan kurşun öldürür sizi…
Gözlerimi açıp bakmıştım, akan kanları görmek için  ama farklı bir yerdeydim…
Kafamın içinde vedalaşmıştım herşeyle… Hayattaki pişmanlıklarımı ve diğer şeyleri düşünmüştüm…
Orada duran subay gelip dizini sırtıma dayamış, koluyla boğazımdan kavramıştı beni ve üstüme abanmıştı güçlü biçimde… Beni yere yatırmıştı… Öteki subayın arkaya geçtiğini ve babama “Oğlularından biri gitti, şimdi sıra ikincisinde” dediğini duymuştum… “Şimdi artık kalaşnikofların nerede olduğunu bize söyleyecek misin?” demişti…

Babam öyle büyük bir çığlık atmıştı ki, onun öleceğini sanmıştım çünkü kalbinde bir rahatsızlık vardı babamın…
Her gün bir hap alırdı kalbi için ama son üç gündür hiç hap alamamıştı…
Dilinin altına koyduğu bir haptı bu, kalp rahatsızlığı için…
Babamın öleceğini düşünmüştüm – eğer kurşunlar işini bitirmezse, kalp krizi geçirip ölecekti adam…
“Beeeeee!” diye bağırmıştı babam, “Kendinizden utanın beeee! Ne yaptınız!”
Subay koluyla benim boğazımı sıkmayı bırakınca – çünkü nefes alamıyordum – ben de çok kuvvetli bir çığlık atmıştım! Babamla konuşmalarını duyabiliyordum – Deftera polis karakolu, küçük bir karakoldu… İngilizler tarafından yapılmış bir karakoldu, küçük taş bir binaydı…
Beni yerde tutarlarken, babamı sorguya çekiyorlardı…
Sonra beni hücreye götürmüşlerdi.

Hücrede pek çok insan vardı.
Hücre herhalde bu masanın dört kat büyüklüğünde bir yerdi… Hücre bir veya en fazla iki kişinin tutulması için yapılmış bir yerdi. Orada herhalde on kişi kadardık! Ve karanlıktı. Kapıyı kapattıklarında, içeriye ışık falan girmiyordu.
Beni hücreye attıklarında, ben şoktaydım… Titriyordum… Bu işin sonu olup olmadığını bilmiyordum, titriyordum… Beni vurmamış olmalarına inanamıyordum bile… Hala hayatta olduğuma inanamıyordum… O günün sonunu görebileceğime inanmıyordum. Mişauli’yi vurmuş olduklarını biliyordum. Bir idam mangası kurmuş olduklarını biliyordum.

Onları durduran tek şey bizi ne yapacakları hakkında net emirlerin olmamasıydı. Herhalde bir yerlerde birileri, başka bir yerde olup bitenlere konsantre olmuştu. Ve bunlar da herhalde “Bunları ne yapacağımıza karar verinceye kadar kendilerini tutalım” diye düşünmüşlerdi. “Nasılsa onların icabına bakacak vaktimiz ve araçlarımız vardır” diye düşünmüşlerdi…
Hücrede yaralı olarak bulunan bir genç bana yaklaşarak “Neden buradasın?” diye sormuştu.
Hücre karanlıktı diye yüzünü göremiyordum.
“Buradayım çünkü 60 tane kalaşnikof arıyorlar” demiştim.
“E, ne oldu?” demişti…
“Ne mi oldu? Kalaşnikof falan yok ki” demiştim.
“Kalaşnikofları nereden buldun?” demişti bu yaralı genç…
“Almadım ki!” demiştim.
“Öyleyse neden seni buraya getirdiler?” demişti.
“Çünkü bende 60 tane kalaşnikof olduğuna inanıyorlar!” demiştim.
“Eğer ellerinde bilgi olmasaydı, seni buraya getirmezlerdi” demişti.
Ben de ona, “Sen neden buradasın?” demiştim.
“Ben başkanlık muhafızındanım” demişti. “Başkanlık sarayında polistim, o nedenle beni tutukladılar” demişti.
Ancak bu genç dövülmemişti…
Bana “Sana tavsiyem” demişti, “istediklerini ver kendilerine… Çünkü herşey bitti… Kendini kurtarmaya bak” demişti.
Tekrar bu gence dönerek, “Be! Duyman ama ne derim sana?” demiştim. “Bende kalaşnikof falan yoktur!” demiştim.
Bilmiyorum ama bugüne kadar bu gencin bir muhbir olduğuna inanıyorum… Çünkü ben hücredeyken bu sohbet uzun süre devam etmişti – ta ki beni hücreden çıkarıncaya kadar… Beni tekrar yere yatırmışlardı… Ertesi güne kadar böyle devam etmişti.

Bizi 17’sinde tutuklamışlardı – 17sini ve 18ini böyle geçirmiştik… 17sinin gecesi, bizi serbest bırakacaklarını söylemişlerdi. Başkalarını serbest bırakmaya başlamışlar ancak babam, kardeşim ve ben serbest bırakılmamıştık. “Demek ki bizi serbest bırakmayacaklar” diye düşünmüştük. “Bu da, bizi kurşuna dizecekler demektir” diye düşünmüştük – eğer başkalarını serbest bırakıyorlar ve sizi tutuyorlarsa…
Benim köyümden EOKA-B’cilerden birisi gelerek “Dinleyin” demişti bize, “Benim gözetimimde sizin serbest bırakılmanızı sağlayacağım – ancak serbest bırakılmanızın tek nedeni, köylülerimize sizin sağ olduğunuzu söylemenizdir… Çünkü Kostas Mişaulis gibi çokluk etliye sütlüye karışmayan birisi öldürülünce köylüler dehşete kapıldılar ve “Kosta gibi birini bunlar öldürdüyse, geriye kalana neler yaparlar!” demeye başladılar… Demek ki hepsini öldürdüler” diyorlar…”
İşte bu nedenle köy karışmıştı…
Bu EOKA-B’ci bize, “Kahvelere gideceksiniz ki görsünler, ölü değilsiniz, sağsınız. Ondan sonra evinize gideceksiniz. Ev hapsinde tutulacaksınız. Evden dışarı hiç çıkmayacaksınız – ben size söyleyinceye kadar hiçbir yere gitmeyeceksiniz” demişti.

Deftera’ya doğru yürümüştük. Orada bir olay daha olmuştu… Uzun lafın kısası bu adamı alt edebilir, silahını alıp onu orada öldürebilirdik… Kardeşimle ben onun arabasındaydık, o arabayı sürüyordu… Silahı vardı. Ben arkasında oturuyordum – tek yapmam gereken boğazından tutup onu çekmekti – ancak böyle yapmadık. O anda başka olay istemediğimize karar verdik. Böylece köye döndük… Babamla kardeşim hemen eve gitmişlerdi, annemle kızkardeşimi görmeye. Bense kahvehanede kalmıştım.
Kahvehanede bir masaya oturmuştum, bir EOKA-B’ci gelerek başka bir masaya oturmuştu. Kalaşnikofunu da sandalyenin dalına asmıştı! Bir de tabancası vardı…
Kahveciye, “Bir orta kahve bana, bir kahve de ona” demiştim.
Dönüp dik dik bakmıştı bana bu EOKA-B’ci ve “Senin kahveni istemem” demişti.
Kahveciye dönüp “O zaman ona kahve getirme” demiştim.
Başkalarının gözünde itibarını kaybetmiş olduğunu o anda anlamıştım…
Çünkü kahvehanede pek çok insan vardı, aralarında AKEL’ciler de vardı… Başka kahvehanelerden insanlar da bizi görüp bakmaya gelmişlerdi… “Kim geldi? Kim hayattadır? Kim hayatta değildir?” diye bakmaya gelmişti insanlar. Yani insanlar kahvede toplanmıştı.
Ancak benim oturduğum masada kimsecikler yoktu! Herkes mesafesini koruyordu!
Bir yeğenimi gördüm kahvehanede, bana bakıyor ama yanıma gelmiyordu! Çünkü EOKA-B’ci adam oradaydı!
Böylece yeğenime dönerek, “Be yeğen, gel be buraya! Yanaş da bulaşıcı değildir ya!” demiştim… Böylece yeğenim benim oturduğum masaya gelmişti! Üstümde hala kanlı gömleğim vardı…
Yeğenim bana, “Neler oldu?” diye sormuştu.
“Ah! Suratımın üstüne düşüp burnumu kırdım!” demiştim… “Ayağım takıldı da düştüm!” demiştim…
Herkes bize bakıyordu…
EOKA-B’ci adam, “Kendini akıllı sanıyorsun!” demişti…
Ona dönerek, “Bir dakika!” demiştim. “Onlara ne anlatmamı istiyorsun? Beni öldüresiye dövdüğünüzü mü anlatayım? Eğer beni dövdüğünüzü söylersem canın sıkılacak, suratımın üstüne düştüğümü söyleyinca da kendini akıllı sanıyorsun ha diyorsun… Onlara neyi anlatayım?” demiştim.
“Ağzın çok büyüktür senin” demişti bana…
“Evet” demiştim… “Ağzım büyüktür biraz… Ne yapmamı istersin?” demiştim.
Sonra da yeğenime dönerek, “Yeğen, biz birkaç şanslı insandan biriyiz” demiştim. “Bizim kadar şanslı olmayan pek çok insan vardır… Geri döndük ama bundan sonra ne olur, bilemem…”

Kahvehanede bir radyo vardı…
“Eğer o radyoyu yabancı bir istasyona çevirirsek, inanırım ki bu haftasonuna kadar bir işgalin olduğunu söyleyecektir bize” demiştim.
EOKA-B’ci adam “Husolasın!” diye bağırmıştı bana!
“Tamam” demiştim.
Orada sohbet etmiş, birkaç kişiye neler olup bittiğini anlatmıştım. Çok fazla detaya girmeden anlatmıştım…
Sonra bize “Şimdi hastaneye gidip kan vermemiz lazım” demişlerdi. Çünkü pek çok yaralı vardı.
Bu size anlattıklarım işgalden önceydi.
Böylece kan vermek üzere hastaneye gitmiştik… Hastane tepeden tırnağa doluydu! Yaralılarla dolup taşıyordu!
Hastaneye girdiğim zaman, benim bulunmuş olduğum askeri kamptan tanıdığım bir kişi beni görmüştü. EOKA-B’ciydi bu adam – gelip beni kucaklamıştı! Çok heyecanlanmıştı beni görünce! Beni de kendilerinden birisi sanmıştı! Beni görmekten o kadar mutlu olmuştu ki! Derhal anlamıştım, bu adamın beni EOKA-B’ci sandığını… Bana hükümetin devrilmesinden ne kadar mutlu olmuş olduğunu anlatmaya başlamıştı! Ben kan vermeyi henüz tamamlamıştım.
Bana dönüp “Biliyor musun kim var burada?” demişti.
“Kim var?” demiştim.
“Komutan Ermis var!” demişti.
Ermis, Girne’dendi. Askerliğimi yapmış olduğum kampta komutandı… Ermis Hristodulu…

SORU: EOKA-B’ci miydi?
SPİRO KONSTANTİNU:
Hayır, değildi… Makarios taraftarıydı. EOKA-B tarafından tutuklanmış ve bacaklarından vurulmuştu… Sonra bir askere onu öldürmesi için emir vermişler fakat bugüne kadar bilinmeyen bir nedenden ötürü o asker, bu komutanı öldürmemişti. Pek çok kereler bu hikayeyi televizyonlarda anlattı Komutan Ermis…Ancak askerdeyken komutanımız olduğu için ben bu EOKA-B’ciye, “Sana inanmıyorum!” demiştim.
“Dur seni götüreyim da göresin kendini!” demişti bana… “Dur da gösterecem sana” demişti.
Böylece hastanenin içinden geçmiştik… Ve Grivasçıları ve Makariosçuları nasıl ayırmış olduklarını görmüştüm…

Makariosçulara bakan yoktu…
Yalnızca Grivasçılar yani EOKA-B’ciler tedavi ediliyordu…
Diğerlerine dokanılmıyordu, ölüyorlardı…
Ve tepeleme doluydu hastane…
Koridorlarda bile insanlar vardı…
Böylece Ermis’i görmeye gitmiştik.
Ermis’in yatağını bulduk, “Komutanım nasılsın?” demiştim ona…
Ermis bana bakmış, yanımdaki EOKA-B’ciyi görünce beni de onlardan biri sanmıştı!
Şimdi ona onlardan biri olmadığımı nasıl söyleyecektim?!...
Bugüne kadar hakkımda neler düşündü, bilmiyorum!
Ona dokandım ve “Umarım herşey yolunda gider, inşallah buradan sağ çıkarsınız” dedim kendisine…
Çok duygulanmıştım ama herhangi bir şey yapabilecek durumda değildim!
Sadece sabırlı olması için ona cesaret vermeye çalışıyordum!
Ermis de bana bakarak, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu!
İri yarı bir Yunan vardı, hastane sorumlusuydu, adı Danos’tu…
Beni bu EOKA-B’cinin yanında görmüştü, hastanede Makariosçuların bulunduğu bölümde, kasaplığın olduğu bölümde yani…

Danos yanımdaki EOKA-B’ciye “Bu da kimdir?” diye kızmıştı…
EOKA-B’ci adam da kendisine “Filanın kardeşidir bu” demiş ve bir EOKA-B’cinin adını vermişti…
Bugün hala o EOKA-B’cinin beni başka biriyle karıştırıp karıştırmadığını bilmiyorum…
“Goççino’nun kardeşidir bu” demişti…
Goççino’nun kim olduğunu bile bilmiyordum ben!
Ancak beni kurtarmıştı!
1974’ten sonra bu adama ne oldu bilmiyorum, ondan sonra bir daha görmedim kendini…
Ancak onu askerden tanıyordum, aynı birlikteydik Girne’de…
Zamanımın çoğunu Girne’de geçirirdim işgal oluncaya kadar…
Böylece hastaneden ayrıldım ve köye geri döndük.
Eve gitmek yerine – çünkü ev hapsindeydim – kahvehanenin yanındaki bir eve gitmiştim. Bir akrabamıza aitti bir ev ve damı düzdü… Genç bir çocukları vardı… Annesiyle babası hemşire olduğu için hastaneye gitmişlerdi… Çocuk yalnızdı yani evde… Oraya gidip dama çıkmıştım. Sırtüstü yatmıştım dama… Aşağıdaki EOKA-B’cileri görebiliyordum ama onlar beni göremiyordu…

 

DEVAM EDECEK

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2000 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar